Müstekbirler Karşısında Asil Duruş: Müdahane Yapmamak

Allah’ın adıyla,

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Bu ay Kur’ân’ın ilk kavramlarından biri olan “müdahane” kavramını ele alacak, Kalem Suresi’nin 9. ayetini merkeze alarak izah etmeye çalışacağız. Çaba bizden, başarı Allah’tandır (cc).

وَدُّوا لَوْ تُدْهِنُ فَيُدْهِنُونَ

“Onlar, senin kendileriyle uyum içinde olup (sapkınlıklarına karşı yumuşamanı) istediler. (Buna karşılık) onlar da uyum gösterip (sana karşı yumuşayacaklardı).”[1]

Müdahane Kavramının Anlamı

Ayetin yasakladığı müdahane, “d-h-n” kökünden türeyen bir kelimedir. Kelimenin kök anlamı kolaylık, yumuşaklık ve azaltmadır. Müdahane; yapmacık davranmak, gösterişte bulunmaktır. “Bir kişiye müdahane ettim.” demek, “İçimde olanın hilafını izhar ettim.” demektir.[2] Kelimenin kökü olan duhn, aynı zamanda yağ anlamındadır. Müdahane de yağcılık, dalkavukluk, ciddiyetsizlik/lakaytlık gibi anlamlara gelir. Vâkıa Suresi’nin 81. ayetinde müşriklerin Kur’ân’a karşı tutumu “mudhinûn” kelimesiyle ifade edilmiştir. Yani Kur’ân’ı ciddiye almadıkları, onu önemsemedikleri ve bu sebeple de onu yalanladıkları ifade edilip bu tutumları kınanmıştır.[3] Müdahane, muhatabın hatrı için Hakk’ın hatrını çiğnemek, İslami ilkeleri eğip bükmektir. Merkezde hakkın değil, muhatabın hevasının olması ve muhatabın hevasına uygun şekilde hakkı çarpıtmaktır.[4] Özetle müdahane, kâfirlerin gönlünü hoş tutmak adına İslam’ın itikadi, amelî, ahlaki veya siyasi ahkâmını eğip bükmek; onlarla ortak ve uyum içinde yaşayabilmek için hakkı gizlemek; onlardan emin olmak için onlara yağ çekmek ve onların istekleri doğrultusunda taviz vermektir.

Okuduğumuz ayette Yüce Allah, kesin bir dille müdahaneyi yasaklıyor. Resûl’ünden (sav) kâfirlerin müdahane talebine itaat etmemesini istiyor. Ayette dikkatimizi çeken bir diğer husus, müdahane/uyum/taviz talebine karşılık verildiğinde onların da bu tavize karşılık taviz vereceğinin ve Nebi’ye (sav) karşı yumuşayacaklarının belirtilmesidir. Ancak bu kesin bilgiye rağmen Allah (cc) müdahaneyi yasaklıyor. Demek ki Yüce Allah’ın gözettiği maslahatlar arasında kâfirleri yumuşatmak, onlara taviz vererek onlardan taviz koparmak yoktur. Bu hakikat anlaşılmadığı için çoğu insan/yapı şer’i maslahat veya mekâsid-i şer’iyye adı altında kâfirlere taviz verebiliyor, onları yumuşatmak gayesiyle yumuşayabiliyor. Oysa Allah (cc) daha vahyin ilk ayetlerinde böylesi bir maslahatın veya maksadın kendi katında geçerli olmadığını haber veriyor.

Dikkatimizi çeken bir diğer husus; müdahanenin yasaklandığı kişilerin Mekke yöneticileri, güç sahipleri, müstekbir tağutlar olmasıdır. Zira bu ayetler indiğinde Nebi’nin muhatabı, Nebi’ye türlü teklifler getirerek onu davetinden vazgeçirmek isteyen Mekke aristokrasisidir. Zaten ayetin yer aldığı pasaj dikkatle okunduğunda ayetin Nebi (sav) ile Mekke siyasi otoritesi arasındaki ilişkileri düzenleyen bir ayet olduğu görülecektir.

“(Öyleyse) yalanlayanlara itaat etme. Onlar, senin kendileriyle uyum içinde olup (sapkınlıklarına karşı yumuşamanı) istediler. (Buna karşılık) onlar da uyum gösterip (sana karşı yumuşayacaklardı). Çokça yemin eden değersiz kimseye itaat etme. Sürekli ayıplayıp (gıybet yapan) ve (insanların) sözlerini taşıyan. Hayra engel olan, haddi aşan, çok günah işleyen. Kaba-saba/zorba sonra da nesebi belli olmayan. Mal ve çocuk sahibi olmuş diye. Ona ayetlerimiz okunduğu zaman, ‘evvelkilerin masalları’ diyen. Onu burnundan damgalayacağız.”[5]

Kâfirlerin Müdahane Girişimleri

Yukarıda okuduğumuz ayetin Kur’ân’ın nüzul sürecinde somut ve pratik bir karşılığı vardı. Mekke aristokratları ara ara Allah Resûlü’ne (sav) bazı tekliflerle geliyor, ondan “birlikte, uyum içinde, çoğulcu bir toplum olarak” yaşamak için bazı tavizler istiyorlardı. Kur’ân onların bu tekliflerinin tümüne müdahane diyor ve müdahane taleplerine itaati yasaklıyordu. Bu genel yasağa ek olarak her müdahane talebine, yani yeni teklife karşı özel ayetler iniyor; Allah Resûlü’ne ve müminlere yol gösteriyordu. Şimdi, ilgili ayetler ve rivayetlerin yardımıyla bu tekliflere ve tekliflerin günümüzdeki karşılıklarına ışık tutmaya çalışacağız. Çaba bizden, başarı Allah’tandır (cc).

a. Kur’ân’ı Değiştirme Talebi

“Onlara apaçık ayetlerimiz okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar: ‘Bundan başka bir Kur’ân getir ya da onu değiştir.’ derler. De ki: ‘Onu keyfî olarak değiştirmem olacak şey değildir. Ben, ancak bana vahyedilene uyarım. Şüphesiz ki ben, Rabbime isyan ettiğim takdirde büyük günün azabından korkarım.’ ”[6]

Kur’ân apaçık, sınırları keskin, tüm muhataplarını eşitleyen Allah sözüdür. Şirk toplumları ise kapalı, sınırları bulanık, belli zümrelere ayrıcalık tanıyan bir yasa/şeriat isterler. Zira bir zümrenin diğer zümreleri sömürmesi için, yani şirk düzeni için böyle bir metne ihtiyaçları vardır. Örneğin olağanüstü hâl ilan edip Kur’ân’ı askıya alamazsınız. Oysa modern siyaset bilimcilere göre “egemen”, “hukuku askıya alabilen kişi/kurum” olarak tarif edilir. Hukuk, insan hakları, eşitlik gibi kavramların bunca revaçta olduğu modern cahiliyelerde dahi OHAL diye bir uygulama vardır. Hukukun topluma bol geldiğini düşündüklerinde OHAL ilan edebilir, helvadan yaptıkları putu acıkınca yiyebilirler. İşte bu nedenle geleneksel ve modern cahiliyenin Kur’ân ile başı hoş değildir. Yine Kur’ân’ın bize anlattığı kadarıyla şirk toplumu zan ve heva toplumudur. Bilgide kesinlik, arzularda sınır istemezler. Her şeye “mümkün” diyen bir bilgi sistemi ve tüm arzulara “Bırakınız yapsınlar.” diyen bir kültür isterler:

“Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin arzusuna uyarlar. Oysa andolsun ki onlara, Rablerinden hidayet gelmiştir.”[7]

“Onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyarlar. Doğrusu zan, (hak gibi kesin bilgiye/vahye dayanmaz. Bu sebeple de) hakkın yerine geçmez/hakkın verdiği (mutmainliği) sağlamaz.”[8]

Kur’ân; bilgiye kesinlik ve arzulara sınır koyan, özgürlüğün Allah’a (cc) kulluk olduğunu söyleyen hüküm ve hikmetler kitabıdır. Bu nedenle Kur’ân gibi bir kitap şirk toplumuna ağır gelir.

Günümüzde de İslam toplumu benzer taleplerle karşılaşıyor, birileri dolaylı veya direkt olarak Kur’ân’ın değiştirilmesini arzuluyor. Örneğin eski cumhurbaşkanlarından biri Kur’ân’daki hüküm ayetlerinin uygulanamayacağını, o hükümlerin modern yasalarla değişmesi gerektiğini söyleyebiliyor. Liberaller, cihad ayetlerinin çıkarılmasını veya değiştirilmesini istiyor. ABD ve AB, Ehl-i Kitap ile ilgili ayetlerin çıkarılmasını veya değiştirilmesini istiyor. Tarihselciler tüm hükümlerin bugüne göre güncellenmesini/değiştirilmesini istiyor.[9] Feministler ve kadın hakları(!) aktivistleri miras, tesettür ve aile hukukuna dair ayetlerin yok sayılmasını veya modern yorumlarla tahrif edilmesini dayatıyor. Müdahaneyi ahlak edinmiş olanlar davetin dilinin değiştirilmesini, mümkünse müşrikleri aşağılayan ayetlerin okunmamasını veya kimseye müşrik demeyerek orta bir yolun bulunmasını talep ediyor. Yani Kur’ân’ın farklı bir Kur’ân’la yer değiştirmesi veya bazı hükümlerinin değiştirilmesi talebi bugün de devam ediyor. Müslimlerin de bu tutum karşısında tüm bu taleplere Kur’ân’ın öğrettiği cevabı vermeleri, müdahane talebini kesin bir dille reddetmeleri gerekiyor:

“De ki: ‘Onu keyfî olarak değiştirmem olacak şey değildir. Ben, ancak bana vahyedilene uyarım. Şüphesiz ki ben, Rabbime isyan ettiğim takdirde büyük günün azabından korkarım.’ De ki: ‘Şayet Allah dileseydi, onu size okumazdım. Ve (Allah) size onu bildirmezdi. O (Kur’ân inmeden) önce de bir ömür aranızda yaşadım. Akletmez misiniz?’ Allah’a yalan uydurarak iftira eden veya O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Şüphesiz ki, suçlu günahkârlar kurtuluşa ermezler.”[10]

b. Tevhid İnancının Yumuşatılmasına Dair Talepler

“Neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını, bize karşı uydurasın diye seni fitneye düşüreceklerdi. (İstediklerini verdiğin takdirde) o zaman seni dost edinirlerdi. Şayet (ayağını) sabit kılmasaydık, neredeyse onlara az bir şey meyledecektin. O zaman biz sana, hayatın da ölümün de katmerli azabını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine bir yardımcı da bulamazdın.”[11]

Abdullah ibni Abbâs’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Sakîf heyeti Nebi’ye (sav) geldi ve ‘Üç hususta bize itaat etmen karşılığında sana itaat ederiz.’ dediler.

Nebi (sav), ‘Nedir onlar?’ diye sorunca, ‘(Namazda) eğilmememiz, putlarımızı kendi ellerimizle kırmamamız ve ibadet etmeksizin Lât hakkında bize bir sene mühlet tanıman.’ şeklinde cevap verdiler.

Bunun üzerine Nebi (sav) şöyle buyurdu: ‘İçinde rükû ve secde olmayan bir dinde hayır yoktur. Putlarınızı kendi ellerinizle kırmanıza gelince bu sizin işinizdir. Lât ve Uzzâ tağutlarına gelince ben onlar için size mühlet verecek değilim.’

Bunun üzerine dediler ki: ‘Ey Allahın Resûlü! Arapların ‘başkasına vermediğin bir şeyi bize verdiğini’ duymaları hoşumuza gider. Eğer Arapların, ‘Bize vermediğini onlara verdin!’ demesinden korktuysan da dersin ki: ‘Bunu bana Allah emretti.’

Allah Resûlü (sav) bir müddet sustu. Gelen kavim de onun susmasından dolayı istediklerini onlara vereceğini ümit ettiler. Allah (cc) bu ayeti indirdi.”[12]

Saîd ibni Cubeyr (rh) şöyle demiştir:

“Nebi (sav) Haceru’l Esved’i selamlıyordu. Müşrikler, ‘İlahlarımıza uğramadığın müddetçe Haceru’l Esved’i selamlamana izin vermeyeceğiz.’ dediler.

Allah Resûlü (sav) (kendi kendine) ‘Allah benim bunun tam aksine düşündüğümü biliyor sonuçta, böyle yapsam benim üzerime sorumluluk olur mu?’ dedi.

Bunun üzerine Allah (cc) şu ayetleri indirdi: ‘Neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını, bize karşı uydurasın diye seni fitneye düşüreceklerdi. (İstediklerini verdiğin takdirde) o zaman seni dost edinirlerdi. Şayet (ayağını) sabit kılmasaydık, neredeyse onlara az bir şey meyledecektin. O zaman biz sana, hayatın da ölümün de katmerli azabını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine bir yardımcı da bulamazdın.’[13][14]

“De ki: ‘Ey Kâfirler! Ben, sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Ben de sizin ibadet ettiklerinize ibadet edecek değilim. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.’ ”[15]

Abdullah ibni Abbâs’tan (ra) -İkrime yoluyla- şöyle rivayet edilmiştir:

“Kureyş Kabilesi Allah Resûlü’nü (sav) şunlara davet etti: ‘Ona mal verip Mekke’nin en zengin kişisi yapmak ve kadınlardan istediğiyle evlendirmek. Akabinde, ‘Bunlar senin için, ey Muhammed! Sen de ilahlarımıza sövmeyi bırak, onlara kötü sözler söyleme. Yok eğer bunları yapmayacaksan sana tek bir seçenek sunacağız.’ dediler.

Nebi (sav), ‘Nedir o?’ diye sorunca şöyle cevap verdiler: ‘Bir yıl sen bizim ilahlarımıza ibadet edersin, bir yıl da biz senin ilahına ibadet ederiz.’

Bunun üzerine Nebi (sav), ‘Rabbimden ne geleceğini bekleyeceğim.’ dedi. Sonra Allah (cc) Kâfirûn Suresi’ni ve Zumer Suresi’nden şu ayetleri indirdi: ‘De ki: ‘Ey cahiller! Bana, Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz?’ Andolsun ki sana ve senden önceki (resûllere): ‘Şayet şirk koşarsan bütün amellerin boşa gider ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursun.’ diye vahyedildi. Bilakis, yalnızca Allah’a ibadet et ve şükredenlerden ol.’[16][17]

Saîd ibni Mînâ’dan (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

“Velîd ibni Muğîre, Âs ibni Vâil, Esved ibni Abdulmuttalib ve Umeyye ibni Halef Allah Resûlü (sav) ile karşılaştılar ve şöyle dediler: ‘Ey Muhammed! Haydi gel sen bizim ibadet ettiklerimize ibadet et, biz de senin ibadet ettiğine ibadet edelim. Sen ve biz tüm bu işlerimizde ortaklaşalım. Bizim üzerinde olduğumuz şey senin üzerinde olduğundan daha hayırlıysa sen ondan fayda elde etmiş olursun, senin üzerinde bulunduğun şey bizim üzerimizde bulunduğumuz şeyden daha hayırlıysa biz de ondan fayda elde etmiş oluruz.’

Bunun üzerine Allah (cc) Kâfirûn Suresi’ni başından sonuna kadar indirdi.”[18]

Müşrikler zaman zaman Allah Resûlü’nden (sav), okuduğumuz taleplerde bulunur ve karşılıklı taviz teklif ederlerdi. Buna göre Allah Resûlü (sav) onların (sahte) ilahlarına dokunarak veya bir müddet o ilahlara tapınarak veya bir süre o ilahların meşru olduğuna inanarak taviz verecekti. Onlar da Allah Resûlü (sav) ile beraber ibadet edecek, onun davetine müdahale etmeyecek ve uyum içinde yaşayacaklardı. Günümüzde bu teklifler aynı mantıkla, ancak farklı suretlerde tekrar ediyor. Şirk ehlinin Allah’a (cc) şirk koştukları, putları tazim ettikleri ve kendi inanç esaslarını yücelttikleri törenleri var. İslam’a mensup olanların da bu törenlere katılmalarını, onların inanç esaslarını yüceltmelerini istiyorlar. Örneğin; dünyanın pek çok yerinde çocuklara şirk içerikli marşlar ezberlettirilir, çocuklar putlar önünde saygı duruşunda bekletilir, batıl inançları yüceltmeleri istenir… İslam’a mensup toplumların bu törenlere katılmalarını dayatır, bazen de teklif ederler. Yine ulusal bayramların çoğunda İslam’ın şirk kabul ettiği değerler yüceltilir ve putlara saygı duruşunda bulunulur. İslam’a mensup toplumların bu bayramlara katılması, ülkeye aidiyetlerini ispatlamaları istenir, dahası dayatılır. Yine dünyanın birçok yerinde siyasete dâhil olmak isteyenlerin kurucu değerleri yüceltmeleri, şirk törenlerine katılmaları ve sisteme olan bağlılıklarını yeminle pekiştirmeleri talep edilir. Tüm bunlardan daha tehlikeli olarak bu taleplerin meşru olduğuna ve İslam’a zıt bir yönünün bulunmadığına dair fetva vermeleri istenir. Yani İsrâ Suresi’nin 73 ila 75. ayetlerinde okuduğumuz şekilde “Allah’a iftira etmeleri” arzu edilir…

c. Davet Dilinin Değiştirilmesine Dair Talepler

“Onlara içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaşırdılar ve kâfirler dediler ki: ‘Şüphesiz ki bu, bir büyücüdür, bir yalancıdır. İlahları tek bir ilah mı yaptı? Gerçekten bu çok ilginç/şaşılacak bir şeydir.’ İleri gelenler harekete geçti ve: ‘Yürüyün, ilahlarınıza sahip çıkın (onlara bağlılıkta direnç gösterin). Şüphesiz ki bu, (sizden) istenen bir şeydir.’ (dediler.) ‘Biz bunu başka bir dinde işitmedik. O (tevhid) yalnızca bir uydurmadır.’ ”[19]

“Senden önce de ne zaman bir beldede bir uyarıcı gönderecek olsak, mutlaka oranın refah içinde yaşayan şımarıkları dediler ki: ‘Şüphesiz ki biz, babalarımızı bir din üzere bulduk ve biz onların eserlerine/izlerine uymuş kimseleriz.’ (Peygamber) dedi ki: ‘Babalarınızı üzerinde bulduğunuzdan daha hayırlı olanını size getirmiş olsam da mı?’ Dediler ki: ‘Şüphesiz ki biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edenleriz.’ ”[20]

İslam davetinin önceliği yalnızca Allah’a kulluk (tevhid) ve Allah’a (cc) yalnızca O’nun gösterdiği şekilde (sünnet) ibadet etmektir. Birinci ilke şirki, ikinci ilke atalar yolunu (gelenek) nefyeder. Müşrikler ise Allah (cc) ile birlikte aracı varlıklara kulluk eder, bunu da atalarından gördükleri şekilde yaparlar. Hâliyle biz müminler için tevhid ve sünnet ne kadar değerliyse onlar için de şirk ve atalar yolu o kadar değerlidir. İslam davetinin şirke, şirk koşulan ilahlara ve şirkin kaynağı olan atalar yoluna dair eleştirel/suçlayıcı dili onlara ağır gelir, kendilerini hakarete uğramış sayarlar. Aslında nebiler ve onların vârisleri hakaret etmez, yalnızca hakkı ortaya koyarlar. Ancak müşrikler haktan rahatsız olur, hak beyanını hakaret kabul ederler. Nebilere ve onların vârislerine davet dilini değiştirmelerini, yumuşamalarını teklif ederler:

“Kureyş ileri gelenlerinden bir grup Ebû Tâlib’e geldi ve ona şöyle dedi: ‘Ya Ebâ Tâlib! Kardeşinin oğlu ilahlarımıza sövüyor, dinimizi ayıplıyor, babalarımızı sapkınlık içinde bulduğunu söylüyor. Ya ona mani ol ya da bizi onunla baş başa bırak. Çünkü sen de bizim gibi ona muhalifsin.’

Ebû Tâlib tatlı sözler söyleyerek onları güzel bir şekilde geri gönderdi. Resûlullah da (sav) emrolunduğu şekilde Allah’ın dinini tebliğe devam etti.”[21]

“Kureyş’in ileri gelenleri Ebû Tâlib’e gelip dediler ki: ‘Ya Ebâ Tâlib! Senin yaşınla, şerefinle aramızda bir yerin var. Biz senden kardeşinin oğluna mani olmanı istedik, ona mani olmadın. Vallahi artık biz, dedelerimize hakaret edilmesine, huzurumuzun bozulmasına, ilahlarımızın ayıplanmasına sabredemez olduk. Ya ona engel olursun ya da biz onunla seni bir tutarız. Sonunda da iki gruptan biri helak olur gider.’

Bu şiddetli tehdit ve uyarı Ebû Tâlib’e ağır geldi. Resûlullah’a (sav) haber gönderip çağırttı ve ona şöyle dedi:

‘Ey kardeşimin oğlu! Kavmin bana geldi ve şöyle şöyle söylediler. Bana ve kendine acı! Bana taşıyamayacağım bir yük yükleme.’

Bunun üzerine Efendimiz (sav) amcasının kendisini terk edeceğini, artık yardım etmeyeceğini zannederek ona şöyle cevap verdi:

‘Ey amcacığım! Güneş’i sağ elime, Ay’ı sol elime verip bu davayı terk etmemi isteseler, Allah’a yemin ederim ki Allah bana zafer verinceye yahut helak oluncaya kadar ben bu davayı terk etmem.’ ”[22]

Görüldüğü gibi müşrikler Allah Resûlü’nün dinini bırakmasını istemiyorlar, hatta dinine davet etmesine de karşı çıkmıyorlar. Rahatsız oldukları husus davetin dili! Atalarına hakaret(!) edilmesinden, ilahlarının ayıplanmasından ve davetin hak ile batılı ayıran dilinden rahatsız oluyorlar. Yani birlik ve beraberliklerinin zedelenmesinden, toplumun inanç temelinde ayrışmasından rahatsız oluyorlar. Şunu diyorlar dolaylı olarak: Neye inanıyorsan inan, neye davet ediyorsan davet et; ancak başkalarının inancını eleştirme! “Şu şirktir, şu batıldır; şu taptıklarınız işitmez, görmez, fayda ve zarar vermez!” deme. Yani hakkı anlatan, ama batıla dokunmayan; doğruları olan, lakin yanlışları olmayan; önerisi olan, fakat eleştirisi olmayan bir davet dili istiyorlar. Oysa davetin içeriği İlahi olduğu gibi davetin dili de İlahidir, zira dili belirleyen içeriktir. Allah (cc) putların fayda ve zarar vermediğini söylediği için[23] Allah Resûlü (sav) bu hakikati dillendirmiştir. Allah (cc) onların atalarının sapkın olduğunu söylediği için[24] Allah Resûlü atalarının sapkın olduğuna hükmetmiştir. Allah (cc) Müslim ile kâfiri ayırdığı için[25] ve hak ile batılın düşmanlığını ilan ettiği için[26] Allah Resûlü (sav) batıla karşı eleştirel bir dil kullanmış, hak ile batılın arasını ayırmıştır. Özetle davetin dilini belirleyen davetin içeriği, yani vahiydir.

Şirk ehli; Müslimlerden sevgi pıtırcıkları, diyalog havarileri, suya sabuna dokunmayan insanlar olmalarını isterler. Sevgi dilinden (hakikatte dininden) bahseder, uçakları üstümüze ölüm kusarken bizden Mevlânâ gibi olmamızı ister, utanmadan sıkılmadan Mevlânâ Yılı ilan ederler. Aslında bu örtülü bir tekliftir. Mazmunu şudur: Bizim tarafımızdan meşru kabul edilmek istiyorsanız Mevlânâ gibi bir diliniz olsun. Moğol işgali karşısında nasıl ki Mevlânâ, “Bu Allah’ın kaderidir, bize de razı olmak düşer.” dediyse siz de bizim askerî, siyasi, ekonomik ve kültürel işgalimize aynı kaderci anlayışla yaklaşacak; bize ve sömürü/şirk düzenimize eleştiri yöneltmeyeceksiniz. Ya da şöyle düşünebilirsiniz: Tağuti sistem bir davetçiyi ekranların/minberlerin/mitinglerin başköşesine oturtuyor, ötekini zindan zindan gezdiriyorsa şu örtülü teklifi yapıyordur: Şu davet dilini kullanırsanız yeriniz ekran, şu davet dilini kullanırsanız yeriniz zindan!

d. Davete Gönül Verenlere Yönelik (Ötekileştirici) Talepler

“Rablerinin rızasını umarak gece gündüz O’na dua edenleri sakın kovma! Onların hesabından senin üzerine, senin hesabından da onların üzerine (onları kovmanı gerektirecek) bir sorumluluk yoktur. (Buna rağmen onları meclisinden kovarsan) zalimlerden olursun. ‘Allah aramızdan bu (fakir ve köle) olanları mı lütfuna layık gördü?’ desinler diye, biz onları birbiriyle imtihan ettik. Şükredenleri en iyi bilen Allah değil mi? Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde de ki: ‘Selam olsun size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. (Şöyle ki:) Sizden her kim bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra onun ardından tevbe eder ve (hatasını) düzeltirse, hiç şüphesiz O (Allah), (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr ve (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir.’ ”[27]

Sa’d ibni Ebî Vakkâs’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Biz altı kişiyle beraber Allah Resûlü’nün (sav) yanındaydık. Müşrikler dediler ki: ‘Şu adamları yanından kov. Tâ ki (bizlerle aynı mecliste bulunduklarından bizimle eşit olduklarını düşünmeye) cüret etmesinler.’

Resûlullah’ın (sav) gönlüne (bu isteğe karşılık vermeye yönelik) Allah’ın (cc) dilediği bir düşünce düştü. Allah (cc) bunun üzerine (uyarı mahiyetinde) bu ayetleri indirdi.”[28] [29]

Şirk toplumu, dinin ve emeğin sömürüldüğü bir toplumdur. Bir tarafta sömüren ayrıcalıklı bir azınlık; diğer yanda sömürülen çoğunluk vardır. Sömürenler mutlak itaat ve bağlılık (yani kulluk) ister, sömürdükleri çoğunlukla aralarına kesin ve keskin sınırlar çizerler. Soy, statü, diploma, ekonomik seviye bu sınırlardan bazısıdır. Zihinlerde kesin ve keskin ayrımlar olduğu gibi gerçek hayatta da sınırlar nettir. Aynı mahallelerde yaşamaz, aynı okullarda okumaz, aynı kıyafetleri giymez, aynı meclislerde sosyalleşmez, aynı sofraya oturmazlar… İslam davetinin özü, tüm bu sınırları reddeder. Beş vakit namazda tüm Müslimleri Allah’ın huzurunda eşitler. Şeriat/Yasa karşısında tüm müminleri eşitler. Bilgi kaynaklarına ulaşma ve ilim meclislerinde bulunma konusunda tüm müminleri eşitler. Aynı sofrada tüm müminleri eşitler… Şirk toplumu da bu eşitlik düşüncesi ve pratiğinden rahatsız olur, kendilerine birtakım ayrıcalıklar verilmesini isterler. İslam’a girmek için kendilerine bazı ayrıcalıklar tanınmasını talep eder, bu içerikte tekliflerle Müslimlere gelirler. Allah (cc) İslam’ın özüne aykırı bu ve benzeri tekliflere tüm kapıları kapatmış, müminlerin birbirlerine kenetlenmelerini ve bu beraberlikte sabırlı olmalarını istemiştir:

“Sabah akşam Rablerinin rızasını umarak O’na dua edenlerle beraber sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözünü onlardan ayırma. (İlgin, alakan onlar üzerinde olsun.) Kalbini zikrimizden gafil bıraktığımız, hevasına uyan ve işleri hep aşırılık olan kimseye itaat etme.”[30]

e. Davetçinin Şahsına Yönelik Talepler

“Hâ, Mîm. (Bu Kitap,) (özünde merhamet sahibi olan) Er-Rahmân, (rahmetini kullarına eriştiren) Er-Rahîm olan (Allah) tarafından indirilmiştir. (Bu,) bilen bir topluluk için Arapça okunan, ayetleri detaylı olarak açıklanmış bir Kitap’tır. Müjdeci ve uyarıcı olarak… Onların çoğu yüz çevirdi. Onlar dinlemezler. Dediler ki: ‘Bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz bir örtü içindedir. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde vardır. Sen (elinden geleni) yap, hiç şüphesiz, biz de (elimizden geleni) yapacağız.’ De ki: ‘Ben, ancak sizin gibi bir insanım. Bana, ilahınızın ancak tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. (O hâlde) O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Yazıklar olsun o müşriklere…’ Onlar ki; zekâtı vermezler ve onlar kesinlikle ahireti inkâr ederler. Şüphesiz ki iman edip salih amel işleyenlere, eksilmeyen/kesintisiz bir mükâfat vardır. De ki: ‘Yoksa sizler, yeryüzünü iki günde yaratan (Allah’a) kâfirlik ediyor ve O’na denkler/ortaklar mı kılıyorsunuz? Bu, âlemlerin Rabbidir.’ (Yeryüzünün) üzerinde (dağlardan) sabit kazıklar çaktı, orayı bereketlendirdi ve orada rızıklarını arayanlara eşit olarak dört günde (rızıklarını) takdir etti.”[31]

“Cabir ibni Abdullah (ra) dedi ki: ‘Kureyşliler bir gün toplanıp şöyle dediler: ‘Aranızda büyüyü, kâhinliği ve şiiri en iyi bileni bulunuz. O da şu topluluğumuzu dağıtan, işimizi bölen, dinimizi ayıplayan adama gitsin, onunla konuşsun, kendisine nasıl bir cevap vereceğine bir baksın.’

Mecliste bulunanlar, ‘Biz Utbe ibni Rebia dışında bunu yapabilecek kimseyi bilmiyoruz.’ dediler.

Bunun üzerine, ‘Haydi ey Ebu’l Velid, bu işi sen yap.’ dediler.

Utbe de Allah Resûlü’nün (sav) yanına gitti ve şöyle dedi: ‘Ey Muhammed, sen mi hayırlısın yoksa Abdullah mı?’

Allah Resûlü (sav) sustu.

Bu sefer, ‘Sen mi hayırlısın, yoksa Abdulmuttalib mi?’ dedi.

Allah Resûlü (sav) sustu.

Utbe tekrar şöyle dedi: ‘Eğer bunların senden hayırlı olduğunu söylüyorsan işte onlar da senin ayıpladığın bu ilahlara ibadet etmişlerdi. Eğer sen onlardan hayırlı olduğunu ileri sürüyorsan haydi konuş da senin ne konuştuğunu duyalım. Allah’a yemin ederiz ki biz, kavmine senden daha çok uğursuzluk getiren birini görmedik. Topluluğumuzu dağıttın, işimizi darmadağın ettin, dinimizi ayıpladın, Araplar arasında bizi rezil ettin. Hatta onlar arasında, ‘Kureyşliler arasında bir büyücü var, Kureyşliler arasında bir kâhin var.’ haberi uçarcasına yayıldı. Allah’a yemin ederim ki kılıçlarımızı çekip, birbirimizin üzerine yürüyüp, birbirimizi yok edinceye kadar çarpışmamıza hamilenin bir feryadı gibi bir işaretten başkasını beklemiyoruz. Ey adam, eğer bu işi ihtiyacından ötürü yapıyorsan senin için mal toplarız; öyle ki Kureyş’in en zengini sadece sen olursun. Şayet senin böyle hareket etmen evlenmek isteğinden dolayıysa Kureyş kadınlarından dilediğini seç, seni on tane kadınla evlendirelim.’

Allah Resûlü (sav), ‘Söyleyeceklerin bitti mi?’ dedi.

Utbe, ‘Evet.’ deyince Allah Resûlü (sav), ‘Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.’ dedi ve ‘Hâ, Mîm. Rahmân ve Rahîm olan tarafından indirilmiştir.’ buyruğundan ‘Eğer yüz çevirirlerse sen de de ki: ‘Ben Ad ve Semud’a gelen yıldırım gibi bir yıldırımla sizi korkutup uyarırım.’ ’[32] buyruğuna kadar okudu.

Burada Utbe, ‘Bu kadar yeter, bu kadar yeter! Söyleyecek başka bir şeyin yok mu?’ dedi.

Allah Resûlü (sav), ‘Hayır.’ deyince o da Kureyş’in yanına geri döndü.

Ona, ‘Bize ne haber getirdin?’ dediler.

Şu cevabı verdi: ‘Onunla konuşmak istediğiniz hiçbir şey bırakmadım (hepsini konuştum.)’

‘Peki, sana cevap verdi mi?’ dediler.

O, ‘Hayır, semayı açıkça yükseltene yemin ederim ki onun söylediklerinden hiçbir şey anlamadım. Şu kadarı var ki o sizleri Ad ve Semud’un yıldırımı gibi bir yıldırımla korkuttu.’ dedi.

Kureyşliler, ‘Vay senin hâline! Adam seninle Arapça konuştuğu hâlde sen ne söylediğini anlayamadın öyle mi?’ dediler.

Utbe, ‘Evet, Allah’a yemin ederim ki ben yıldırımın söz konusu edilmesi dışında söylediklerinden hiçbir şey anlamadım.’ dedi.”[33]

Müşrikler bazen de davetçiye mal, kadın, statü, (dönemin şartlarına göre en ileri) tedavi yöntemleri ve yönetim ortaklığı teklif ederler. Bu tekliflerin özü; davetçinin şahsi sıkıntılarını gidermeye, sosyal statüsünü yükseltmeye ve onu ülke siyasetinin parçası kılmaya yöneliktir. Bu teklifler bazen direkt bazen dolaylı gerçekleşir. Örneğin; günümüzde sistem bazı İslami yapıları engeller, bazısının önünü açar. Sistemin onayladığı dinî söylemlere sahip olanlar hiçbir bürokratik engellemeyle karşılaşmaz, ihtiyaç duyduğu her türlü yardımı sistem kuruluşlarından alabilir. Bazı yapılar ise sürekli engellemeler, kısıtlamalar ve bürokratik zorluklarla karşılaşır. Burada tüm yapılara örtülü bir teklif vardır: Sistemin onay verdiği dine inananlar her türlü mali desteği alacak, sistemin onay vermediği söylemlere sahip olanlar ise her türlü engellemeyle karşılaşacaklardır. Bu, sözlü bir teklif olmasa da sözden daha etkili, pratik bir tekliftir. Bugün birçok sistem şunu söyler: Siyaset yapmak istiyorsanız partinizi kurun, seçimlere girin, parlamentoda ister iktidar ister muhalefet olun. Ancak siyasi parti kurmadan anayasal düzene yönelik eleştirilerinizi yıkıcılık, bölücülük, terör faaliyeti kabul ederiz. Dikkatli bir göz bu teklif ile Nebi’ye (sav) yönelik teklif arasında bir fark olmadığını görür. Mekkeliler de ondan (sav) Dâru’n Nedve’ye (o günkü meclise) katılmasını, söyleyeceklerini siyasi yönetim içinde söylemesini, yeni muhalefet partisi olmasını istiyorlardı. Onların tüm bu tekliflerine Allah Resûlü (sav) ne güzel cevap veriyordu! Kur’ân okuyordu, yalnızca Kur’ân! Bırakın bir cevap vermeyi, teklifi gündemine dahi almıyor, nezaketen dinliyor, sonra inen Kur’ân ayetlerini okuyordu. Anlıyoruz ki önceki teklifler karşısında bir ân düşünmesi ve sert uyarıya maruz kalması onu (sav) geliştirmiş. Davetin en büyük maslahatının şirk ehlinin tekliflerine sırt dönmek olduğunu özümsemiş. Kur’ân onu (sav), o da insanlığı değiştirmiş…

Müdahane Girişimlerinin Nedenleri

Aklımıza şu soru gelebilir: Şirk ehli, mutlak otoritedir. Neden müminleri topyekûn yok etmek yerine onlarla uyum içinde yaşayacak tekliflerde (müdahane girişiminde) bulunurlar? Allah’tan (cc) yardım isteyerek bu soruya birkaç yönden cevap verebiliriz:

Yüce Allah’ın yeryüzünde şahitleri vardır. Bu topluluklar O’nun (cc) varlığına ve birliğine şahitlik eder, yaşadıkları dönemde hakkı temsil ederler. Allah (cc) bazen onları şehit olarak şahit kılar, Ashab-ı Uhdud gibi. Bazen de hak davetçileri olarak şahit kılar; İsrailoğulları, Havariler ve ashab gibi. Müşriklerin asli gayesi müminleri topyekûn yok etmek ve soykırım yapmaktır. Bazen buna fırsat bulurlar. Zira Allah’ın (cc) muradı bu yöndedir. Bazen çok isterler, ancak bir şey onlara engel olur. İşte o “bir şey” Yüce Allah’ın muradıdır. Örneğin Firavun, İsrailoğullarından korkmaz. Korkmadığı içindir ki rahatlıkla erkek çocuklarını boğazlar. Ancak aynı Firavun Mûsâ (as) karşısında kilitlenir, hiçbir şey yapamaz. Aslında onu öldürmeyi düşünür.[34] Fakat “bir şey” ona engel olur… İşte müşrikler o engeli hissettiklerinde zorunlu olarak tekliflere başvurur, uyum içinde yaşama seçeneğini düşünürler. Yani bu bir tercihten ziyade bir zorunluluktur. Zorunluluktan kastımız şudur: Mevcut sistemi reddeden, neye inandığını bilen ve her geçen gün taraftarları artan dinî bir muhalefet vardır. Tehditler ve fiilî işkenceler bu hareketi engellememekte, aksine kenetleyip büyütmektedir. Şirk ehli, harekete engel olamayacaklarını anladıklarında hareketin enerji ve potansiyelinden yararlanmak; şirk, zulüm ve masiyetlerle çürümüş düzenlerini bu yeni toplumsal yapıyla aşılamak isterler. Onları siyasete ortak etme tekliflerinin nedeni biraz da budur.

Şayet İslam daveti bu tekliflerden birini dahi kabul etse kendisini var eden tüm dayanakları yıkmış olacaktır. Şöyle ki; İslam davetinin en temel iddiası, davetin Rabbani bir metoda sahip olduğu ve şirk daveti gibi beşerî arzulara boyun eğmediğidir. Teklifleri kabul ettiklerinde aslında onların da beşerî sistemler gibi olduğunu, hevalarına/arzularına göre ilkelerinde oynama yapabileceklerini onaylamış; böylece davetin temeli olan Rabbaniliği yıkmış olurlar. Müşriklerin tekliflerinin ardında bu şeytani düşünce yatmaktadır.

İnsan toplulukları dış tehditler karşısında savunma refleksi geliştirir, birbirine kenetlenir, iş birliği yaparlar. Hâliyle şirk toplumundan gelen tehditlerin birleştirici ve kenetleyici bir etkisi vardır. Teklif ise kafa karıştırıcıdır; toplumda farklı düşünceler oluşturur, iç karışıklığa neden olur. Hâliyle Müslimler arasındaki kenetlenmeyi çözer.

“İkrime de şöyle demiştir: Rebia’nın iki oğlu Utbe ile Şeybe, Mut’im bin Adiy, Haris bin Nevfel, Abdimenafoğullarının eşrafı ile birlikte Ebû Tâlib’e geldiler. Eğer kardeşinin oğlu bizim azadlıklarımızı ve kölelerimizi yanından kovarsa kalplerimizdeki yeri daha sağlam olur ve ona uymamız için büyük avantaj sağlar, dediler. Ebû Tâlib de geldi, ona (sav) bunu anlattı. Ömer ibni’l Hattab da ‘Bunu yapsan da ne istediklerini bir görsek ey Allah’ın Resûlü (sav).’ dedi. Bunun üzerine bu ayetler indi. Ömer de dönüp dediklerinden dolayı özür diledi.”[35]

Görüldüğü gibi teklif, Ömer (ra) gibi tavizsiz bir sahabiyi dahi farklı düşüncelere sevk etmiştir. İşte müşrikler teklifin bu etkisini bildiklerinden İslam toplumuna dolaylı veya direkt, sürekli teklif sunarlar.

Müminleri güçlü kılan unsurlardan biri de kendilerine ait bir gündemlerinin olması, şirk ve cahiliye toplumunun gündemiyle aralarına mesafe koymalarıdır. Şirk ehli direkt ve dolaylı teklifleriyle onları kendi gündemleriyle meşgul etmek ve onlara güç veren dayanaklardan birini yıkmak isterler.

Müdahane, şirk toplumunun tuzaklarından biridir.[36] Şirk ve İslam arasındaki mücadele sürdükçe müdahane ahlakı var olacak, çağın gereklerine göre yeni formlar kazanacaktır. İslam toplumları güncel müdahane girişimlerinin farkında olmalı, hakkı ve sabrı tavsiye ederek müdahane girişimlerini bertaraf etmelilerdir. İslam toplumuna düşen, farkındalık ve çabadır. Asıl koruyucu Allah’tır (cc).

Allah’a (cc) emanet olunuz.


[1]. 68/Kalem, 9

[2]. bk. Mu’cemu Mekâyîsi’l Luğa, 2/308, d-h-n maddesi

[3]. bk. El-Mufredât, s. 320-321, d-h-n maddesi

[4]. bk. Mevsûatu’t Tefsîri’l Mevdûî, 30/170 vd.

[5]. 68/Kalem, 8-16

[6]. 10/Yûnus, 15

[7]. bk. 53/Necm, 23

[8]. 53/Necm, 28

[9]. Tarihselcilerin talepleri ve eleştirisi için bk. Tevhid Dergisi, S 81, s. 5

[10]. bk. 10/Yûnus, 15-17

[11]. 17/İsrâ, 73-75

[12]. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 13/269-270, 43639 No.lu rivayet

[13]. 17/İsrâ, 73-75

[14]. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 13/270, 43640 No.lu rivayet

[15]. 109/Kâfirûn, 1-6

[16]. 39/Zumer, 64-66

[17]. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 23/640, 85343, No.lu rivayet

[18]. age. 23/641, 85346 No.lu rivayet

[19]. 38/Sâd, 4-7

[20]. 43/Zuhruf, 23-24

[21]. Peygamber Efendimizin Hayatı ve Daveti, Safiyurrahman Mübarek Furi, Risale Yayınları, s. 85

[22]. age. s. 102-103

[23]. “Allah’ı bırakıp da kendilerine dua ettiğiniz varlıklar, sizin gibi (Allah’a) kuldurlar. Şayet doğruysanız, çağırın da çağrınıza karşılık versinler. Onların kendisiyle yürüdükleri ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri, işitecek kulakları mı var ki (çağrınıza icabet etsinler)? De ki: ‘Bütün ortaklarınızı çağırın. Sonra elinizden gelen tuzağı kurun ve bana göz açtırmayın.’ ” (7/A’râf, 194-195)

[24]. “Gerçek şu ki; onlar babalarını sapıklar olarak buldular. Kendileri de, onların izleri peşinde koşuşturmaktalardır. Andolsun ki onlardan önce, evvelkilerin çoğu da sapmıştı.” (37/Saffât, 69-71)

[25]. “İman edip salih amel işleyenleri, yeryüzünde bozgunculuk yapanlarla bir tutar mıyız hiç? Ya da muttakileri facirlerle bir tutar mıyız?” (38/Sâd, 28)

[26]. “Andolsun ki biz: ‘Allah’a ibadet edin.’ diye (davet etmesi için) Semud’a kardeşleri Salih’i yolladık. (Davet başladığı anda) birbirlerine hasım olan iki grup oluverdiler.” (27/Neml, 45)

           “(Hayır, öyle değil!) Bilakis biz, hakkı batıla musallat ederiz de onu beyninden yakalayıp parçalar. (Bir de bakarsın ki) batıl yok oluvermiş. (Allah’a) yakıştırdığınız sıfatlardan ötürü yazıklar olsun size!” (21/Enbiyâ, 18)

[27]. 6/En’âm, 52-54

[28]. Müslim, 2413

[29]. bk. Tevhid Meali, s. 132, En’âm Suresi, 52. ayetin açıklaması

[30]. 18/Kehf, 28

[31]. 41/Fussilet, 1-10

[32]. bk. 41/Fussilet, 1-13

[33]. İbn-i Kesîr Tefsîri, 9/514-515, Fussilet Suresi, 1-5 ayetlerin tefsiri

[34]. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim. O da Rabbini çağırsın (yardıma). Ben, (Musa’nın) dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.’ ” (40/Mu’min (Ğafir), 26)

[35]. Zâdu’l Mesîr, 2/189, En’âm Suresi, 52. ayetin tefsiri

           “Rablerinin rızasını umarak gece gündüz O’na dua edenleri sakın kovma! Onların hesabından senin üzerine, senin hesabından da onların üzerine (onları kovmanı gerektirecek) bir sorumluluk yoktur. (Buna rağmen onları meclisinden kovarsan) zalimlerden olursun.” (6/En’âm, 52)

[36]. Şirk toplumunun tuzakçılığına dair geniş bilgi bk. Vahyin Rehberliğinde En’âm Suresi Tefsiri, s. 347

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver