İfk Hadisesi

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, Resûl’üne olsun.

Ben-i Mustalik Gazvesi dönüşü yaşanan İfk Hadisesi Medine’ye hicretin akabinde münafıkların çıkardıkları pek çok fitneden sadece biriydi. Öncekilerden en büyük farkı ise bizzat Allah Resûlü (sav) ve onun sadık dostu Ebû Bekir’in (ra) ailesinin hedef alınmasıydı. Münafıkların Âişe Annemiz (r.anha) hakkında dedikodular üretmelerindeki ilk amaçları tabii ki Âişe Annemizin iffeti değildi. Onlar aslında nübüvvetin merkezine ve onun ilk günden beri destekçisi Ebû Bekir’e (ra) yönelik saldırılara girişiyorlardı.

Düşünüldüğünde temiz olmaya bu kadar düşkün iki seçkin insana ve ailelerine imtihan olarak bundan daha ağırı olmadığı görülür. Allah Resûlü (sav) ve ehli Yûsuf Peygamber’in (as) imtihanını tattılar, üzüldüler, yıprandılar ve sabrettiler.

İmtihan ânında itidal dairesinden çıkmamak ve şeriatın çizdiği sınırlara göre hareket etmek çok mühimdir. Kur’ân’da bize anlatılan sabır timsali her örnek şahsiyette bunu müşahede ediyoruz. Kıssanın geri kalan kısmını okuduğumuzda bunun yeni bir örneğini göreceğiz:

Âişe (r.anha) şöyle dedi:

“Nihayet Medine’ye geldik. Medine’ye geldikten sonra bir ay süreyle hastalandım. İnsanlar ifki (iftirayı) uyduran kimselerin sözlerini konuşup duruyorlardı. Bense bunlardan hiçbir şeyin farkında değildim. Fakat hastalığım hâlinde daha önce hastalandığım vakit Allah Resûlü’nden (sav) görmeye alıştığım ince muameleyi görmeyişim beni şüpheye düşürüyordu. Allah Resûlü’nün (sav) tek yaptığı yanıma gelip selam vermesinden ibaretti. Sonra da ‘Şu sizin kızınız nasıldır?’ diye sorup gidiyordu. İşte bu durum beni şüpheye düşürüyordu. Fakat ben o kötülüğün farkına bile varmamıştım.

Nihayet nekâhet döneminde dışarı çıktım. Mistah’ın annesiyle birlikte El-Menası’ denilen yere doğru çıkmıştım. Orası bizim ihtiyaçlarımızı görmek üzere gittiğimiz bir yerdi. Oraya ancak geceleri giderdik. Bu hâl ise evlerimize yakın yerlerde tuvalet yapımına başlanmadan önce idi. O sırada ilk Arapların durumu gibi uzak, çöllük arazilerde ihtiyaçlarımızı defeder ve evlerimize yakın yerlerde bunu yapmaktan rahatsız olurduk. Bu sebeple ben ve Mistah’ın annesi -ki o Ebû Ruhm ibni Abdulmuttalib ibni Abdi Menâf’ın kızıdır, annesi de Sahr ibni Âmir’in kızı olup Ebû Bekir Es-Sıddîk’in teyzesi ve oğlu da Mistah ibni Usâse ibni Abbâd ibni Muttalib’dir- ihtiyacımızı gördükten sonra odama doğru geliyorduk. Mistah’ın annesinin ayağı çarşafına takıldı. ‘Kahrolası Mistah!’ dedi. Ben ona, ‘Ne kötü bir söz söyledin. Bedir’de bulunmuş bir adama mı ağır söz söylüyorsun?’ dedim.

Annesi bana, ‘Ah kızım, sen onun neler söylediklerini duymadın mı?’ dedi.

‘Neler söyledi?’ diye sordum.

Annesi bana İfk Hadisesi’ni dillerine dolayanların neler söylediklerini bildirdi. Bu sebeple mevcut hastalığım daha da arttı. Ben evime dönünce Allah Resûlü (sav) bulunduğum yere girdi, selam verdi. Sonra da, ‘Şu sizin kızınız nasıldır?’ dedi. Ben de ona, ‘Bana anne babamın yanına gitmeme izin verir misin?’ dedim. Ben anlatılanlara dair haberleri onlardan dinleyip kesin bir bilgi sahibi olmak istemiştim. Allah Resûlü de (sav) bana izin verdi.

Anneme, ‘Anacığım, bu insanlar neleri dillerine dolamış  da anlatıyorlar?’ dedim.

Annem, ‘Kızcağızım, kendine acı! Allah’a yemin ederim ki kumaları bulunan, kocası tarafından sevilen her bir güzel kadının aleyhine mutlaka çokça söz söylenmiştir. Bunlardan kurtulan pek azdır.’ dedi.

Ben, ‘Subhanallah, insanlar bunları da dillerine doladı mı?’ dedim. O gece sabaha kadar ağlayıp durdum. Ne gözyaşım dindi ne de gözüme uyku girdi. Sabah olduğunda yine ağlıyordum.

(Bu hususta) vahyin gelmesi gecikince Allah Resûlü (sav) kendilerine sormak ve hanımından ayrılmak hususunda onlara danışmak üzere Alî ibni Ebî Tâlib ile Usâme ibni Zeyd’i çağırdı. Usâme, Allah Resûlü’ne (sav) hanımının tamamıyla temiz ve suçsuz olduğuna dair ve kendisinin onlarla ilgili özel kanaati doğrultusunda görüş belirtti. Usâme, ‘O senin hanımındır. Biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz.’ dedi.

Alî ise, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Allah bu hususta işi senin aleyhine daraltmış değildir. Hem onun dışında pek çok kadın da vardır. Sen cariyeye sor, o sana doğruyu söyleyecektir.’ dedi.

Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) Berîre’yi çağırdı ve ‘Ey Berîre, seni kuşkulandıracak herhangi bir şey gördün mü?’ diye sordu. Berîre ona, ‘Seni hak ile gönderene yemin ederim ki ben kesinlikle onun aleyhine değerlendirebileceğim hiçbir şey görmüş değilim. Şu kadarı var ki o, yaşı küçük bir kızdır. Ailesine hamur yoğururken uyur da evdeki evcil hayvan gelir, ondan yer (onda gördüğüm kusur bundan ibarettir).’ dedi.

Allah Resûlü (sav) aynı gün kalkıp minber üzerinde Abdullah ibni Ubey konusunda (yapacaklarından) mazur görülmesini isteyerek dedi ki:

‘Ey Müslimler topluluğu! Aile halkıma ağır sözler söyleyecek kadar eziyeti bana ulaşmış bir kimseye karşı (yapacaklarım dolayısıyla) beni kim mazur görür? Allah’a yemin ederim ki ben aile halkım hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyorum. Andolsun onlar, yine hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmediğim bir adamı söz konusu ediyorlar. O, benim aile halkımın yanına ancak benimle beraber girer.’

Abduleşheloğullarından olan Sa’d ibni Muâz kalkarak, ‘Ey Allah’ın Resûlü, bu hususta ben seni mazur görürüm (sana yardım ederim). Eğer o kişi Evs’tense boynunu uçururum. Şayet kardeşlerimiz olan Hazrec’tense sen bize emret, biz de senin emrini yerine getiririz.’ dedi.

Hazreclilerden bir adam ayağa kalktı. Bu kişi Hazrec’in efendisi Sa’d ibni Ubâde idi. O, bundan önce de salih bir insandı. Fakat hamiyetinin etkisi altında kaldı ve Sa’d’a şu cevabı verdi: ‘Allah’a yemin ederim ki yalan söylüyorsun. Onu sen öldüremezsin, onu öldürmeye gücün de yetmez. Eğer senin kabilenden olsaydı öldürülmesini de arzu etmezdin.’

Sa’d ibni Muâz’ın amcasının oğlu olan Usayd ibni Hudayr kalkarak Sa’d ibni Ubâde’ye, ‘Allah hakkı için yalan söylüyorsun. Andolsun onu öldüreceğiz, sen bir münafıksın ve münafıkları savunmak üzere tartışıyorsun.’ dedi.

Evs ve Hazrec Kabileleri galeyana geldi. Öyle ki Allah Resûlü (sav) minberin üzerinde ayakta duruyorken az kalsın birbirleriyle vuruşacaklardı. Fakat Allah Resûlü (sav) onları teskin edip durdu. Nihayet onlar da sustular, o da (sav) sustu.”[1]

Allah Resûlü (sav) bir peygamber, Kitap ve güç de onun elinde. Dilediği gibi davrandığında kimse ona hesap sormayacak. Buna rağmen şeriatın hükümlerine ilk o uyuyor ve fitneciler hakkında hemen hüküm verip onları ortadan kaldırmıyor. Bu gerçekten büyük bir meziyettir. İslam ümmeti mustazafken nasıl davranması gerektiğini öğrenmiş ve bunu birçok kez tecrübe etmiş olabilir, ancak güçle imtihan edildiğinde ortaya çıkan tablolar hiç de iç açıcı değildir.

Bununla birlikte Peygamber’in (sav) insani yönünü görüyoruz. En mahremi hakkında söz söylenmiş, Medine’de meclislerde fitne pişirilmiş ve yalnız bırakılmış bir adam. İlk önce bireysel istişareler yapıyor, ama oradan beklediğini bulamayınca ashabını topluyor. Aslında onun toplamasına gerek kalmadan, “Sen atını denize sür, biz seninle beraber geliriz.”[2] diyen ashabın hücre-i saadetin önünü doldurup, “Ey Nebi, iftiracılara kulak asma! Sen de ehlin de temizlikte bizim fersah fersah önümüzdesin. İzin ver fitnecilerin sesini keselim!” diyebilmelilerdi. Ama olmadı. Dahası, yapılan geniş kapsamlı istişarede Evs ve Hazrec Kabilelerinin damarlarındaki kabilecilik ateşi tutuştu. Birbirlerinin üzerine yürüdüler.

Fitneye uğramış kardeşimize yardımcı olmanın yolu empati yapmaktan geçer. “Ben onun yerinde olsaydım bana ne yapılmasını beklerdim?” sorusunun cevabı muamelenin yol haritasıdır.

Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.


[1]. Buhari, 4141; Müslim, 2770

[2]. Sîretu İbni Hişâm, 1/615

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver