Nebi Örnekliğinde Fıtrî ve İmanî Bir Değer Olarak Vefâ

 

İnsan; aklı, iradesi ve muhakeme kabiliyetiyle diğer tüm canlı türlerinden ayrılır. İnsan, kendi neslinin devam etmesi için çalışan bir varlık değildir. Yaratılışı itibariyle dünyayı imar ve ihyâ edip, hayata anlam ve değer katma potansiyeline sahip kerim bir varlıktır. Hiçbir insanın, sadece fiziksel ve biyolojik açıdan ihtiyaçlarını temin edebiliyor olmakla varlığını en güzel bir surette, yaratılış gayesine uygun bir biçimde sürdürmesi mümkün değildir. Zira kendi iç dünyasıyla, çevresiyle ve fıtratın tabiî yönelimi itibariyle yüce yaratıcısıyla da her halükârda bir ilişki içerisindedir. Sözcüklere ve kelimelere dökülen bu ilişki ve bağlar çok önemlidir. Çünkü anlamayı, ünsiyeti, beraberliği ve hayata dair birçok hususu mümkün ve sürdürülebilir kılan da bu kelimelerdir.

Bazı kelimeler ve kavramlar vardır ki hayatımızda çok büyük ve derin anlamları olan değerlerin, dile gelmiş hâlidir. Öyle değerler ki, hiç kimse bunları yok saymaya veya bu değerlerden tamamen uzak kalmaya güç yetiremez.

Dostluk ve muhabbette sebat etmek, sevgide istikrar ve devamlılık, içten bağlılık ve sâdakat, yani Vefâ da bu önemli değerlerdendir.

Vefâlı bir kimse, içinde bulunduğu topluma artı değerler katar. Vefâ aynı zamanda kişinin kulluğunu da güzelleştirip ziynetlendirir. Hakiki mânâda medenîleşememiş cahiliye toplumunda ise vefâ, tıpkı vücuttaki bir ben misâli az olduğundan olsa gerek vefâlı/vefâkar bir kimse, sanki onun üzerinde şöhret elbisesi varmış gibi çok dikkat çekici bir konumda görülür.

Batının ve bâtılın çirkinliklerine hüsnü kabül gösterdiği ândan itibaren kişi, üzerindeki gömleği çıkarır gibi İslamî ve fıtrî değerlerden de sıyrılmaya başlar. Günümüzde vefâ da büyük ölçüde aynı akıbete uğramıştır, maalesef. Sahih tevhid akidesi ‘Sağlam bir temel’, ‘Şüpheden uzak yakînî bir imân’ da bir binâ olarak kabul edilirse böyle bir yapının envaî ziynetlerinden birisi de mü’minin bağ ve ilişki içerisinde bulunduğu her muhatabına karşı vefâ sahibi olmasıdır.

Vefânın öyle bir kuşatıcılığı vardır ki bunu sadece mü’minler arasında gösterilmesi gereken bir değer olarak görmek veya sınırlandırmak hem doğru değil, hem de mümkün değildir. Mü’min kimsenin beşerî münâsebetler çerçevesinde bağ ve ilişki kurduğu her bir muhatabına Müslümana yaraşır bir vefâkarlığı her daim göstermesi gerekir.

Tevhidden tababete kadar her konuda bizim için önder ve örnek olan Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bu meselede de ümmet için yol gösterici tatbikatları vardır.

Nebevî Vefânın Sınırsız Kuşatıcılığı

Mü’min kalplere kuvvet ve ruhlara sürûr veren Nebevî vefâ örnekleri bizlere vefânın sarıp sarmalayıcı ve kuşatıcı özelliğini de yeniden hatırlatıyor.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, eşi ve mü’minlerin annesi olan Hatice’nin radıyallahu anha vefatından sonra hayatı boyunca faziletlerini dile getirmiş, ona rahmet okumuş ve onun yakın arkadaşlarına iyilikte bulunmuştur. Aişe radıyallahu anh şöyle anlatır:

“Kendisini görmediğim hâlde Hatice’den kıskandığım kadar, Rasûlullah’ın hiçbir hanımından kıskanmadım. Rasûlullah onu çok anıyordu. Kestiği koyunu parçalara bölerek Hatice’nin komşularına ve dostlarına gönderirdi. Ona ‘Hatice gibi, dünyada kadın yokmuş (gibi davranıyorsun)’ dediğimde şu cevabı verirdi: ‘(Vasıflarını sayarak) o şöyle şöyledi… Ondan çocuklarım da vardı.’ ” (Buhari)

Ashabtan Ebu Tufeyl radıyallahu anh naklediyor:

“Ci’râne denilen bir mıntıkada Rasûlullah’ı et taksim ederken gördüm. O zaman henüz çocuktum ve devenin kesilen bir parçasını taşıyordum. Bu sırada Rasûlullah’ın yanına bir hanım geldi. Rasûlullah onun oturması için hırkasını serdi. Ben:

— Bu kadın kimdir? diye sordum.

— Bu, Peygamberin sütannesidir, denildi.” (Buhari, Edebu’l Mufred; 1295)

İbni Hişam’ın Siyeri’nde nakledildiğine göre Huneyn’de Hevâzinliler ittifakında Sa’doğlulları da bulunmaktaydı. Hevâzinliler Müslümanlarla savaşmaya çıkarken kadınlarını, çocuklarını, develerini ve davarlarını da beraberlerinde getirmişlerdi. İslam ordusu, sayıları otuz bin civarındaki müşrik ordusunu yenince Huneyn vadisini dolduran ganimetlere de sahip oldular. Ancak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ganimetleri ve esirleri on gün boyunca mücahidler arasında paylaştırmadı. Bunun nedeni, Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bu süre zarfında Sakifliler, Sa’doğulları ve diğer kabilelerden temsilciler gelsin de Müslüman olsunlar, böylelikle elde edilen esirlerini ve mallarını da onlara geri vereyim diye beklemesiydi. Bu bekleyiş sırasında esirler arasında bulunan Şeymâ, Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem yanına geldi ve ‘Ya Rasûlullah! Ben senin süt kardeşinim.’ dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Bunun alâmeti nedir?’ diye sordu. O da: ‘(Küçüklüğünde) Ben seni arkamda taşırken sırtımı ısırmıştın.’ dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o alameti tanıdı. O ândan itibaren büyük bir vefâ ile ona yakınlık gösterdi. Ona: ‘Eğer istersen benim yanımda izzet, ikram ve sevgi ile kalabilirsin. İstersen sana mal vereyim ve kavmine göndereyim.’ dedi. O da: ‘Bana biraz mal ver ve beni kavmime ulaştır.’ talebinde bulundu. Allah Rasûlü de sallallahu aleyhi ve sellem öyle yaptı. (İbni Hişam, Siyer)

Nebevî vefâ örneklerini öyle durumlarda görüyoruz ki sıradan bir kimse için bunu bizzat gerçekleştirmek bir tarafa, böyle bir manzaraya tahammül etmek bile oldukça rahatsız edici olabilmektedir. Böylesine üstün ahlak ve mükemmellik misâllerini eksiksiz bir biçimde ancak Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem seçkin, seçilmiş ve örnek hayatında görebiliyoruz.

Mekke’deki Müslümanların en çetin imtihanlarla karşı karşıya kaldığı günler. Gücü ve kabilesi olmayan mustaz’af Müslümanlara her türlü eziyetin revâ görüldüğü zamanlar. Kureyş’in azgın müşrikleri bu eziyet ve işkencelerle de yetinmiyorlar. Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem ve diğer Müslümanlara açıkça eziyet etmekten kaçınan Beni Haşim ve Beni Muttalib’i dahi cezalandırmaya karar veriyorlar. Müşrikler, Rasûlullah’la sallallahu aleyhi ve sellem ve Rasûlullah’tan dolayı Beni Haşim ve Beni Muttalibe’le olan ilişkilerini kestiler. Onlarla evlenmemeye, onlarla bir araya gelmemeye ve herhangi bir ilişki kurmamaya karar vererek iki veya üç sene süren bir boykot uyguladılar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve beraberindekiler bundan çok büyük ıstıraplar çekti. Nihayet Kureyşlilerden bazı akıl sahiplerinin gayretiyle bu boykot ve baskıya son verildi. Bu boykotun kaldırılması için en ciddî çaba sarfedenlerin başında Ebu’l Bahteri bin Hişam ile Mut’im bin Adiyy vardı. Neticede bu şahısların da aralarında bulunduğu kimi Kureyş ileri gelenlerinin ısrarlı çabalarıyla Müslümanlara uygulanan boykot sona erdirildi.

Mut’im bin Adiyy ile ilgili başka bir hâdise de şudur: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Taif’ten dönüşünde Hira’da konakladı. Kendisini Mekke’de himaye etmeleri için bazı Kureyş ileri gelenlerine haber gönderdi. Rasûlullah’ı himaye etmeyi Mut’im bin Adiyy’den başkası kabul etmedi. Mut’im bin Adiyy, oğulları ve kabilesinden birtakım kimselerle beraber silahlarını kuşanıp Mekke girişinde Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem karşıladılar.

Bedir savaşında yüce Allah’ın va’di gerçekleşmiş, Müslümanlar zafere ulaşmış ve şirk ordusu hezimete uğrayarak öldürülenler öldürülmüş, esir alınanlar da Medine’ye götürülmüştü. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o gün ashabına şöyle buyurdu: “Beni Haşim ve başka kabilelerden birtakım adamların zorla (savaşa) çıkartıldıklarını öğrendim. Sizden kim Ebu’l Bahteri bin Hişam ile karşılaşırsa onu öldürmesin, kim Abbas bin Abdulmuttalib ile karşılaşırsa onu öldürmesin. Çünkü onlar ancak istemeyerek, zorla çıkartılmıştır.”

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ebu’l Bahteri bin Hişam gibi, Müslümanlara karşı uygulanan boykotu kıran ve Abbas bin Abdulmuttalib gibi henüz risaletin başlarından itibaren Rasûlullah’ı koruyan ve hatta Akabe biatında koruma amaçlı olarak onun yanında yer almış bu zatların geçmişte yaptıkları iyilikleri unutmamış ve onlara zarar verilmemesi hususunda kesin emir vermişti. Bedir günü savaşın galibi ve güçlü bir konumda olduğu hâlde söz konusu kimselere, geçmişte yaptıkları iyiliklerinin karşılığını hem de en çok ihtiyaç duydukları bir sırada vermiştir. Bedir’den önce ölmüş olan Mut’im bin Adiyy için söyledikleri de vefânın sınırsız kuşatıcılığının en mükemmel örneğidir.

“Eğer Mut’im bin Adiyy sağ olsaydı ve benden şu esirleri istemiş olsaydı, onun hatırına bu esirleri serbest bırakırdım.” (Buhari, Ebu Davud.)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Medine’ye hicret ederken onu ve beraberindekileri yakalayana va’dedilen büyük ödülün sahibi olabilmek için peşlerine düşenlerin arasında Sürâka bin Malik de vardı. Sürâka, Rasûlullah ile yol arkadaşlarına, Allah Rasûlü’nün Kur’an-ı Kerim okuyuşunu işitecek kadar yaklaşmıştı. Ebu Bekr sık sık arkasına dönüp bakıyorken Rasûlullah Sürâka’nın bu denli yaklaşmış olmasına aldırış etmiyordu. Ebu Bekr radıyallahu anh en sonunda dayanamayarak ‘Ey Allah’ın Rasûlü! İşte bak, Sürâka bin Malik bize yetişti!’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah, kendilerini takip eden Sürâka için bedduada bulundu. Sürâka’nın atının ön ayakları yere gömüldü. Sürâka bu durumun Rasûlullah’ın yaptığı duadan kaynaklandığını anladı ve Rasûlullah’a: ‘Benim kurtulmam için Allah’a dua edin. Buna karşılık (sizi arayan) gerideki insanların yönünü sizden çevireyim’ diye yalvardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun için dua etti ve serbest kaldı. Sürâka, Allah Rasûlü’nden kendisi için bir emânnâme yazmasını istedi. Peygamberimizin emri üzerine Ebu Bekr radıyallahu anh bir deri parçasının üzerine bir emannâme yazdı. Rasûlullah, Sürâka’ya ayrıca İran Kisra’sının bileziklerinin kendisine verileceğini va’detti.

Günün evvelinde Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem ve Ebu Bekr’in radıyallahu anh üzerine yürüyen Sürâka, günün sonunda ise onları muhafızı oluverdi. Öyle ki Rasûlullah’ın ve beraberindekilerin peşinde olan birtakım insanları görünce onlara: ‘Ben sizin için her tarafı arayıp taradım, hiçbir yerde bulamadım. Benim aramam da sizin için yeter.’ dedi. (Buhari, Müslim.)

Rasûlullah’ın kendisine verdiği emannâme, Mekke fethedildiği güne kadar Sürâka’nın yanında idi. Sürâka fetih günü emannâmeyi Peygamberimize getirdi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ona vefâ göstererek: “Bugün vefâ ve iyilik günüdür!” buyurdu.

Kisra’nın bileziklerinin kendisine verileceği yönündeki vaad de Ömer bin Hattâb radıyallahu anh devrinde İran’ın fethinden sonra yerine getirildi. İran fethedildikten sonra elde edilen ganimetler arasında Kisra’nın bilezikleri de vardı. Ömer radıyallahu anh Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sözünü yerine getirmek için Süraka’yı çağırttı. Bir sahabe topluluğunun huzurunda Kisra’nın bileziklerini kendisine teslim edildiğinde şöyle dedi Sürâka: ‘Kisra’nın bileziklerini elinden çıkartıp Arabî Sürakâ’ya nasip eden Allah’a hamd ederim.’

Mekke fethedildikten sonraki bir hâdisede de Nebevî vefânın ve hakkı gerçek hak sahibine teslim etme hususundaki yüksek hassasiyetin mükemmel bir örneğini daha görüyoruz.

Mekke’nin fethinden sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Mescidi Haram’da oturuyorken Ali radıyallahu anh onun yanına geldi. O sırada Kâbe’nin anahtarları Rasûlullah’ın elindeydi. Ali: ‘Ya Rasûlullah! Kâbe perdedarlığı (Hicâbe) ile hacılara su dağıtma (sikaye) işini bize ver, Allah’ın selâmeti üzerine olsun.’ dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Osman bin Talha nerede?” diye sordu. Çağırdılar, geldi. Ona şöyle söyledi: ‘İşte anahtarın ey Osman. Bugün iyilik ve vefâ günüdür.’ (İbni Hişam, Siyer)

Said bin Museyyeb’in radıyallahu anh aktardığına göre Rasûlullah’ın amcası Abbas bin Abdulmuttalib de o gün Kâbe anahtarını Haşimoğullarından bazı adamların gözetimine almak için üstünlük taslamıştı. Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem anahtarı Osman bin Talha’ya verdi.

Osman bin Talha radıyallahu anh, Kâbe’nin anahtarını Rasûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem aldığı günü şöyle anlatır: ‘Biz cahiliye döneminde Kâbe’yi Pazartesi ve Perşembe günleri açıyorduk. Rasûlullah bir gün halk ile beraber Kâbe’ye girmek için gelmişti. Ben kendisine o gün biraz sert davranmış ve dil uzatmıştım. O ise bana yumuşak davranarak: ‘Ey Osman! Umulur ki bir gün sen bu anahtarı benim elimde göreceksin. O zaman onu istediğime vereceğim.’ demişti. Ben de: ‘O gün Kureyş’in mahvolup kıymetten düşeceği gün olacaktır.’ demiştim. Buna karşılık: ‘Hayır, asıl o zaman Kureyş yaşayacak ve üstün olacaktır.’ diye cevap vermiş ve Kâbe’ye girmişti. Bana söylediği bu söz, hiç aklımdan çıkmamış ve bir gün bunun gerçekleşebileceğini hep beklemiştim. Mekke’nin fethedildiği gün bana dedi ki: ‘Ey Osman! Anahtarı bana getir.’ Ben de anahtarı ona getirdim. Anahtarı benden aldı, bir süre geçtikten sonra beni çağırıp tekrar bana geri verdi ve şöyle buyurdu: ‘Ebedi bir miras olarak ve temelli kalmak üzere bunu alın. Onu sizin elinizden ancak zalim olan alabilir. Ey Osman! Allah, Beyt’ini size emanet ediyor…’ Osman bin Talha radıyallahu anh devamla şöyle anlatıyor: ‘Dönüp gidiyordum. Rasûlullah beni çağırdı. Tekrar huzuruna vardım. Bana dedi ki: ‘Sana vaktiyle söylediğim şey aynen gerçekleşmedi mi?’ İşte o ânda hemen hicret etmeden önce Mekke’de iken bana söylemiş olduğu ‘…Umulur ki bir gün sen bu anahtarı benim elimde göreceksin. O zaman istediğime vereceğim.’ sözünü hatırladım ve dedim ki: ‘Evet, hatırladım. Şahitlik ederim ki sen, şüphesiz Allah Rasûlü’sün.’ ‘ (İbni Hişam, Siyer)

Allah’ın Ahdine Vefa, Herkese Vefâyı Gerektirir

Âlem-i ervah’taki misâka bağlı kalarak Allah’ın ahdine vefâ vasfı her bir insan için Allah’ın subhanehu ve teâla bütün emir ve yasaklarını ihtiva etmektedir. Bu, İslamî ve imanî temel değerlerdendir. Aynı zamanda bu, Allah subhanehu ve teâla ve insan arasında ve insanın, Allah’ın yarattığı diğer varlıklarla insan arasında vefâ gösterilmesi gereken ahitlerdendir.

“Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler…” (13/Ra’d, 20)

Ruhun tüm bedene yayılmış olması gibi vefâ da hayatın gerekli bütün alanlarında var olmalıdır. Aradaki bağların korunması ve güçlendirilerek sürdürülmesi hususunda anne-babadan eşlere kadar herkes haklara riayet etmeli, muhatabının hukukunu korumaya çalışmalı ve mü’minlere karşı sevgi, hürmet ve merhamette karşılıksız bir şekilde cömertlikte bulunmalıdır.

Allah’ın subhanehu ve teâla lütfuyla kurtuluşa eren ve ebediyen kalmak üzere Firdevs cennetlerine vâris olacak mü’minlerin başta gelen özelliklerinden biri olan ’emanetlerine ve ahidlerine riayet etme’ hususu birçok ayet-i kerimede söz konusu edilir.

Kulun, Allah’ın subhanehu ve teâla ahdine vefâ vasfı aslında diğer kulların haklarına vefâyı da ihtiva eder. Lâkin her bir fert için asıl ve öncelikli olan, evvela yüce Allah’ın ahdini yerine getirmektir. Allah’ın ahdini yerine getirmekle kul; Allah’tan başka hiçbir ilah tanımamak ve ancak O’na ibadet etmek, Allah’ı sevmek, O’ndan ümid etmek, Allah’a itaat edip O’na yönelmek, Allah’a tevekkül edip O’nun huzurunda boyun bükerek eğilmek, Allah’ın sayısız nimetlerinin farkında olarak O’na gereği gibi şükretmek, şirki, tağutu ve tevhidi bozan diğer unsurları bilip bunlardan ictinab ederek Urvetu’l Vuska’ya yapışmak ve bu kulluğunu takdim ederken istikrar üzere bulunmaya çalışarak Allah’ın ahdini yerine getirmek yolunda ciddî bir mesafe kat etmiş olacaktır -biiznillah-.

Mümine Hanımların İleride Bulunduğu Bir Alan: Vefâkârlık

Bugün tevhid ümmetinin en az yarısını teşkil eden mü’mine hanımlar, vefâ konusunda yeryüzündeki diğer hemcinslerine göre her türlü takdire şayân, seçkin bir konumlarının olduğunu belirtmek gerekir. Müslüman kadın vefâ yönünden o nâzenin yapısına mukabil çok güçlü bir pozisyonda bulunmuştur daima. Müslüman kadın vefâkarlıkta olduğu gibi davaya bağlılık itibariyle de üstün bir savunucu, yaratılışı bakımından hoşgörülü ve kalbi en safvetli kimsedir. Ebu Bekir’in kızları Aişe ve Esma’nın radıyallahu anha Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem hicret günündeki hizmetleri bu çerçevede kadınların yerini belirlemektedir. Davaya bağlı, vefâkâr, ahlaklı ve iffetli bir neslin yetişmesi, Allah’ın subhanehu ve teâla ahdine vefâ gösteren anne, eş, abla vd. muvahhid Müslüman kadınların çok değerli çabaları ve emekleri sayesinde gerçekleşebilmektedir. Kadın veya erkek, her bir Müslüman için her asırda örnek ve tarihin kabul ettiği en ideal nesil olan altın nesil ile onlardan sonra gelenleri yetiştiren, İslam’ın ahlâk ve adâbıyla yoğuran, İslam’ı ve Peygamberini sevdiren de işte bu kadınlardı. Oğlu Bedir’de Rasûlullah’ın yanında öldürülen Ummu Hârîse binti Numan radıyallahu anh, Rasûlullah’a: ‘O şimdi nerede?’ diye sorduğunda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: ‘O en yüksek Firdevs’e erişti.’ buyurur. (Buhari) O sahabe hanım için bu müjdeyi aldıktan sonraki en mühim şey, oğlunu Firdevs’in en yücesine ulaştıran davaya, yani Allah’ın ahdine vefâ göstermek için var gücüyle gayret etmek idi.

Uhud günü Müslümanların dağıldığı bir sırada Nesibe Hatun’un eşi ve çocuklarıyla beraber Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem etrafını terk etmemeleri, bedenlerini Rasûlullah’a siper edip onu korumaya çalışmaları Müslüman kadının sebat, kararlılık ve vefâsını gösteren muazzam bir manzaradır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara hitaben “Aynı evin neferleri, Allah’ın bereketi üzerinizde olsun.” diye dua etmiştir.

Kerim Olan Allah’ın Büyük Bağışı: Ahde Vefâya Ebedî Sefâ

Vefâ, aslında silsilevî bir değerler yükümlülüğüdür. Allah’ın subhanehu ve teâla ahdine vefâ gösteren mü’min bir kulun Rasûlullah’a ve onun temiz sünnetine karşı da hak ve vefâ ehli olması umulur. Ebeveynine, eşine, çocuklarına, kardeşlerine, akrabalarına, yakın ve uzak komşularına ve az bir süre de olsa aynı ortamda birlikte bulunduğu arkadaşlarına, dostlarına ve hatta ân be ân kendisiyle beraber olan koruyucu ve yazıcı melekler heyetine karşı dahi bu vefâyı kusursuz bir şekilde göstermelidir. Vefâ silsilesinin ana omurgasındaki en mühim halkalardan biri de kulun bizzat kendi öz nefisidir. Sadâkat ve içten bağlılık anlamlarını da ihtiva ettiğinden ötürü vefânın en uç anlamının ‘İhanet’ olduğunu söylemek mümkündür. Allah subhanehu ve teâla şöyle buyurur:

“Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûl’e ihanet etmeyin. Kendi emanetlerinize bile bile ihanet eder misiniz?”

Hak sahibi, vefâkâr ve güvenilir olduğu var sayılarak kendisine emanet edilen bir söz, kendisiyle paylaşılan bir sır yahut başka türden bir emanet o ândan itibaren artık ilgili mü’minin gözetimi ve koruması altındadır. Yeryüzündeki her bir insan için bağlayıcı olan Rabbanî emir ve yasaklara vefâ göstermemek de bu mânâda büyük bir hainliktir. Başta tevhid akidesi olmak üzere Kur’an ve Sünnet’te beyan olunan farz ve haramlara itaat edilmemesi de bu çerçevede Allah’a ve Rasûlullah’a hainlik olarak değerlendirilir.

Kişinin kendi öz nefsine karşı vefâ göstermesi, bizzat kendi öz nefsini her türlü belâ ve azaptan korumaya çalışması ve en büyük hayırlara kavuşmak için onu adetâ bir ‘Binek’ hâline getirmesiyle mümkün olur. Âlem-i ervah’taki misak eğer kulun fıtratında daimi ve diri bir şekilde yankı buluyor, kalbini kuvvetlendiriyor ve ruhunu sürûra gark ediyorsa onun nefsi kendisi için ebediyen güven ve saadet içerisinde olacağı Firdevs’lere ulaştıracak bir ‘Burak’ gibi olur -biiznillah-.

Ahdine vefa göstermeyen nefis ise, sahibinin kalbini, ruhunu ve zihnini parça parça belâ ve musibet vadilerine taşıyıp dağıtan faydasız türden bir binek hükmündedir. İmam Ahmed’in rahimehullah Müsnedi’nde kaydettiği hadis-i şerifte belirttiği üzere, kendi öz nefsine hainlik eden kimse hakkında: “…Allah, onun hangi dert/kuruntu vadisinde helak olacağına aldırış etmez.”

Bazen bir evi, yahut bir çiftliği, yahut bir fabrikayı veya bir mahalleyi toptan yok eden yangınlar dahi minik bir kıvılcımdan çıkıp büyüyerek yayılır ve böylesi korkunç neticelere sebebiyet verir. Bir nefsin Allah’a ve Rasûlü’ne ihaneti de fücceten/âniden ve dev boyutlarda ortaya çıkmaz.

Şeytan, bunun için nefse küçük küçük egzersizler yaptırmaya çalışır önce. Bunda başarılı olursa diğer aşamalara geçer, insanlar arasındayken mü’min, muttaki ve muhsin olarak görünüp tek başına kaldığında kendisini tabiri caizse kapsama alanı dışında görerek gayet ‘Rahat’ yaşama arzusu ve eğilimi ahde vefâsızlığın ağır sonuçlarıyla yüzleştirecek ilk ciddî kıvılcımlardır. Yüce Allah’ın mutlak mânâda El-Alîm, El-Basîr ve Es-Semi’ olduğunu bilmek, yahut beraberinde her ân yazıcı ve koruyucu bir melâike heyetinin hazır olduğundan haberdar olmakla birlikte böyle bir tutum kişinin bizzat kendi öz nefsi hakkında vefâsızlığın en uç noktası olan hainliğin ta kendisidir.

Yaşadığımız coğrafyada ve içinde bulunduğumuz şartlarda herkesin Allah’ın subhanehu ve teâla ahdine vefâ göstermeye her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın hayati önemde olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Ordunun müşrikler karşısında dağılıp gerisin geriye döndüğü ânlarda Huneyn günü Müslümanların mutlak bir hezimetten kurtulmasının başta gelen vesilelerinden birisi de Akabe’de verilmiş sözün/beyatın hatırlatılması ve bu beyatlarını hatırlayanların vefâ göstermesiydi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o gün amcası Abbas’a radıyallahu anh şöyle seslenmesini söyledi: ‘Ey Ensar! Ey Semure Ağacı altında beyat edenler!’ Bu sözü duyan Ensarlı Müslümanlar bulundukları yerlerden ‘Lebbeyk, Lebbeyk!’ diyerek cevap verdiler. Öyle ki, Rasûlullah’ın çağrısını duyan bir Müslüman bindiği devesini Rasûlullah’ın olduğu istikamete çevirmeye çalışıyor, bunu başaramayınca silahını alarak deveden atlayıp Rasûlullah’ın yanına koşuyordu. (İbni Hişam, Siyer) Rasûlullah’ın çağrısına cevap verip savaşmak için geri dönen vefâkar Müslümanları gören diğerleri de toparlanarak orduya katılıyordu ve neticede Allah’ın yardımıyla zafer Müslümanların oldu.

İtikadî ve fikrî olarak adetâ tespih taneleri gibi sayısız dert ve keder vadisine savrulup dağılmış olan ‘Ümmet’ için yegâne diriltici ve birleştirici gücün görünür sembolünün ‘Ey Semure ağacı ashabı!’ dercesine yaptığı çağrıya ‘Lebbeyk!’ diyebilmek Firdevs’e vâris olmakla ödüllendirilecek büyük bir vefâkârlıktır. Devir ve devran değişse de her bir Müslüman bugün bile ya bir Muhacirdir, yahut da Ensar.

Ahde vefâ ve hak davete icabet her bir fert için ebedî kazanca vesile olacaktır, biiznillah. Aksi durum ise telafisi mümkün olmayacak türden kat be kat zarardır. Allah’ın ahdine vefa gösterenler en çok ihtiyaç duyacakları ânda Allah’ı hak ve vefâ sahibi olarak bulacak ve müjdelenip cennetlendirileceklerdir.

“Allah’tan daha çok ahdine vefâ gösteren kim vardır?” (9/Tevbe, 111)

Tevhidin, cihadın ve vefânın öğretmeni Rasûlullah’a salât ve selâm olsun. Ahdine vefâ gösterecek kullarına en çok muhtaç oldukları dehşet ânlarında onları müjdeleyip ikramda bulunmayı vaad eden Kerîm Rabbimize sonsuz hamd ederiz.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver