MÜCADELE SAHASINDA KARŞILAŞTIĞIMIZ AFETLER

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Kıymetli Kardeşim,

Geçen ayki yazımızda mücadele sahasında karşılaştığımız afetler konusuna giriş yapmıştık. Bu ay konumuzun devamı üzerinde muhabbet edeceğiz.

Maddelere geçmeden önce, afetlerin herkese göre değiştiğini hatırlatmak isterim. Bu yazımızda genel afetleri zikrettiğimiz için bunlarla yetinmeyip kendini muhasebe etmelisin. Ayağına pranga olmuş sana özel afetleri tespit etmelisin. Ki bu afetlere karşı mücadele ederken doğru ve faydalı mücadele etmiş olasın.

Mücadele sahasında karşılaştığımız afetlere dönecek olursak;

2. Doyumluluk/Yeterlilik Hissine Kapılmak

Dava mücadelesinde karşılaştığımız ikinci afet ise doyumluluk/yeterlilik hissidir. Kişinin, “Ben emekli oldum. Biz bu yaşımıza kadar yapacağımızı yaptık, artık gençler/yeniler koştursun. Biraz da onlar mücadele etsin.” diyerek kenara çekilmesidir.

Sahabe de (r.anhum) bu hataya düşmüştür ve Rabbimiz (cc) şu şekilde onları uyarmıştır:

“Allah yolunda infak edin ve (İslami mücadeleden geri kalmak suretiyle) kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Kulluğunuzu en güzel şekilde yerine getirin. Çünkü Allah muhsinleri/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanları sever.”[1]

Eslem Ebû İmran (ra) anlatıyor: “Bizler fetih için İstanbul’daydık. Komutan olarak Mısırlıların başına Ukbe ibni Amir (ra), Şamlıların başında ise Fudale ibni Ubeyd (ra) vardı. Şehirden Rumların oluşturduğu büyük bir ordu çıktı. Biz Müslimler de onların karşısına büyük bir orduyla çıktık. Derken Müslimlerden bir adam, Rumların safına daldı.

İnsanlar bağırmaya başladılar ve dediler ki: ‘Subhanallah! Bu genç kendi eliyle kendisini tehlikeye atıyor.’

Ebû Eyyub El-Ensari (ra) dedi ki: ‘Siz ayeti böyle bir yoruma tevil ediyorsunuz. Ancak bu ayet biz Ensâr topluluğu hakkında inmiştir. Allah (cc) dinini izzetli kılıp, İslam’ın yardımcıları çoğalınca biz, Allah Resûlü’nün (sav) haberi olmadığı hâlde dedik ki: ‘Bizim mallarımız zayi oldu. Mallarımızın başına geçsek de onları ıslah etsek.’ Bunun üzerine Allah (cc) bu ayeti indirdi. Bizim bu düşüncemizin doğru olmadığını belirtti. Asıl tehlike, mallarımızın başında oturmak ve onları ıslah etmeye çalışmak istememizdir. Allah (cc) bize savaşmayı emretmiştir.’

(Eslem) dedi ki: ‘Ebû Eyyub çarpışmaya aralıksız devam etti ve orada defnedildi.’ ”[2]

Ka’b ibni Mâlik’in, Tebuk Gazvesi’nde yaşadığı durumu da hatırlayalım. Tebuk Seferi zorlu bir seferdi. Gidilecek yol çok uzaktı, sıcakların yoğun olduğu, meyvelerin olgunlaştığı dönemdi. Ka’b ibni Mâlik, bu zamana kadar hiçbir savaştan geri kalmamıştı. Ancak Tebuk Seferi’nde ise meyvelerle ve ailesiyle ilgilenmeye, onlara zaman ayırmaya başladı. Bu nedenle Tebûk Seferi’ne hazırlığını ağırdan aldı. Allah Resûlü ve sahabe yola çıktığında, Ka’b ibni Mâlik yetişemedi ve seferden geri kalmış oldu.

Allah Resûlü Tebuk Savaşı’ndan döndükten sonra Ka’b ibni Mâlik, açık sözlülükle neden gelmediğini -yukarıda zikrettiğimiz sebepleri- söyledi. Allah Resûlü (sav), sahabe ve eşleri de dâhil tepki verdiler. Elli gün boyunca sahabe, hiçbir şekilde Ka’b ile konuşmadı. Kırk günden sonra hanımlarına da Ka’b’dan ayrı uyumaları emredildi. Bu cezadan sonra Rabbimiz (cc), onu ve arkadaşlarını affettiğini bildiren ayetini indirdi.

Tefsiriyle beraber ayet-i kerime ve Ka’b’ın kıssası bizlere şunu öğretmektedir: İslami mücadelede emeklilik anlayışı yoktur. “Benden bu kadar, gençler ve yeniler koştursun.” diyerek kenara çekilmek, sorumluluğu hep başkasına yüklemek, kaymağın hazırına konmak yoktur.

Ancak üzülerek belirtmek isterim ki birçoğumuz nefsimizin zayıflığından, şeytanın tuzaklarının güçlü olmasından bu hastalığa kapılabiliyoruz. Bazılarımız bu şekilde söylemese de hizmete ve görevine verdiği önemsizlikten, kendini geliştirmemesinden, görev olsun diye yapmasından… anlayabiliyoruz. Oysaki cennetin bedeli bellidir, mallarımızı ve canlarımızı hiçbir sınırlama getirmeden bu davaya feda etmektir.

3. Olaylara Şer’i Ölçülerle Yaklaşmamak

Mücadele sahasında değişmeyen, değiştirilemeyecek olan ölçümüz bellidir. O da şer’i esaslar olan, Kur’ân, sünnet ve sahabenin anlayışıdır. Dava mücadelesinde şeriatın müsaade ettiği her yol/yöntem kullanılabilir. Şeriatın müsaade ettiğini ne akıl, ne örf; ne hassasiyet ne duygusallık; ne de cahilce söylenen sözler değiştirebilir.

Üzülerek belirtelim ki bugün İslam ümmetinin en büyük sorunlarından biri, içinde bulunduğu yapıların aldığı kararları, yürürlüğe koyduğu uygulamaları, planlanan projeleri şer’i usullerle değerlendirmemesidir. Akıl ve kıyas yoluyla olaylara yaklaşmak, içinden çıkılmayan, her meseleye şüpheyle yaklaşımı meydana getirdiği gibi, kişiyi bir baltaya sap da yapmayacaktır. İnsanın anlamadığı, zahirine bakıldığında sıkıntıymış gibi görünen durumlar olabilir. Bu, sahabenin hayatında da olmuştur. Ancak anlayamadığımız ve içeriğini bilmediğimiz meselelerde gösterilmesi gereken tavır bellidir. Aklı, kıyası ve hassasiyetleri bir kenara bırakıp, ilim ehline başvurarak sonuçlandırmak ve o fetvaya göre hareket etmektir. Yoksa her ağızdan bir sesin çıkmasına ve faydasız sonuçların doğmasına sebebiyet veririz. Ki bu da büyük bir vebaldir.

Bununla ilgili birkaç örnek vermek istiyorum:

“Peygamberimiz (sav), Hudeybiye Anlaşması’nı gerçekleştirince Ömer (ra), bu anlaşmaya anlam veremedi ve hemen tepki gösterdi.

Allah Resûlü’ne, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Biz izzet, onlar ise zillet ehli değil midir?’ diye sordu.

Resûlullah (sav), ‘Evet, Ömer.’ diye cevap verdi.

Ömer (ra), ‘Onların ölüleri ateşte, bizim ölülerimiz cennette değil midir?’ diye sordu.

Resûlullah (sav), ‘Evet, Ömer.’ diye cevap verdi.

Ömer (ra), ‘O zaman neden taviz veriyoruz?’ diye sordu.

Peygamberimiz (sav), ‘Ey Ömer! Ben Allah’ın Resûlü’yüm. Bu yıl tavaf yapacağımızı söylememiştim.’ dedi.

Daha sonra Ömer (ra) yaptığı hatayı anladı, pişman oldu, affettirmek için çokça mücadele etti ve salih amel izledi.”[3]

Bu kıssada görüldüğü gibi Ömer (ra), anlaşmaya duygusal yaklaşmış, taviz verildiğini düşünerek tepki göstermiştir. Sonra hatasını anlamış ve Allah’tan af dilemiştir. Oysaki bu işi yapan Allah Resûlü’dür ve bunu vahiyden kopuk yapması mümkün değildir.

Hakeza, yolculukta başına taş isabet eden ve yaralanan, sonra da ihtilam olan bir sahabinin, “Bana teyemmüm ruhsatı var mıdır?” sorusuna karşılık sahabiler, suyla gusül aldırmışlar ve zahiren bildikleri fıkıhla cevap vermişlerdir. Sorunun muhatabı sahabi ise gusül alınca ölmüş ve bu olay Allah Resûlü’ne intikal edince Resûlullah, ‘Bilmiyorlarsa sormazlar mı? Bilmemenin ilacı sormaktır. Onlar onu öldürdüler, Allah da onları öldürsün.’ diye çok sert bir tepki vermiştir.[4]

Yukarıdaki kıssalardan şunu anlıyoruz: Hiçbir meseleye zahirine göre, duygusallıkla yaklaşılmamalı ve bilmediğimiz konulara kesinlikle cevap verilmemelidir. Bugün de mücadele sahasında atılan adımları duygusallıkla değerlendirenler; Müslimleri akide kaymasıyla, müşriklere benzemekle, taviz vermekle itham ediyorlar. O kadar ki tekfir boyutuna getirenler de oluyor. Oysa burada yapılması gereken -yukarıda da belirttiğimiz gibi- ilim ehline sorulması ve şer’i olarak olaya yaklaşılmasıdır.

Son olarak konumuzla alakası olduğundan şunu da belirtmek isterim: Mücadele sahasında insan kendisini, eksiklerini, zaaflarını tanır ve aynı zamanda başkaları tarafında da tanınır. Tabii bu durumda eksikler açığa çıkar ve kişilere nasihat edilir.

Sorununa şer’i usullerle yaklaşmayan, nasihati kabul etmeyen kişi, “İhlaslı olamıyorum, amelim boşa gideceğine söyleneni yapmamam daha hayırlı.” veya “Ben onunla beraber olunca ihlaslı hizmet edemiyorum.” diyerek hizmetten geri kalabiliyor. Daha tehlikeli olanı ise nefsine ağır gelmesi, hizmet alanında ayrım yapması ve sevmediği görev kendisine verildiğinde yaptığı itaatsizliği, ihlassızlık olarak adlandırmasıdır. Sorununa şer’i usulle yaklaşmamasından kaynaklı ıslah olması ve sorununu düzeltmesi de zordur.

Olaylara şer’i usulle yaklaşmak avamda yoktur. Bu nedenle hoca olan ve ümmete öncülük yapan kişiler üzerinde çok büyük sorumluluk vardır. Aksi takdirde herkes kendi ilmi kadar fetva vermeye başlayacaktır.

Rabbim bizleri zaaflarımıza ve afetlerimize karşı muhafaza etsin. Kendi dininin yardımcısı, mücadelenin öncüsü eylesin. Allahumme âmin.


[1]. 2/Bakara, 195

[2]. Ebû Davûd, 2512; Tirmizi, 2972

[3]. Buhari, 2731-2732

[4]. bk. Ebu Davud, 336

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver