Tevbesiyle Meşhur Olanlar

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Aziz Kardeşim,

Kalbimizi günahlardan arındırmak, kirlenmiş amel defterimizi temizlemek adına, tevbesiyle meşhur olan üç kişinin kıssasını sizinle paylaşacağız. Bu kıssalar üzerine tefekkür ederek, payımıza düşenleri miras olarak almaya çalışacağız. Rabbim bizleri, doğru anlayan, yaşayan ve aktaran kullarından eylesin. Allahumme âmin.

100 Kişiyi Öldüren Adamın Kıssası

“Sizden önceki ümmetlerin birinde doksan dokuz cana kıymış birisi vardı. Yeryüzündeki en bilgili kimseyi soruşturdu; ona bir abidi gösterdiler. Abidin yanına giderek, doksan dokuz cana kıydığını söyleyip tevbe imkânının olup olmadığını sordu.

Abid, ‘Hayır.’ deyince onu da öldürdü ve öldürdüklerinin sayısını yüze tamamladı. Sonra yine yeryüzündeki en bilgili kimseyi sordu. Ona âlim birisini söylediler. Ona giderek, yüz kişiyi öldürdüğünü ve tevbe imkânının olup olmadığını sordu.

Âlim, ‘Evet, tevbe etmene kim engel olabilir? Filan yere git, orada Allah’a ibadet eden kimseler vardır. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et. Yurduna da bir daha dönme, zira orası kötülükler yurdudur.’ dedi.

Bunun üzerine adam yola çıktı. Yolu yarıladığında ölüm gelip yetişti. Adam hakkında rahmet melekleri ile azap melekleri tartışmaya tutuştular.

Rahmet melekleri, ‘Adam tevbe ederek, kalbiyle Allah’a yönelerek geldi.’ dediler.

Azap melekleri ise, ‘O, hiçbir hayır işlememiştir.’ dediler.

Bu esnada yanlarına insan suretinde bir melek geldi. Onu aralarında hakem yaptılar.

O melek, ‘Geldiği yere uzaklığıyla, gideceği yere uzaklığını ölçün. Hangisine daha yakınsa o tarafın melekleri götürsün.’ dedi.

Ölçtüler ve gitmek istediği yere daha yakın buldular. Bunun üzerine onu rahmet melekleri aldı.”[1]

Kıssadan Payımıza Düşen Miraslar

Günahlarımız ne kadar büyük ne kadar fazla olursa olsun, önemli olan; Allah’ın (cc) rahmetinden ümit kesmeden O’na sığınmaktır. Günahları, rahmetiyle bağışlayacak olan Allah’tır. Ve O’nun rahmeti, gazabını geçmiştir. Yer ile gök arasını dolduracak kadar günahımız olsa da rahmetiyle onu bağışlayacaktır. Asıl, “Benim günahlarımı denize döksen necis edecek kadar çoktur. Bağışlanmam imkânsız.” deyip Allah’a yönelmemek günahtır. Ki aynı zamanda bu, şeytanın tevbe etmememiz için kurduğu bir tuzaktır.

Tevbenin bir parçası da günaha götüren etkenlerden uzaklaşmaktır. Ortam, arkadaş, dijital materyaller gibi faktörler günaha bulaşmada sebep olabiliyor. Bu durum kişiye göre değişebilir. Günaha sevk eden unsurları tespit edip, onlardan kaçınmalıyız ki tevbemiz makbul olsun ve tekrardan o günaha bulaşmayalım.

Sorularımızı, geçmişini bilmediğimiz, kendini hoca diye tanıtan her -özellikle medyatik- kişilere sormamalıyız. Bu durum bizleri, sonucu hüsran olan büyük bir uçuruma, günaha götürebilir. Sorularımızı; geçmişini bildiğimiz, emin olduğumuz ve ehil olan kişilere yöneltmeliyiz ki hakka ve Allah’ın rızasına ulaşabilelim.

Ka’b ibni Mâlik’in Kıssası

Ka’b ibni Mâlik’ten (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“ ‘Ben Resûlullah’ın (sav) yaptığı gazaların hiçbirinden geri kalmadım. Sadece Tebuk Gazası müstesna! Bir de Bedir Gazası’nda bulunmamıştım; fakat Resûlullah Bedir Gazası’nda bulunmayan hiç kimseyi azarlamadı. Resûlullah ile Müslimler, Bedir’e cihad maksadıyla değil, sadece Kureyş’in Şam’dan gelen kervanına kastetmek için yola çıkmışlardı…

Tebuk Gazası’nda Resûlullah’tan (sav) ayrıldığım zamanki hikâyem şudur: Ben hiçbir zaman bu gazada ondan ayrıldığım zamankinden daha kuvvetli ve daha zengin bulunmamıştım. Vallahi, ondan önce iki yük devesini hiçbir zaman bir araya getirememiştim. Nihayet bu gazada iki yük devesini bir araya getirdim. Resûlullah bu gazayı şiddetli bir sıcakta yaptı. Uzak bir sefere ve çöle gitti. Kalabalık düşman karşısına çıktı ve gazalarının hazırlıklarını yapabilmeleri için yapacakları işleri Müslimlere açıkça bildirdi. Nereye gitmek istediğini onlara haber verdi…

Resûlullah (sav) bu gazaya meyvelerin yetiştiği ve ağaç gölgeleri güzelleştiği zaman gitti. Ben bu gazaya en fazla gönül veren kimselerdendim. Derken Resûlullah ve onunla birlikte Müslimler (savaş için) hazırlandılar. Ben de onlarla birlikte hazırlanayım diye sabahlamaya başladım; fakat hiçbir şey yapmadan dönüyor, kendi kendime ‘Ben bunu istediğim zaman yaparım.’ diyordum. Bu ihmalkârlık bende devam etti.

Nihayet insanlar hazırlıklarını bitirdiler. Bir sabah Resûlullah (sav) ile Müslimler, sefere çıktılar. Ben seferle ilgili hiçbir şey hazırlamamıştım. Sonra yine sabah vakti çıkıp yine hiçbir şey yapmadan geri döndüm. Bendeki bu tembellik hâli devam edip gidiyordu. Nihayet Müslimler süratle yol aldılar ve gaza ilerledi, içimden yola koyularak onlara yetişmek geçti. Keşke yapsaydım. Sonra bu bana mukadder olmadı. Resûlullah da çıkıp gittikten sonra insanlar arasına çıktığımda ona uymamış olmak beni üzmeye başladı…’

Ka’b ibni Mâlik (ra) (sözüne devamla) der ki:

‘Resûlullah’ın (sav) Tebuk’tan dönerek gelmekte olduğunu duyunca beni üzüntü kapladı. Yalan söylemeyi düşünmeye başladım. Kendi kendime ‘Yarın Resûlullah’ın gazabından neyle kurtulurum?’ diyordum. Bu hususta ailemdeki her fikir sahibinden yardım istiyordum. Bana Resûlullah’ın yaklaştığı söylenince bu batıl düşünce benden gitti. Anladım ki ondan hiçbir şeyle ebediyen kurtulamam. Ona doğruyu söylemeye niyet ettim.

Resûlullah (sav) bir sabah Medine’ye geldi. O, bir seferden geldiği zaman ilk önce mescide giderdi. Orada iki rekât namaz kıldı. Sonra halkla görüşmek üzere oturdu. O bunu yapınca gazaya gitmeyenler gelerek kendisinden özür dilemeye ve ona yemin etmeye başladılar. Bunlar, seksen küsur kişiydi. Resûlullah da onların açık beyanatını kabul etti. Kendileriyle biatta bulundu ve onlar için istiğfar etti. Gizli taraflarını da Allah’a havale etti. Nihayet ben geldim. Selam verdiğim zaman kızgın bir kimsenin tebessümüyle gülümsedi. Sonra da ‘Gel!’ dedi.

Ben de yürüyerek geldim ve huzuruna oturdum.

Bana, ‘Neden gazadan geri kaldın? Sen Akabe’de sırtına biat almış değil miydin?’ dedi.

Ben, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Vallahi, ben dünya halkından senden başka birinin yanında otursaydım, onun öfkesinden muhakkak bir özürle kurtulacağımı sanırdım. Lisanıma fesahat verilmiş bir kimseyim; fakat ben, vallahi, şuna kanaat ettim ki eğer bugün ben, seni benden hoşnut edecek bir yalan söyleyecek olursam, çok sürmez, muhakkak Allah yalanımı ortaya çıkararak seni hakkımda öfkelendirir. Eğer huzurunda seni hakkımda öfkelendirecek doğru söz söylersem, herhâlde, bu hususta meydana gelen kusurumu Allah’ın affetmesini umarım. Vallahi, benim seferden geri kalmam hususunda arz edecek hiçbir özrüm yoktur. Vallahi, senden geri kaldığım zamankinden daha kuvvetli ve daha zengin olduğum hiçbir zaman yoktur.’ dedim.

Bunun üzerine Resûlullah (sav), ‘Kab’a gelince, gerçekten o doğruyu söyledi. Şimdi Allah senin hakkında hükmünü verinceye kadar kalk (git)!’ buyurdu.

Ben de kalkıp gittim. Selimeoğulları Kabilesi’nden bazı kimseler de kalkıp peşime takıldılar ve bana, ‘Vallahi! Senin bundan önce hiçbir günah işlediğini bilmiyoruz. Gerçekten sen, seferden geri kalan diğer kimselerin Resûlullah’a beyan ettikleri özürle özür dilemekten aciz kaldın. Eğer sen de özür beyan etseydin, senin bu günahına, Resûlullah’ın sana istiğfarda bulunması yeterdi.’ dediler.’

Ka’b (ra) der ki:

‘Vallahi! Onlar, bana serzenişte bulunmaya o kadar devam ettiler ki Resûlullah’a (sav) dönerek kendimi yalanlayasım geldi. Sonra onlara, ‘Benimle birlikte bu duruma düşen bir kimse daha oldu mu?’ dedim.

Onlar da ‘Evet! Seninle birlikte iki adam daha var. Onlar da senin söylediğin gibi söylediler. Onlara da sana söylendiği gibi söylendi.’ dediler.

Ben, ‘Onlar kimdir?’ diye sordum.

Onlar da ‘Murare ibni Rabia El-Amiri ile Hilal ibni Ümeyye El-Vakıfi.’ diyerek Bedir Gazası’na katılmış bulunan ve kendileri örnek alınacak iki salih kimseyi bana söylediler. Bu anlatılanları duyunca tereddütten vazgeçtim.

Resûlullah (sav), Müslimleri, seferde kendisinden geri kalanlar arasından biz üç kişiyle konuşmaktan nehyetti. Bunun üzerine halk bizden kaçındı. Bize karşı hâlleri değişti. Hatta yeryüzü bile bana yabancılaştı. Artık bu yeryüzü, o bildiğim yeryüzü değildi. Bu hâl üzere elli gece kaldık. İki arkadaşım boyun bükerek ve ağlayarak evlerinde oturdular.

Bana gelince ben kavmin en genci ve en sağlamıydım. Evden çıkıyor, namaza geliyor, çarşılarda dolaşıyordum; fakat benimle hiç kimse konuşmuyordu. Namazdan sonra oturduğu yerdeyken Resûlullah’a gelerek selam veriyor ve içimden, ‘Acaba selamı almak için dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı?’ diyordum. Sonra ona yakın bir yerde namazımı kılıyor, ona gizlice bakıyordum. Namazımı kılmaya yöneldiğimde bana bakıyor, ona doğru baktığımda benden yüz çeviriyordu.

Müslimlerin bu cefası üzerimde uzun zaman devam edince gidip Ebu Katade’nin bahçesinin duvarından tırmandım. Ebu Katade amcamdır ve en sevdiğim insanlardan biridir. Ona selam verdim. Vallahi, selamımı almadı.

Ona, ‘Ey Ebu Katade! Allah adına söyle! Benim Allah ve Resûl’ünü sevdiğimi bilmez misin?’ dedim.

Ebu Katâde sustu. Allah adına tekrar söylemesini istedim. Yine sustu. Tekrar istedim.

Bu defa, ‘Allah ve Resûl’ü daha iyi bilir!’ dedi.

Bunun üzerine gözümden yaşlar boşandı ve geri dönüp duvardan çıktım.

Bir defasında Medine’nin çarşısında yürürken Medine’de zahire satmaya gelen Şamlılardan bir ekinci, ‘Bana Ka’b ibni Mâlik’i kim gösterecek?’ diyordu. İnsanlar beni göstererek kendisine işaret etmeye başladılar. Nihayet yanıma gelip Gassan Hükümdarından bir mektup uzattı. Mektubu okudum. Gördüm ki içinde şunlar vardı: ‘…Bundan sonra, seninkinin (Resûlullah (sav) ) sana cefa ettiğini duyduk. Allah seni ne aşağılanacağın bir diyarda yaratmıştır ne de hakkın zayi olacağı yerde var etmiştir. Hemen bize katıl ki sana yardımda bulunalım.’ ’

‘Mektubu okuduğum zaman, ‘Bu da belanın bir çeşidi!’ deyip tandıra yönelerek mektubu orada yaktım.’

Nihayet elli gecenin kırkı geçip vahiy gecikmişti. Derken Resûlullah’ın (sav) elçisi bana gelip, ‘Resûlullah, sana hanımından uzaklaşmanı emrediyor!’ dedi.

Ona, ‘Onu boşayayım mı, yoksa ne yapayım?’ dedim.

O da ‘Hayır! Sadece ondan uzaklaş, ona asla yaklaşma!’ dedi.

Resûlullah (sav) benim durumumdaki diğer iki arkadaşıma da bunun gibi haber göndermiş.

Bunun üzerine hanımıma, ‘Ailenin yanına dön, Allah bu işte bir hüküm verinceye kadar onların yanında kal!’ dedim.

Derken Hilal ibni Ümeyye’nin hanımı Resûlullah’a gelip ona, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Gerçekten Hilal ibni Ümeyye ihtiyar bir kimsedir. Gücü ve kuvveti gitmiştir. Hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemi çirkin görür müsün?’ dedi.

Resûlullah (sav), ‘Hayır. Fakat sana asla yaklaşmasın!’ buyurdu.

Kadın, ‘Vallahi, onda hiçbir hareket yok. Vallahi, bu iş başına geldiğinden bugüne kadar hiç durmadan ağlamaktadır.’ dedi.

Bunun üzerine ailemden biri, ‘Sen de Resûlullah’tan hanımın hakkında izin istesene! Bak, Resûlullah (sav), Hilal ibni Ümeyye’nin hanımına Hilal’e hizmet etmesi için ona izin verdi.’ dedi.

Ben, ‘Onun hakkında Resûlullah’tan izin isteyemem. Ben genç bir adamım. Onun hakkında Resûlullah’tan izin istediğim zaman bana ne söyleyeceğini bilemem!’ dedim.’

Ka’b (ra) der ki:

‘Bu şekilde on gece daha durdum. Bu suretle bizimle konuşmak yasak edildiği zamandan itibaren elli gecemiz tamamlandı. Sonra ellinci gecenin sabahında sabah namazını evlerimizden birinin üzerinde kıldım. Yüce Allah’ın hakkımızda beyan buyurduğu hâl üzere otururken beni bir sıkıntı bastı. Yer bütün genişliğine rağmen dar geldi. Sel Dağı üzerine çıkmış bağıran bir kimsenin sesini işittim. Var sesiyle ‘Ey Ka’b ibni Malik! Müjde!’ diyordu.

Hemen secdeye kapandım. Anladım ki darlık gidip genişlik gelmiştir. Derken Resûlullah (sav) sabah namazını kıldıktan sonra, Allah’ın bizim tevbemizi kabul ettiğini halka bildirdi. Bunun üzerine halk bizi müjdelemeye yürüdü, iki arkadaşıma müjdeciler gitti. Bir adam -Zübeyr ibni Avvam- da bana gelmek üzere atını mahmuzladı. Eslem kabilesinden biri, -Hamza ibni Amr- koşarak bana doğru geldi. Dağa çıktı. Ses attan daha hızlı idi. Sesini işittiğim kimse bana müjdeyle gelince hemen iki elbisemi çıkararak müjdesinden dolayı ona giydirdim. Vallahi, o gün bundan başka elbisem yoktu. Amcam Ebu Katade’den emaneten iki elbise alarak onları giydim. Hemen Resûlullah’ı (sav) görmek isteyerek yola düştüm. Halk grup grup karşıma çıkıyor, tevbeden dolayı beni tebrik ediyor, sonra da ‘Allah’ın, tevbeni kabul buyurması sana mübarek olsun!’ diyorlardı.

Nihayet mescide girdim. Bir de baktım ki Resûlullah mescidde oturuyor. Etrafında da insanlar var. Derken Talha ibni Ubeydullah kalkıp hızlıca yanıma geldi. Benimle musafaha etti ve beni tebrik etti. Vallahi, Muhacirlerden ondan başka hiç kimse ayağa kalkmadı.’

Ravi der ki: ‘Ka’b, Talha’nın bu yaptığını hiç unutmamıştır.’

Ka’b (ra) der ki: ‘Resûlullah (sav) selam verdiğim zaman yüzü sevinçten parlıyordu ve ‘Annen seni doğurduğundan beri geçen en hayırlı gün, sana müjdeler olsun!’ buyurdu.

Ben, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bu müjde, senin tarafından mı yoksa Allah tarafından mı?’ dedim.

Resûlullah, ‘Hayır! Bilakis Allah tarafından!’ buyurdu.

Resûlullah sevindiği zaman yüzü nurlanır, sanki yüzü bir ay parçası gibi olurdu. Biz bunu bilirdik.

Onun huzuruna oturduğum zaman, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Benim tevbemin bir kısmı da Allah ve Resûl’ü için sadaka olmak üzere malımdan vermektir.’ dedim.

Resûlullah, ‘Malının bir kısmını tut! Bu senin için daha hayırlıdır.’ buyurdu.

Ben, ‘Ben, Hayber’den aldığım hissemi tutuyorum.’ deyip sonra da ‘Ey Allah’ın Resûlü! Doğrusu Allah beni doğruluk sayesinde kurtardı. Benim tevbemin bir kısmı da yaşadığım müddetçe doğrudan başka bir söz söylememektir.’ dedim.

Vallahi, bunu, Resûlûllah’a (sav) söylediğimden bugüne kadar Müslimlerden her birine doğru söz söyleme hususunda, Allah’ın, bana olan ihsanından daha güzel ihsanda bulunduğunu bilmiyorum. Vallahi, bunu Resûlullah’a söylediğimden bugüne kadar kasten hiçbir yalan yapmadım. Geriye kalan ömrüm hususunda da Allah’ın beni muhafaza buyurmasını dilerim.’

Ka’b (ra) der ki: ‘Bunun üzerine Yüce Allah, ‘Andolsun ki Allah, Peygamber’i ve içlerinde bir grubun kalbi kaymak üzereyken, zorluk saatinde Nebi’ye uyan Ensar ve Muhacir’i tevbeye muvaffak kıldı. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Şüphesiz ki O, onlara karşı (şefkatli olan) Raûf, (merhametli olan) Rahîm’dir. (Savaştan) geri bırakılan üç kişiyi de (bağışladı). Öyle ki; yeryüzü tüm genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, nefisleri de onlara dar gelmiş/vicdan azabından kıvranıyorlardı. Allah’tan başka sığınılacak/melce olmadığını da anlamışlardı. Sonra (Allah), tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak kıldı. Şüphesiz ki Allah, (tevbeye muvaffak kılan ve tevbeleri çokça kabul eden) Et-Tevvâb, (kullarına karşı merhametli olan) Er-Rahîm’dir.’[2] ayetlerini indirdi.’

Ka’b (ra) der ki:

‘Biz üç kişi, Resûlullah’ın (sav), yemin ettikleri zaman yeminlerini kabul ederek kendileriyle biat yaptığı ve haklarında istiğfarda bulunduğu kimselerin işinden geri bırakılmıştık. Resûlullah bizim işimizi Allah hükmünü verinceye kadar ertelemişti. İşte bu sebeple Yüce Allah, ‘(Savaştan) geri bırakılan üç kişiyi de (bağışladı)…’ buyurmuştur. Bizim, Allah’ın zikrettiği, geri kalmamız (meselesi), gazadan geri kalmamız değildir. Bu ancak Allah’ın (cc), bizi ve tevbemizi, Resûlullah’a yemin ve özür bildirip de özürleri kabul olunanların tevbelerinden geri bırakmasıdır.’ ”[3]

Kıssadan Payımıza Düşen Miraslar

Kıymetli Kardeşim,

Kıssada -senin de dikkatini çektiği gibi- Ka’b ibni Mâlik’i tevbe etmeye muvaffak kılan, tepki almayı göze alarak Allah Resûlü’ne (sav) doğruyu söylemesidir. Doğruluk, insanı iyiliğe; yalan ise kötülüğe götürür. Kişi günahını/hatasını kabullenmelidir ki Allah’a yönelip tevbe edebilsin. Aksi hâlde günahını kılıfla örten, başkasının üzerine atan kimsenin tevbe etmesi zordur.

Bazen hatalara karşı tavır alınmalı, tepki verilmelidir. Aksi takdirde o günah/hata toplum içinde normalleşir. Ka’b ibni Mâlik, ilk defa bir savaşa katılmamıştır. Buna rağmen Allah Resûlü (sav) ona sert bir tepki vermiştir. Bu tepkiyle Allah Resûlü, sahabilerde “hatanın normal bir hata olmadığı ve bundan sakınmaları gerektiği” fehmini oluşturmuştur. Hiçbir sahabi de, “Ey Allah’ın Resûlü! Ka’b, bu zamana kadar çok fedakârlık yaptı. Vefalı davranalım. İlk defa hata yaptı, affedelim.” gibi bir talepte bulunmamış ve hepsi Allah Resûlü’nün, Ka’b ibni Mâlik’e verdiği tepkiyi bire bir uygulamıştır.

Ka’b ibni Mâlik’i gazveden geri bırakan; bahçesi, meyveleri, havanın sıcaklığı ve yolun uzunluğudur. Gerçek şudur ki; her birimizin, ayaklarımıza pranga olacak, kulluktan ve mücadeleden uzaklaştıracak şöhret, unvan, makam, kadın, para, mal… gibi zaafları olabilir. Mühim olan, bu zaafların tespit edilip tedavi edilmesidir. Ki açığa çıktığı ânda kendimizi koruyabilelim. Aksi hâlde kulluğumuza ve mücadeleye zarar verecek hatalar yaparız.

Zina Eden Kadının Kıssası

“Zinadan gebe kalan Cuheyne Kabilesi’ne mensup bir kadın, Allah Resûlü’ne (sav) geldi: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Had cezası gerektiren bir iş yaptım. Bana had cezasını uygula.’ dedi.

Resûlullah (sav), kadının velisini çağırdı ve ona, ‘Buna iyi bak, çocuğunu doğurduğu zaman da bana getir.’ dedi.

Velisi denileni yaptı. (Nihayet kadın doğurup da huzura getirilince) Resûlullah (sav) emretti ve kadının elbisesi (açılmasın diye) üzerine sıkıca bağlandı. Sonra kadın, Peygamber’in emriyle recmedildi. Daha sonra Peygamber (sav), kadının cenaze namazını kıldırdı.

Ömer (ra), ‘Ey Allah’ın Resûlü! Zina ettiği hâlde bu kadının cenaze namazını mı kıldın?’ dedi.

Allah Resûlü (sav) şöyle cevap verdi: ‘Bu kadın öyle bir tevbe etmiştir ki, tevbesi Medine’deki yetmiş kişi arasında taksim edilseydi hepsine yeterdi. Sen onun yaptığı gibi, Allah için canını feda etmekten daha üstün bir amel biliyor musun?’ ”[4]

Kıssadan Payımıza Düşen Miraslar

Günahın tevbesi bazen sözlü, bazen de o günahın haddini yerine getirerek olur. Zina edenin recmedilmesi, hırsızın elinin kesilmesi, içki içenin dövülmesi gibi. Samimi bir şekilde tevbenin gerekleri yerine getirildiği zaman günahlar, amel defterinden silinir. O kadar ki, yetmiş kişiye yetecek kadar Allah katında değer görür.

İslam hukukunda evli kişilerin zina cezası, recmdir. Bu, toplumun faydasına olan bir cezadır. İçinde yaşadığımız topraklarda İslam’ın ceza hukuku uygulanmadığı için kötülükler artmaktadır. Bu da toplumda aile kavramını, ahlak ilkelerini, dinî değerleri yok ediyor. Sosyal medyadaki haberler, tüylerimizi ürpertmektedir. Hâliyle emniyetin yerine korku, vefanın yerine hainlik, izzetin yerine zillet geçmektedir. Bundan Rabbimize sığınırız.

Sonuç olarak, Rabbimizin (cc) koyduğu bütün yasalarda bizler için hayat vardır. Tabi olan kurtulur, yüz çeviren helak olur.

Rabbim bizleri; tevbeye muvaffak olan, bağışlanmış kullarından kılsın. Şeytanların, insanların, nefsimizin şerrinden korusun. Allahumme âmin.

Davamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.

Bir sonraki yazımızda görüşmek üzere…


[1]. Buhari, 3470

[2]. 9/Tevbe, 117-118

[3]. Buhari, 4418; Müslim, 2769

[4]. Müslim, 1696

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver