İhtilaf Fıkhı: Akaidde Vuku Bulan İhtilaf

Allah’a hamd, Rasûlü’ne salât ve selam olsun.

İhtilaf fıkhı ünvanlı yazımıza devam ediyoruz. Önceki yazılarımızda zikrettiğimiz gibi ihtilaf İslam’da iki kısımdır. Bazısı İslam tarafıdan kabul edilmiş, bazısı ise şiddetle reddedilmiştir. Müslümanın kabul ve red yönünden ihtilaf fıkhını bilmesi zorunluluktur. Aksi halde İslam’ın genişlettiği ve ümmet için rahmet kabul ettiği ihtilaf yok sayılacak, buna mukabil İslam’ın gözetmediği ve sahiplerine şiddetle karşı çıktığı şirk ve bidat cinsinden olan ihtilaflar ümmet arasında kabul görecektir.

Günümüzde İslamî sahaya bakan bir şahıs, bu sıkıntıyı çok net biçimde görecektir. Akide alanında vuku bulan ihtilafları İslam kardeşliği adı altında kabul eden; ancak cemaatsel ve menhecî ihtilaflardan dolayı insanları düşman edinen ilginç bir anlayış mevcut. Oysa Allah subhanehu ve teâlâ, Rasûllerini aleyhimusselam itikadi ihtilafları ortadan kaldırmaları için göndermiştir.

Önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz gibi; itikad alanında vuku bulacak ihtilafları Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem haber vermiştir. Ve bu ihtilafın sahipleri hakkında, dünyada sapıklıkla ahirette ateşle hükmetmiştir. Bu nedenle itikadi ihtilafın sebepleri ve bunlardan korunma yolları bilinmelidir. Bu, İslam itikadına muhalefet etmekten sakınmak ve muhalefet edenlere karşı nasıl tutum takınılması gerektiğini bilmek açısından önemlidir.

3. Alimlerin görüşlerine, nas muamelesi yapılması

Kitap ve Sünnet alimlere değer vermiş, onlara yönelik ümmete bir takım sorululuklar belirlemiştir.

“Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O’ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O’ndan başka ilah yoktur.” (3/Âl-i İmran, 18)

Alimlerin faziletini anlatmak için bir tek bu ayet dahi olmuş olsaydı, onlara şeref olarak yeterdi. İbni Kayyım El-Cevziyye rahimehullah bu ayetle alakalı olarak şunları söyler:

‘Bu ayet ilmin ve ehlinin faziletine şu yönlerden delalet eder:

Allah subhanehu ve teâlâ diğer insanları değil de, ilim ehlini kendine şahit tutmuştur.

Kendi şahitliğiyle, ilim ehlinin şahitliğini beraber zikretmiştir.

Meleklerin şahitliğiyle ilim ehlinin şahitliğini beraber zikretmiştir.

Bu ayette, ilim ehlinin tezkiye edilmesi söz konusudur. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ yarattıklarından ancak adalet sıfatına sahip olanları şahit olarak alır. Bu konuda Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem bilinen bir eserde:

“Bu ilmi geriden gelenlerden adil olanları taşıyacaktır. Aşırıların tahriflerini, gevşeklerin ifratını ve cahillerin yorumlarını def edeceklerdir” buyurulmuştur.

Allah onları ilim sahipleri olarak isimlendirdi. Bu da onların bu sıfatı hak ettiklerini ve bunun müste’ar bir sıfat olmadığını gösterir.

Allah subhanehu ve teâlâ önce kendi şahitliğini; -ki O subhanehu ve teâlâ en yüce şahittir- sonra yarattıklarından en şerefli olan meleklerinin şahitliğini; daha sonra da kullarından alim olanların şahitliğini zikretti.

Onları en önemli ve yüce meselede şahit tuttu. O da tevhid kelimesi ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ Uluhiyetine şahitliktir. Önemli ve yüce meselelerde ancak yaratılanların büyükleri ve efendileri şahit tutulur.

Allah subhanehu ve teâlâ alimlerin şahitliğini inkarcılara delil olarak sundu. Bu da onların Allah’ın delillerinden ve hüccetlerinden olduklarını gösterir.

Allah kendinin, meleklerin ve alimlerin şahitliğini bir tek fiille ifade etti. Yani onların şahitliğini kendi şahitliğine atfetti. Bu da alimlerin şahitliğinin, Allah’ın subhanehu ve teâlâ şahitliğiyle ciddi anlamda irtibatlı olduğunu gösterir.’ (Miftah-u Dar Es-Sa’ade isimli eserden özetle.)

Hadisi şerifte Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:

“İlim elde etmek için yola çıkan kimseyi, Allah cennet yollarından bir yola iletir. Melekler, ilim talebelerinden memnun oldukları için üzerlerine kanatlarını gererler. Gerçekten ilim elde etmek için uğraşana, gök ve yerdeki bütün varlıklar, hatta sudaki balıklar bile istiğfar ederler. İlim sahibi alimin, sadece ibadet eden abidden üstünlüğü, dolunayın ışık vermede diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Muhakkak alimler Peygamberlerin vârisidir. Peygamberler, dirhem ve dinar gibi bir mal miras bırakmadılar. Onlar sadece ilmi miras bıraktılar. Kim bu ilimden alırsa, büyük bir pay elde etmiş olur.” (Sünen ashabı rivayet etmiştir.)

Aslında ilmin ve alimlerin faziletine dair zikredilecek onlarca nas vardır. Ancak bu kadarıyla iktifa ediyor ve konumuza dönüyoruz.

Allah subhanehu ve teâlâ yarattığı ve emir verdiği her şeye bir ölçü koymuştur. Dini ve dünyevi fesadın asıl sebebi bu ölçülere uyulmamasıdır. Alimler de böyledir. Allah’ın subhanehu ve teâlâ onlara verdiği değerden fazlasını onlara vermek İslam’ın emirlerine uymaktan ziyade, yasaklanan şeylerdendir.

Bu duruma ehli kitabı örnek verebiliriz. Onlar da alimlerine hürmet etmek ve dini meseleleri onlara sormakla yükümlüydü. Ancak haddi aştılar. Alimler, onlara nasları anlatan, Allah’ın dinini izah edenlerden ziyade; hüküm koyucu oldular. Öyle ki; ehli kitap naslara bakmaya dahi gerek duymadı. Allah’ın kitabında açıkça yasaklanan şeyleri helal kıldılar, açık mubahları haram sayıp yasakladılar. İnsanlar kitapta olana değil alimlerin söylediğine uydular. Bu durumu Kitap ve Sünnet bütünlüğünde inceleyecek olursak:

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar, tek olan bir ilah’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31)

Bu ayeti kerimeyle alakalı olarak Adiy bin Hatem radiyallahu anh şöyle anlatır:

“Adiyy bin Hatem boynunda gümüşten bir haç takılı olduğu halde Rasûlullah’ın yanına girdi. Rasûlullah o esnada Tevbe suresi 31. ayeti okuyordu.

Adiyy bu ayeti duyunca Rasûlullah’a şöyle dedi: ‘Onlar haham ve papazlarına tapmıyorlardı’, Rasûlullah ona şöyle dedi:

‘Bu doğru değil, onlar onlara tapıyorlardı. Zira onlar haramı helal, helali haram yaptıklarında onlara tabi oldular. İşte onlara ibadet etmek böyledir.’ ” (Ahmed, Tirmizi)

Suddi rahimehullah: ‘Onlar Allah’ın kitabını arkalarına atıp kişilerin görüşlerinin peşine düştüler.’ (İbni Kesir)

Bu tavırları onları türlü ihtilaflara düşürdü. Çünkü hakem olma sıfatına sahip olan tek kaynak, Allah’ın subhanehu ve teâlâ vahyidir. Bunun nedeni şeriatın sahibinin heva, acziyet vb. adalete aykırı illetlerden münezzeh olmasıdır. Allah’ın vahyi göz ardı edilip, şahıslar hakem olduğunda ve Müslümanların meselelerinde onların sözü asıl kabul edildiğinde sıkıntı baş gösterir. Çünkü insan hakem olma sıfatına sahip değildir. Bunun nedeni insanda asıl olanın, adalete münafi olan cehalet ve acziyet gibi illetlerin olmasıdır.

Allah’ın subhanehu ve teâlâ ehli kitaptan bize aktardığı bu durumu İslam ümmetinden uzak göremeyiz. Çünkü naslar, onlarda bulunan ve İslam’ın kınadığı bu durumların, Müslümanlarda da vuku bulacağını haber vermiştir.

” ‘Sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz. Eğer onlar bir kelerin/sürüngen deliğine girse, siz de gireceksiniz’, ‘Ey Allah’ın Rasûlü, yahudilerin ve hristiyanların yolunu mu?’ diye sorduk. ‘Başka kim olacak?’ dedi.” (Buhari, Müslim)

“Ümmetimin başına İsrailoğullarının başına gelenin aynısı gelecek. Tıpkı bir ayakkabı kalıbıyla ayakkabının birbirine uyduğu gibi. Hatta, eğer onlardan biri annesiyle açıktan zina etse ümmetimden de aynısını yapan çıkacak. Ve İsrailoğulları 72 gruba bölünmüştü; ümmetim de 73 gruba ayrılacak.” (Tirmizi)

Evet, alimlerin değeri ne kadar fazla olursa olsun, onların görüşleri nasların önüne geçirilmemelidir. Çünkü alimlerin görüşlerinin doğruluğu, delille ispat edilmeye muhtaçtır. Sahabeler Allah Rasûlü’nden sonra bu ümmetin en değerlileridir. Allah subhanehu ve teâlâ onların din anlayışlarını bu ümmet için ölçü kılmıştır. Onları en te’kitli lafızlarla tezkiye etmiş, zahiren ve batınen onların hüsnü siretine şahitlik etmiştir.

“Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara ihsan üzere uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (9/Tevbe, 100)

Bu ayette Allah subhanehu ve teâlâ onlardan razı olduğu gibi, ihsan üzere onlara tabi olanlardan da razı olacağını beyan etmiştir.

“Şayet onlar da, sizin inandığınız gibi (misli misline) inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir (çelişki ve) aykırılık içindedirler. Sana onlara karşı Allah yeter. O, işitendir, bilendir.” (2/Bakara, 137)

Bu ayette ise Allah subhanehu ve teâlâ onları ehli kitap için iman ölçüsü kılmıştır. Onların iman ettiği gibi iman ettikleri takdirde doğru yolu bulacaklarını söylemiştir.

Bu faziletlerine rağmen, onlardan birinin görüşü nasla çatıştığı zaman itibar edilmez. Erken dönemde İbni Abbas radıyallahu anh ve bazıları arasında geçen şu diyalog bunun örneklerindendir.

”Neredeyse başınıza semadan taş yağacak. Ben size Alah Rasûlü şöyle buyurdu diyorum, siz bana Ebubekr ve Ömer böyle dedi diyorsunuz.”

Bir rivayette;

”Sizin helak olacağınızı düşünüyorum. Ben Allah Rasûlü derken, siz Ebu Bekir, Ömer diyorsunuz.” (Ahmed)

Bunun bir benzerini İbni Ömer radıyallahu anh yaşadı. O Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem hac mut’asına cevaz verdiğini anlatırdı. Ömer’in radıyallahu anh bunu yasakladığını söylediler. O tekrardan hadisi hatırlattı. Onlar aynı şeyleri tekrar edince:

”Allah Rasûlü’nün emri mi, Ömer’inki mi uyulmaya daha layıktır?” diyerek itiraz etti.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak bütün örnekler tek bir gerçeği ifade etmektedir. Ümmetin en değerlileri dahi olsa hatta cennetle müjdelenmiş olsa dahi hiçbir insanın sözü nassın önüne geçirilemez.

İslam ümmetinin başına semadan taş yağmadı. Ancak ondan daha tehlikeli olan bölünme, fırkalaşma ve dinden irtidad etme musibetine duçar oldular.

Alimlere değer vermede hadler aşılıp, onları nassın önüne geçirdiğimiz zaman bu imani bir problemi de beraberinde doğurmuş oluyor. Daha önce de belirttiğimiz üzere dinde ihtilafa düşmek problem değildir. Bu, Allah’ın kevni iradesidir. O subhanehu ve teâlâ insanları ihtilaf edecek şekilde yaratmıştır. İnsanların anlayışları, akıl seviyeleri birbirinden farklıdır. Bu da onları, meseleleri farklı ele almaya sevk eder. Buraya kadarı Allah’ın subhanehu ve teâlâ kaderidir. Ancak ihtilaf vuku bulduktan sonra şer’i yükümlülük başlar. O da Allah’ın subhanehu ve teâlâ gösterdiği şekilde ihtilafın çözülmesidir. İşte yolların ayrılış noktası burasıdır. Allah’a ve ahiret gününe iman edenler ihtilafı Allah’a ve Rasûlü’ne götürürler. Allah’a ve ahiret gününe iman ettiğini düşünen, ancak iddia ehli olmaktan öteye geçemeyenler ise başka mercilere başvururlar. Bu ister nefis, ister heva, ister açık ve muhkem nassa aykırı fetva veren alim ve şeyh olsun fark etmez. Allah ve Rasûlü dışındaki tüm başvuru mercileri insanın imanını iddiadan ibaret kılar.

“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de (itaat edin). Eğer, bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz. Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlü’ne döndürün. En hayırlısı ve tevilin en güzeli budur.” (4/Nisa, 59)

Bu ayetten rahatlıkla şunları anlayabiliriz.

a. Kur’an ve Sünnet hakem olma vasfına sahiptir. Yani insanların ihtilafa düştükleri her meselenin çözümü onda mevcuttur. Bu, Allah’ın El-Hadi olan güzel isminin tecellisidir. O subhanehu ve teâlâ

b. Bu her ihtilafı kapsar. Çünkü ayetteki “şey”

c. Bu, insanın iman iddiasının ispat yoludur. Allah subhanehu ve teâlâ”…Şayet Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız”

“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Bunlar, tağutun önünde mahkemeleşmek istiyorlar. Oysa, onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan, onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.”(4/Nisa, 60) 

“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” (4/Nisa, 65)

Genelde yazılarımızda örnekler vererek konuyu izah ettik. Bu bölümde örnek vermeye gerek duymuyoruz. Çünkü ümmetin yaşadığı bütün ihtilaflarda bu aslın olduğunu görüyoruz.

Yıllarca parlamentoları küfrün merkezi ve orada bulunanları küfrün imamları sayanlar; alimlerinin hazırladığı dosyalarla o parlamentolara girmediler mi? Oysa akletmeliydiler. Dün yaşananları ayet ve hadisler ışığında küfür olarak isimlendirenlerin, fetvalarını değiştirirken benzeri kuvvette nas getirmeleri gerekmez miydi? Değişen zaman, çoğunluğun ameli veya zandan ibaret maslahatlar, Allah’ın hükümlerini nesh edemezdi ya! Vahyi neshedip hükmünü kaldıracak olan ancak vahiy olmalı değil miydi?

Alimlerin fetvalarıyla tağutlar Müslüman olmadı mı? Yıllarca gençlerine romanlar okutan ve temel vurgunun Esad ailesinin kafir, tağut, zalim olduğu; bu aileye destek veren alimlerin ve askerlerin onlarla aynı hükümde olduğunu anlatanları görmedik mi? Suriye’de savaşın başlamasıyla beraber Esad ailesi Müslüman, askerleri La ilahe illallah diyen kıble ehli, minberini onlara hizmetkar kılan bel’amlar da şehit El-Buti oldu. Bu nasıl oldu? Alimleri öyle istedi diye… Savaşa kadar kafirlikleri nasla sabit olanlar, savaşla beraber Müslüman oldu. Hama katliamını yaparken kafir olan Esad ve askerleri, şu an Müslümanları katlederken Müslüman oldular. Ve Suriye’deki savaş da Müslümanın Müslümanı öldürdüğü fitne savaşı oluverdi. Dolayısıyla bu savaşa destek verilmemeli(!) İşte ihtilafa düştüğü meseleleri naslara değil de alimlere götürmek suretiyle fıkıh elde edenlerin içine düştüğü yaman çelişki…

Faiz… Bunu terk etmeyenler Allah’a ve Rasûlü’ne harb ilan etmişlerdir. (“Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız, faizden artakalanı bırakın. Şayet böyle yapmazsanız, Allah’a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz.” (2/Bakara, 278-279) En basiti bu cürmün işlenmesi,kişinin annesini nikahlaması gibiydi.( “Şüphesiz faizin yetmiş küsur kapısı vardır. Bunlardan en basiti kişinin kendi annesini nikahlaması gibidir.”) Alim fetvalarıyla faiz;

Ya zaruret babından

Ya daru’l küfürde faiz olmaz rivayetiyle

Ya da artık sistem bu şekilde işliyor, bundan kaçmak mümkün değil iddiası altında serbest oldu.

Oysa İslam’ın zaruret anlayışı belliydi. İslam, kişinin hayatını idame ettiremeyeceği durumlarda, yaşayacak kadar haramlardan istifade etmesine müsaade ediyordu. Ve kredi kartı almayan veya faize bulaşmayan insanların öldüğüne, hayatlarını idame ettiremediğine hiç şahit olmadık. Bilakis alimlerin zaruret ahkamında ayırt etmek için özellikle vurgu yaptıkları haciyyat (ihtiyaçlar) ve tahsiniyyat (ihtiyaç olmayıp var olduğunda hayatın daha güzel olduğu şeyler) babından şeylerde insanlar faiz yer oldular.

‘Daru’l küfürde Müslüman ile harbi arasında faiz yoktur.’ diye bir hadis ortaya attılar ve böylece faizin tüm kapıları bel’amlar eliyle açılmış oldu.

Oysa hadis diye rivayet edilen “Daru’l harbte Müslüman ile harbi arasında faiz yoktur” cümlesine ilmi açıdan bakmak gerekir. Bu açıdan bakılınca böyle bir sözün Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem ait olmadığı görülecektir. (İmam Zeyla’i ‘Nasbu Er-Raye’ 4/44; Bu garib bir rivayettir. İmam Şafi’nin hadis hakkındaki sözünü aktarır. İbni Kudame ‘El-Muğni’ 4/46; Bu rivayet mürseldir, sahih olduğunu da bilmiyoruz.)

Bununla beraber dinleri alimlerinin cebinde olanlar nasıl bir tezat içerisinde olduklarını dahi görmezler. Zaten görmeleri de mümkün değildir. Allah’ın subhanehu ve teâlâ belirlediği menhecden yüz çevirenler akibet olarak fehm etmemeye duçar olurlar.

Aynı adamlara Türkiye daru’l küfürdür. Ve daru’l küfrün kendine has bir fıkhı vardır dediğinizde;

Kimisi ‘Biz şafiyiz ve mezhebimizde İslam beldesi olan bir yer bir daha küfür beldesi olmaz’ derler. Ne garibtir ki hiçbir ahkamında daru’l küfür olamayan memleket sadece faiz ahkamında daru’l küfür olur.

Kimisine ‘Neden tevhidi anlatmıyorsunuz da, fur’u olan şeyleri anlatıyorsunuz’ dediğimizde; ‘Bunlar İslam toplumudur ve problem itikadi değil ahlakidir’ derler.

Bir kısmına ‘Madem bu memleket daru’l harb neden harb etmiyorsunuz. En azından burayı daru’l harb kılan küfrün imamlarından uzaklaşmıyor da onların yanında yer edinebilmek için çırpınıyorsunuz?’ diyoruz…

Hep cevapsız kalan sorular… Ne dinmiş ama! Rahatça faiz yemek için memleketi daru’l küfür ve harb kıldılar da, Müslümanlar aynı şeyi söylediklerinde saldırıya geçtiler. ‘Daru’l küfür ahkamından bahseden tekfircilere dikkat etmek lazım. Biz İslam toplumunda yaşıyoruz ve toplumun parçasıyız dediler.’ Allah’a hamd olsun ki tekfirci dedikleri muvahhidler faiz de yemiyorlar, Allah’ın ve Rasûlü’nden onlara kalan daru’l küfür ahkamını da tatbik ediyorlar.

Alim bezirganlığı ve alimleri kullanarak hevaya ittiba;

Bunun yanında alimlerin isimlerini kullanarak kendi hevalarına tabi olanlar da var. Tevhidin teklifi ağır gelince, bir takım isimlerin arkasına sığınarak bu tekliflerden korunmak isteyenleri görüyoruz. Ancak üzücü olan İslam’a aykırı olan ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ hakkında hiçbir delil indirmediği menheclerine de sadık kalmıyorlar.

Her ne kadar şu anki toplum Allah’a şirk koşsa da alimler, namazı ve Kelime-i Tevhid’i İslam alameti sayarak, buna bağlı olarak da toplumun İslam toplumu olduğunu söylüyorlar. Ve bunu İslam alimlerinden bazısının ismini kullanarak yapıyorlar.

Ancak kendilerine büyük şirkte cehalet mazeret değildir dediğimizde; bu haricilerin mezhebidir diyorlar. Oysa şeyhlerin şeyhi dediğiniz Şeyh Ebu Muhammed El-Makdisi (Allah onu korusun ve hayırlı hizmetlerinde muvaffak eylesin) bunu diyor dediğimizde cevap alamıyoruz.

İslam alametleri konusunda fetvasına yapıştığınız alim Abdulkadir bin Abdulaziz (Allah onu korusun) oy kullananların dinden çıktığını, Mursi’yle beraber ona oy verenlerin de İslam’da olmadığını açıkça söylüyor. Tağutların ordusunda asker olanların ma’zur olmadığını ve bu konuda icma olduğunu söylüyor. Ancak sizler oy verenleri de, askerlik yapanları da mazeret ehlinden sayıyor, Allah’ın dininde dost ediniyorsunuz.

Aslında batıl olan her menhec hevaya ittibadır. Ve birilerinin hevalarını tatmin etmek için uydurdukları indi yöntemlerdir. İnsanları bu alimlere uymaya davet edenler aslında kendi görüşlerine davet ediyorlar. Çünkü alimler üstü bir heyet gibi diledikleri meselede, diledikleri alimin görüşünü tercih ediyorlar. Örneğin, siz bu alim muasır bazı meselelerde hata etmiştir dediğinizde dünyayı başınıza yıkacak oluyorlar. Oysa şahısların masum olduğuna inanmayan insanların, şahıslar hataya nispet edildiğinde bu denli kızması anlaşılacak bir şey değildir. Masum olmayan hata yapar. Bu normaldir. Anormal olan bu alimlerin kendi işlerine gelmeyen fetvaları nedeniyle, hatalı görülmeleridir. Ne yaman çelişki. Alimler üzerinde yapılan din tüccarlığının vahim akıbeti…

Bunun bir benzeri de ‘cihad alimleri’ söylemidir. Kapalı ve tam olarak ne kastedildiği anlaşılmayan, kendisiyle Allah’ın kullarının saptırıldığı bir yol… Evet, bizler cihad alimlerini takdir ediyor ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ onları dinlerinde muvaffak kılmasını temenni ediyoruz. Ancak sahabenin dahi nassa muhalefet ettiğinde görüşü alınmıyorken bu insanları sahabeden de üstün görüp fetvalarının ”la yus’el” kılınmasına da karşıyız. Her fırsatta sofileri eleştiren ancak kendi şeyhlerinin fetvalarına sofilerden daha mutaassıp bir şekilde yapışanları anlamakta zorluk çekiyoruz.

Özellikle bu taassubu ‘Allah yolunda cihad etmeye’ bağlayanları hiç anlamıyoruz. Sahabe, Allah yolunda cihadın en büyüğünü yaptılar. Allah onlardan ve amellerinden razı oldu. Buna rağmen Allah dinde onları hüccet kılmadı. Öyleyse onlardan mertebe olarak kat kat aşağı olan insanların fetvaları nasıl dinde hüccet olsun?

Veya selefe ittiba etmeyi muasır üç-beş isme ittiba etmek olarak algılayanlar var. Her fırsatta biz selefi salihini muasır alimlerimizin anlayışıyla anlarız diyorlar. Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği bu yöntemlerini Kitab’a ve Sünnet’e nispet ediyorlar. İmam Malik, Şafii, Ebu Hanife veya İmam Ahmed’e rahimehumullah tabi olmayı, mezhep tassubu olarak görürken; onların yerine ikame ettikleri Useymin, Bin Baz veya Elbani’ye ittibayı selefilik sanıyorlar. Ümmetin üzerinde icma ettiği ve zaman olarak da selefi salihinden olan veya onlara en yakın olanlara, yaşayan ve ümmet dedikleri topluluğun yüzde onunun ittifak etmediği isimleri takdim ediyorlar.

Kendilerine bayraklaştırdıkları ve kendisiyle aşırılardan ayrıldıklarını iddia ettikleri cehalet özrü meselesine bakmamız, konunun anlaşılması açısından yeterli olacaktır.

Büyük şirkte cehalet özür müdür sorusu, mutlaklaştırdıkları alimlerine sorulduğunda -ilginç olan hepsi Suud ailesinin alimlerindendir-:

‘Daimi alimler kuruluna (lecne daime) soruldu. 4400 rakamlı fetvanın ikinci suali;

Cevap olarak: ‘Açıklama ve hüccet ikamesi İslamî cezaları uygulamak için yapılır. İnsanları kafir diye isimlendirmek için değil. O şahıs Allah’tan başkasına secdesi, adak adaması veya kurban kesmesi dolayısıyla kafir diye isimlendirilir.’

Fetvayı veren komisyon Abdulaziz bin Baz riyasetinde A. B. Ku’ud, A. B. Gudyan ve A. El-Afifi.

Cehalet konusu aynı şekilde İbni Cibrin’e sorulduğunda: Büyük şirkte cehalet olmadığını ve bunun mürcie akidesiyle İslam’a bulaştığını beyan etmiştir. Ki İbni Cibrin muasır müelliflerden Şeyh Medhet Yusuf Al’i Ferrac’ın yazdığı kitaplara önsöz yazmasıyla meşhurdur. Bu kitapları beğendiğini, hakkın beyanı olduğunu ifade etmiştir. Bu müellifin kitapları büyük şirkte cehaletin olmadığını ve iddianın bidat olduğunu savunmak için yazılmıştır. (Kayıhan yayınları, bu kitaplardan biri olan ‘İslam Hukukunda Cehalet’ kitabını Türkçe’ye kazandırmıştır)

Aynı şekilde Salih bin El-Fevzan bu konuda yazılmış bir risaleye önsöz yazmıştır. Risale Raşid bin A’la ya aittir. Kitabın adı ‘A’rıdu’l Cehl’dir.( Menhec Yayınları tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.) Yazar büyük şirkin açık meselelerden olduğunu ve bundan dolayı cahillerin ma’zur olmadığını beyan etmiştir. Fevzan risaleye yazdığı önsözde:

‘…Kitabı okudum. Kitabı işlediği konuda iyi bir kitap olarak buldum. Cahil hafi olup açıklanmaya muhtaç olan meselelerde ma’zurdur. Ancak tevhid, şirk, kat’i haramlar, Allah’tan başkasının adına kesilenlerde ma’zaret yoktur. Çünkü cehalet Peygamberin gönderilmesiyle ortadan kalkmış ve ilim kolaylaşmıştır…’demiştir.

Bu konuda Muhammed bin Salih El-Useymin daha farklı bir şey söylemiştir. Ona göre cehalet mazerettir. Muhammed bin Abdulvahhab’ın rahimehullah ‘Keşf Eş-Şubuhat’ kitabını şerh ederken imamın cehaleti mazeret görmeyen sözünü delil olarak almaz. Buna sebep olarak da: ‘Çünkü onun bu konuda başkaca sözleri vardır.’ der. (‘Kişi diliyle bir söz söyler, onun manasında cahil olmasına rağmen o sözle küfre girer ve cehaletiyle mazur olmaz.’ Bu sözü izah ederken: ‘İmamın konu hakkında başkaca sözleri de vardır ve bu sebebten ben onun cehaleti mazeret görmediğini zannetmiyorum’ der.)

Aynı soru hadis dalında uzman Muhammed Nasıruddin El-Bani’ye sorulduğunda: ‘İslam’ın asıllarını muhafaza eden, ancak Allah’a cahil olduklarından dolayı ve alimlerin saptırmasıyla şirk koşanlar Müslüman muamelesine tabi olurlar. Müslümanların kabirlerine gömülür, namazları kılınır ve onlara merhamet talebinde bulunur.’ (Silsile el-Huda ve En-Nur serisinde uzunca bir cevabın kısaltılmış halidir.)

Aynı ekolün birbirinden farklı fetvaları üzerinde biraz düşünün. Ve Türkiye’de bu isimleri bayraklaştıran, selefiliği bunlara ittiba olarak isimlendiren insanların ‘Bidatçi Tekfircilere Reddiye: Cehalet Mazarettir’ isimli kitap yayınladıklarına dikkat edin. Bu kitabı yayınlayana göre cehaleti mazaret görmeyen herkes, hem bid’atçi hem de tekfircidir. Öyleyse imamımız dedikleri birçok şeyh bu gruba girmektedir(!)

Bundan daha büyük açmaz, sıkışıldığında ‘falanca adam falanca meselede hata etmiştir’ cüretkârlığıdır. İyi de sizin alimleriniz sizin hesabınıza gelmeyen meselelerde hata edebiliyor da, başkaları onları hataya nispet ettiğinde neden alimlere saygısızlıkla itham ediliyorlar? Acaba sizler kendinizi alimler üstü bir sınıf olarak görüyor olmayasınız?

Netice olarak;

Vakıada birçok itikadi ve dinde zorunlu bilinmesi gereken ameli ihtilafın sebebi; alimlerin sözlerine nas muamelesi yapmak ve onlar masummuş gibi fetvalarını mutlaklaştırmaktır. Dinde vuku bulacak ihtilaftan sakınmak isteyen Müslümanlar vahye dayalı ölçülere dönmeli, alimlere hürmet ve onlardan istifadeyle; onların sözlerini nas yerine koymayı birbirinden ayırmalıdır. Aksi, ilahi olmayan bu metod ihtilafların çoğalmasına ve insanların çelişki ve şüpheler içinde dini anlamalarına neden olacaktır.

Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir…

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver