Kârlı Ticaret Sahibi: Suheyb İbni Sinân Er-Rûmî

صُهَيْبُ بْنُ سِنَانِ Ebû Yahyâ Suheyb ibni Sinân ibni Mâlik Er-Rûmî

Allah (cc) kullarıyla sözleşme yapmıştır. Kul sadece Allah’a (cc) ibadet edecek ve O’na şirk koşmayacak, Allah da (cc) bunun karşılığında kulunu ebedî cennete koyacaktır. Allah’ın (cc) anlaşma yapmaya ihtiyacı olmadığı hâlde kullarına böyle bir vaatte bulunması kulları üzerindeki engin rahmetini gösterir. Rabbimiz, kullarına öyle şefkatlidir ki bunu karşılıklı bir hak olarak ifade etmiştir. Bu anlaşma Allah’ın kulları üzerindeki, kulların da Allah üzerindeki hakkıdır. Allah Resûlü’nün (sav) Muâz ibni Cebel’e söylediği şu sözlerinden bunu açıkça anlıyoruz:

Muâz ibni Cebel’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Ben bir seferinde Peygamber’in (sav) terkisine binmiştim ve benimle onun arasında semerin arka tarafındaki ağacından başka bir şey yoktu.

Allah Resûlü (sav), ‘Ey Muâz!’ diye seslendi.

Ben, ‘Buyur ey Allah’ın Resûlü, emrine hazırım.’ dedim.

Sonra bir süre yola devam ettik. Arkasından:

‘Ey Muâz!’ buyurdu.

Ben, ‘Buyur ey Allah’ın Resûlü, emrini bekliyorum.’ dedim.

Daha sonra yine bir süre yol aldı. Arkasından:

‘Ey Muâz!’ buyurdu.

Ben, ‘Buyur ey Allah’ın Resûlü, emrini bekliyorum.’ dedim.

O, ‘Allah’ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?’ dedi.

Ben, ‘Allah ve Resûlü daha iyi bilir.’ dedim.

O, şöyle buyurdu: ‘Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etmeleridir.’

Bir süre daha yol gitti. Sonra, ‘Ey Muâz ibni Cebel!’ dedi.

Ben, ‘Buyur ey Allah’ın Resûlü, emrini bekliyorum.’ dedim.

O, ‘Peki, eğer bu işi yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?’ dedi.

Ben, ‘Allah ve Resûl’ü daha iyi bilir.’ dedim.

‘O (takdirde) kulların Allah üzerindeki hakkı onlara azap etmemesidir.’ buyurdu.”[1]

Bu karşılıklı anlaşma aynı zamanda uhrevi bir ticarettir. Çünkü mümin sahih iman ve salih amelde bulunacak, karşılığında cenneti alacaktır. Dolayısıyla dünya ve ahireti kapsayan bir alışveriş yapmaktadır. Her ticarette olduğu gibi bu ticarette de amelinin çokluğuna ve kıymetine göre karşılığını görecektir. Sahip olduklarından maddi ve manevi olarak ne kadar çok ve ne kadar değerli olanı verirse aynı oranda ahiret nimetlerine mazhar olacaktır.

Yine her yerde olduğu gibi burada da sahabe hüsn-ü misaldir. Onlar hayırlı ticaretin hayırlı şahitleri olmuşlardır. İman ve salih amelle, bazen mallarını bazen de canlarını vererek bu alışverişi yapmış, dava için tüm varlıklarından vazgeçmişlerdir. Ve bu kayralarının karşılığında ahirette paha biçilemez nimetleri elde etmişlerdir.

İşte onlardan biridir Suheyb ibni Sinân Er-Rûmî (ra). İslam’ın ilk günlerinde iman etmiş öncü sahabilerdendir. İslam’ını ortaya koyar koymaz birçok eziyete ve işkenceye maruz kalmıştır. Sonra Medine’ye giderek büyük hicrete nail olmuştur. Bu kutlu yolda büyük bir fedakârlık sergilemiş ve hakkında övgü dolu ayetler inmiştir. Ayrıca Allah Resûlü de (sav) yaptığı kârlı ticaretten dolayı kendisini müjdelemiştir. Sonra Bedir, Uhud, Hendek gibi büyük gazvelere katılarak hem malıyla hem canıyla cihad etmiştir. Nebi’den (sav) hiç ayrılmamış, daima yanında sebat etmiştir. Allah Resûlü’nden sonra da Raşid Halifelerin yanında durmuş, mücadelesine devam etmiştir. Son nefesine kadar övülesi bir kamet sergilemiştir.

Suheyb Rumların Öncüsüdür

Suheyb (ra) aslen Arap’tır. Fakat çocukluğunu Rumlarla geçirdiği için Rûmî olarak anılmıştır.[2] Muhammed ibni Sîrîn (rh), “Suheyb ibni Sinân Araplardan En-Nemir ibni Kâsıt Kabilesi’ndendir.”[3] der. Bazı rivayetlerde isminin daha önceden Umeyre veya Abdulmelik olduğu söylenmiştir. Rumlar onu kırmızı saç ve sakalından dolayı kızıl manasına gelen Suheyb ismiyle çağırmışlar, böylece bu isimle anılmaya devam etmiştir.[4] Babası Sinân ibni Mâlik, Basra yakınlarında deniz kıyısında bir ticaret merkezi olan Übülle’nin lideriydi. Suheyb, henüz küçük bir çocukken Bizanslılar bölgeye baskın yapıp onu ve ailesini esir almışlardı. Böylece o, Rum diyarında büyümüştü. Gençlik döneminde Kelb Kabilesi’nden bazı kimseler onu satın alıp Mekke’ye getirmişlerdi. Mekke’de Abdullah ibni Cud’ân onu satın alıp sonra azat etmişti. Arap olup Rum olarak anılmasıyla ilgili Ömer’in (ra) sorusuna verdiği cevap durumu izah etmektedir:

Hamza ibni Suheyb’ten (rh) rivayetle dedi ki:

“Suheyb ‘Ebû Yahyâ’ künyesiyle anılıyordu. Yine o kendisinin Arap olduğunu ve çokça yemek ikram ettiğini söylüyordu. Bunun üzerine Ömer ibni’l Hattâb ona, ‘Ey Suheyb! Çocuğun olmadığı hâlde neden Ebû Yahyâ ismiyle künyeleniyorsun? Rumlardan olduğun hâlde neden Araplardan olduğunu söylüyorsun? Ayrıca çokça yemek yediriyorsun, bu da malı israf etmektir.’ dedi. Suheyb cevap olarak, ‘Ebû Yahyâ künyesini bana Allah Resûlü (sav) verdi. Senin nesep konusundaki sözüne ve benim Araplık iddiama gelince, ben Mevsil halkından En-Nemir ibni Kâsıt Kabilesi’nden bir adamım. Ancak esir alındım, küçük bir çocukken Rumlar beni esir aldı. Sonra ailemi ve kabilemi tanıyınca nesebimi öğrendim. Yemek ve o konudaki israfıma dair sözüne gelince Allah Resûlü (sav) şöyle diyordu: ‘Sizin en hayırlınız yemek yediren ve selamı alandır.’ Beni yemek yedirmeye sevk eden sebep işte budur.’ dedi.”[5]

Suheyb, Allah Resûlü’ne (sav) risalet görevi verilinceye kadar Abdullah ibni Cud’ân’ın yanında kalmıştı. Hilfu’l Fudûl anlaşmasına katılmasıyla ve mazlumları korumasıyla bildiğimiz Abdullah onu yanında bulunduruyordu. Suheyb ise o sıralarda Allah Resûlü’ne (sav) arkadaşlık yaptığı için onu yakından tanıyordu.

Suheyb’ten (ra) rivayetle dedi ki:

“Andolsun ki Allah Resûlü’ne (sav) vahiy gönderilmeden önce onunla arkadaşlık yaptım.”[6]

Suheyb (ra) henüz yirmi yaşlarındayken Allah Resûlü’ne (sav) risâlet görevi verilince iman çağrısı göğsünde yankılanmıştı. Hemen teslim olmak için kalkıp Allah Resûlü’ne (sav) gelmişti. Dâru’l Erkam’ın kapısında durmuştu. O sırada Ammâr ibni Yâsir de aynı sebeple oradaydı. Birlikte Allah Resûlü’nün (sav) huzuruna girip hidayete göğüslerini açtılar.

Ammâr ibni Yâsir (ra) dedi ki:

“Allah Resûlü (sav) Erkam’ın evindeyken Suheyb ibni Sinân ile kapısında karşılaştım. Ona, ‘Ne istiyorsun?’ dedim. O da bana, ‘Sen ne istiyorsun?’ dedi. Ben de, ‘Muhammed’in yanına girip sözünü dinlemek istiyorum.’ dedim. O da, ‘Ben de bunu istiyorum.’ dedi. Sonra Allah Resûlü’nün huzuruna girdik. Bize İslam’ı anlattı, biz de Müslim olduk. Sonra o gün akşam oluncaya kadar orada kaldık. Sonra gizlenerek çıktık. Ammâr ve Suheyb’in İslam’ı otuz küsur kişiden sonra oldu.”[7]

İşte böylece Suheyb ilk iman halkasına dâhil olmuştu. Dâru’l Erkam’da nübüvvet pınarında ilk arınanların arasına katılmıştı. Hem Rumların hem kabilesinin iman bakımından önüne geçmişti. Allah Resûlü (sav) onu bu özelliğiyle övmüştü.

Hasan’dan (ra) rivayetle Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu:

“Suheyb Rumların (İslam’a ilk giren) öncüsüdür.”[8]

Enes’ten (ra) rivayetle Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu:

“Öncüler dört kişidir: Ben Arapların öncüsüyüm, Selmân Farsların öncüsüdür, Bilâl Habeşîlerin öncüsüdür, Suheyb Rumların öncüsüdür.”[9]

Öncü olup gereklerini yerine getiren kimseler İslam nazarında ayrı bir övgüye nail olmuşlardır. Ahirette ise yüksek derecelerle ve büyük makamlarla müjdelenmişlerdir. Bu yüzden İslam’da öncü olmak önemlidir. Çünkü İslam her dönemde öncü nesillerin omuzlarında yükselmiştir. O hâlde müminler yaşadığı çağda dava yolunda daima öncü olmaya çalışmalıdır. Asgari mümin olmakla yetinmemelidir. Ahirette elde edeceği nimetleri düşünerek herhangi bir alanda ilk ve önde olmak için var gücüyle çaba sarf etmelidir.

Suheyb, iman ettiği ândan itibaren Nebi’den (sav) hiç ayrılmadı. Daima onun yanında kaldı. Hatta bazıları onu Allah Resûlü’nün (sav) mevlasından saymışlardır.[10] O kutlu halkaya dâhil olan diğer sahabiler gibi imanını ortaya koymuş ve akabinde birçok işkenceye maruz kalmıştı. Ama asla geri adım atmamış, ruhsatları kullanmamış, azimeti tercih etmişti.

Urve ibni Zubeyr dedi ki:

“Suheyb ibni Sinân, Mekke’de Allah için işkence gören mustazaf müminlerdendi.”[11]

Gördükleri bu işkenceler kolay işkenceler değildi. Neredeyse diri diri yakıyorlardı onları. Demir gömlekler giydiriyor, kızgın çöllere yatırıyor, yakıcı güneşin altında bekletiyorlardı.

Abdullah’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“İslam’ını ilk açığa vuranlar yedi kişidir: Allah Resûlü (sav), Ebû Bekir, Ammâr, annesi Sumeyye, Suheyb, Bilâl ve Mikdâd. Allah Resûlü’nü, Allah (cc) amcası Ebû Tâlib ile korudu. Ebû Bekir’i, Allah (cc) kavmiyle korudu. Onların dışında kalanları ise müşrikler tutup demirden gömlekler giydirdiler ve kızgın güneşin altına bıraktılar.”[12]

Öyle ki Suheyb ve arkadaşı Ammâr bu işkenceden dolayı artık ne söylediklerini bilmeyecek hâle geliyorlardı.

Ömer ibni Hakem’den (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

“Ammâr ibni Yâsir ne söylediğini bilemeyinceye kadar müşrikler tarafından azap ediliyordu. Suheyb de Müslimlerden bir topluluğun arasında olmasına rağmen ne söylediğini bilemeyinceye kadar müşrikler tarafından azap ediliyordu.”[13]

İşte Suheyb böyle işkenceler altında imanın bedelini ödüyordu. Nebi’nin gölgesinde hidayetini sürdürmeye çalışıyor, sebat ediyor, dönmüyordu. Ne var ki Kureyş, Suheyb (ra) gibi köle olan kimselerin Allah’ın ve Resûl’ünün yanındaki konumlarına katlanamıyordu. Onlarla aynı mertebede olmayı, onların hayırda öne geçmelerini hazmedemiyorlardı. Aynı ortamda kalmaya bile tahammülleri yoktu. Allah Resûlü’ne (sav) bu konuda baskı kurmaya çalışıyor, onları yanından kovmasını istiyorlardı.

İbni Mes’ûd’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü’nün (sav) yanında Suheyb, Bilâl, Ammâr, Habbâb ve Müslimlerin zayıflarından başkaları varken ona Kureyş’in liderlerinden bir topluluk uğradı. ‘Ey Muhammed, kavminden bunlara mı razı oldun? Aramızdan Allah’ın kendilerine nimet verdikleri bunlar mı? Biz bunlara mı uyacağız? Onları yanından kov. Onları kovduğun takdirde belki sana uyabiliriz.’ dediler. Bunun üzerine şu ayetler indi:

‘Sabah akşam Rablerinin rızasını umarak O’na dua edenlerle beraber sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözünü onlardan ayırma. (İlgin, alakan onlar üzerinde olsun.) Kalbini zikrimizden gafil bıraktığımız, hevasına uyan ve işleri hep aşırılık olan kimseye itaat etme.’[14]

‘Rablerinin rızasını umarak gece gündüz O’na dua edenleri sakın kovma! Onların hesabından senin üzerine, senin hesabından da onların üzerine (onları kovmanı gerektirecek) bir sorumluluk yoktur. (Buna rağmen onları meclisinden kovarsan) zalimlerden olursun.’[15][16]

Kâfirler, Allah Resûlü’nü (sav) vahyin atmosferinden kopartıp onun kendi arzularına uymasını istemişlerdi. Allah Resûlü (sav) onlara doğru bir adım attığında artık kendilerine tabi olacağını düşünüyorlardı. Allah Resûlü’nün (sav) kalbine bazı düşünceler gelmişti. Ancak Rabbimiz (cc) onu (sav) sert bir dille uyardı ve onların sinsi tuzaklarını boşa çıkardı. Rabbimiz, Resûl’üne (sav), “Onları sakın kovma! Gözünü onlardan ayırma!” diyerek Suheyb ve onun gibi sahabilerin makamını yüceltmiş oldu. Allah (cc) onları yüceltmişken alçaltmaya kimin gücü yetebilirdi ki…

Allah Resûlü (sav) artık gözlerini onlardan ayırmıyor, onlardan uzaklaşmıyor ve onlarla beraber olmaya çalışıyordu. Suheyb’i ve diğerlerini ayrı bir seviyor ve hatta başkalarına da sevmelerini ve asla buğzetmemelerini söylüyordu:

“Kim Allah’a ve Ahiret Günü’ne iman ediyorsa Suheyb’i annenin çocuğuna olan sevgisiyle sevsin.”[17]

“Suheyb’e sakın buğzetmeyin.”[18]

Onların rızası Allah’ın ve Resûl’ünün rızasıydı. Onların öfkesi Allah’ın ve Resûl’ünün öfkesiydi. Bir kimse onları kırdığında Allah’ı öfkelendirmiş oluyordu. Hatta bu kimse Ebû Bekir (ra) gibi fazilette öncü olan bir kimse bile olsa.

Âiz ibni Amr’dan rivayetle dedi ki:

“Ebû Sufyân bir toplulukla beraber Selmân, Suheyb ve Bilâl’in yanından geçerken onlar, ‘Allah’a yemin olsun ki Allah’ın kılıçları Allah düşmanının boynundaki (vurulması gereken) yeri bulmadı.’ dediler. Bunun üzerine Ebû Bekir, ‘Siz bu sözleri Kureyş’in liderine ve efendisine mi söylüyorsunuz!’ dedi. Sonra Nebi’nin (sav) yanına geldi ve bu durumu haber verdi. Allah Resûlü, ‘Ey Ebû Bekir, onları kızdırmış olabilirsin. Onları kızdırmışsan andolsun ki Rabbini de kızdırmışsındır.’ dedi. Sonra Ebû Bekir onların yanına geldi ve ‘Ey kardeşlerim, sizleri kızdırdım mı?’ dedi. Onlar, ‘Hayır, Allah seni bağışlasın kardeşim.’ dediler.”[19]

Zayıflar ve yoksullar Allah’ın (cc) emanetleridir. İslam onları daima koruma altına almıştır. Bu yüzden Müslimler çevrelerindeki zayıfları ve yoksulları koruyup kollamak zorundadır. Bilhassa içinde bulunduğumuz her şeyi unutturan şu çağda. Zaman hızla akıp giderken dinimizden aldığımız bizi biz yapan yüce değerler elimizden kayıp gitmemeli. Bu manada garipleri sürekli hatırda tutmak için ayrıca bir çaba sarf etmek mecburiyetindeyiz.

Tıpkı Allah Resûlü (sav) gibi onları yalnız bırakmamalı, onlardan gözlerimizi ayırmamalı, onları hiçbir zaman unutmamalıyız. Kardeş olmanın bir gereği olarak onlara gönülden sevgi duymalıyız. Yoksa onun (sav) pak sünnetinde gördüğümüz, bir garibin arkasından sarılarak şakalaşması ve “Ancak sen Allah katında değerlisin.” demesi;[20] bir garibin habersizce defnedilmesi üzerine gıyabında cenaze namazı kılması ve namazıyla onun kabrini aydınlatması;[21] bir garibin şehadeti üzerine onu kendi gömleğine sarıp defnettikten sonra, “Bu bendendir, ben ondanım.” demesi[22] ve daha birçok örnek boşuna değildir. Bugün yolumuza ışık tutar niteliktedir.

Bir de garip denilince sadece üstü başı pejmürde olan fakir kimseler akla gelmesin. Bugün; aylarca kapısı çalınmayan ve ziyaret edilmeyen gariptir. Maddi sıkıntılar yaşadığından dolayı temel ihtiyaçlarını karşılayamayan ve iffetinden dolayı kimseden bir şey isteyemeyen gariptir. Topluluk içinde olduğu hâlde samimi bir çevresi olmadığı için yalnız kalan gariptir. Müslimlerin böylesi garipleri de kollamak için gündemleri olmalıdır. Kalplerinin bir köşesinde onlara bâki bir yer ayırmalıdır. Umulur ki bu gayretleri sebebiyle Allah da (cc) onları dünyada ve ahirette korur.

Devam edecek, inşallah…


[1]. Buhari, 5967; Müslim, 30

[2]. Bazı âlimler Allah Resûlü’nün (sav), “Suheyb Rumların (İslam’a ilk giren) öncüsüdür.” (Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbnu Sa’d, Dâru’s Sadr, 3/226) hadisine dayanarak Arap değil, Rum olduğunu söylemişlerdir. Fakat başka âlimler Allah Resûlü’nün (sav) bu sözü onun aslen Arap olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğini, birçok milletin örfünde olduğu gibi Araplarda da bir yerde uzun zaman geçirenin oraya nispet edilebileceğini söylemişlerdir.

[3]. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbnu Sa’d, Dâru’s Sadr, 3/226

[4]. bk. El-İstîâb fî Ma’rifeti’l Ashâb, İbnu Abdilber, Dâru’l Ceyl, 3/365

[5]. Ahmed, 23926

[6]. Hakim, 5705; El-İstîâb fî Ma’rifeti’l Ashâb, İbnu Abdilber, Dâru’l Ceyl, 2/729

[7]. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbnu Sa’d, Dâru’s Sadr, 3/227; Hakim, 5698

[8]. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbnu Sa’d, Dâru’s Sadr, 3/226; El-İstîâb fî Ma’rifeti’l Ashâb, İbnu Abdilber, Dâru’l Ceyl, 2/729

[9]. Hakim, 5243; Fedâilu’s Sahabe, İmam Ahmed, Muessesetu’r Risâle, 2/909 Hadis no: 1737

[10]. bk. Hakim, 2303, Bab başlığı, 3/449

[11]. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbnu Sa’d, Dâru’s Sadr, 3/227

[12]. Ahmed, 3832; İbni Mace, 150

[13]. El-Bidâye ve’n Nihâye, İbnu Kesîr, Dâru İhyâi’t Turâs, 3/351

[14]. 18/Kehf, 28

[15]. 6/En’âm, 52

[16]. Tefsîru’l Kur’âni’l Azîm, İbnu Kesîr, Dâru’l Kutubi’l İlmiyye, 3/232

[17]. El-İstîâb fî Ma’rifeti’l Ashâb, İbnu Abdilber, Dâru’l Ceyl, 2/729; Siyeru A’lâmi’n Nubelâ, Ez-Zehebî, Muessesetu’r Risâle, 2/24. Hadisin sıhhatinde ihtilaf vardır.

[18]. Hakim, 5709

[19]. Müslim, 2504

[20]. bk. Ahmed, 12648

[21]. bk. Buhari, 1337

[22]. bk. Müslim, 2472

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver