İhtilaf Fıkhı – 3: İtikatta İhtilaf

Allah’ın Adıyla

İhtilaf fıkhı yazımıza Allah’ın subhanehu ve teâlâ izniyle devam ediyoruz. Bir önceki yazımızda kısaca, itikadi meselelerde meydana gelen ihtilafa İslam’ın bakışını ve bu ihtilafın meydana gelme sebeplerinden ilkini zikrettik.

İtikadi hususlarda, özellikle de tevhid ve şirk meselelerinde asıl olan, ihtilafın olmamasıdır. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ, Rasûllerini bu ihtilafta ha

“İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, Peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa düştükleri hususlarda aralarında hüküm vermek için, onlarla birlikte hak olan kitabı da indirdi. Ancak kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden onda ayrılığa düştüler. Allah ise iman edenleri, onların hakkında ayrılığa düştükleri doğruya kendi izniyle ulaştırdı. Allah, dilediğine doğru yolu gösterir.” (2/Bakara, 213)

İnsanlar Peygamberlerin ortak mesajı olan Allah’ı ibadette birleyip, O’na ortak koşmama esasında ihtilafa düşünce, Allah subhanehu ve teâlâ Peygamberler gönderdi. Gayeleri, yanlarında bulunan kitaplarla insanların arasında hükmetmek ve hakla batılı birbirinden ayırmaktı. Allah subhanehu ve teâlâ kendine hakkıyla iman etmiş insanların delil ve basiret üzere olmasını istediği için bu vesileyle onları doğru yola eriştirdi.

İbni Abbas radıyallahu anh bu ayetin tefsirinde şu hadisi zikreder:

“Adem ve Nuh aleyhimusselam arasında on asır vardı. İnsanlar bu süre zarfında hak üzere idiler. İhtilaf edince Allah müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler gönderdi.” (Taberi senediyle nakletmiştir.)

Ve özellikle bir ayet üzerinden bu konuyu izah etmiştik. Peygamberler insanlar arasındaki ihtilafı kaldırdıkları gibi, sonradan gelecek olanlara ortak mesaj olarak da, ayrılığa düşmeden dini ikame etmeyi miras bırakmışlardır.

” ‘Dini ayakta tutun ve onda grup grup ayrılmayın’, diye Allah’ın Nuh’a tavsiye ettiğini, sana da vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiklerini, size de dinin kuralları yapmıştır. Müşrikleri davet ettiğin şey, onlara ağır gelir. Allah, dilediğini kendine seçer ve kendine yönelen kimseye yol gösterir. Onlar, aralarındaki hırs ve haset yüzünden, kendilerine bu hususta bilgi geldikten sonra ayrılığa düştüler ve Rabbin, muayyen bir zamana kadar onlara azap etmemeyi takdir etmeseydi, aralarında çoktan hükmedilirdi ve onlardan sonra kitaba vâris olanlar da bu hususta elbette şüphe içindedir, tereddüde düşmüşlerdir.” (42/Şura, 13-14)

İtikatta vuku bulan ihtilafın bir takım sebepleri vardır. Özelikle ümmetin vahdetini isteyen ve bu uğurda çabalayan insanların bu sebepleri bilmesi gerekir. Sebepleri bilmek, ihtilafı def etmenin çözüm yoludur da aynı zamanda.

Yazımızın ilk kısmında belirttiğimiz gibi her ihtilafı meşru kabul etmek, vahye aykırı bir tutumdur. Zira bazı zümreler itikadi ihtilafları def etmek yerine, çoğulculuk anlayışıyla her ihtilafa göz yummayı çözüm olarak benimsemişlerdir. Bunu yaparken de İslam’ın meşru gördüğü ihtilafa dair nasları delil almışlardır. Ancak bu, yerinde olmayan bir istidlal ve ‘hak sözle batılın irade edilmesi’ babındandır. Bu girişten sonra itikadi ihtilaflara sebebiyet veren maddelerle yazımıza devam edelim;

2. Müteşabih naslarla amel edip muhkem nasları terk etmek

Allah’ın subhanehu ve teâlâ kitabı ve Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem sünnetinde var olan naslar, muhkem ve müteşabih olmak üzere iki kısımdır.

“O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (3/Âl-i İmran, 7)

Ayet çok açıktır. Allah subhanehu ve teâlâ kendi ayetlerini ve buna bağlı olarak ayetlerin muhataplarını iki kısma ayırmıştır.

Kitabın anası olan muhkem naslarla dinini anlayanlar. Bunlara dair özel bir övgü zikredilmemiş olsa da, diğer zümre yerilince bunlar tam zıddıyla övülmüş demektir.

Kitabın müteşabih olanının peşine düşenler. Bunlar fitne çıkarmak ve Allah’ın ayetlerine olmadık yorumlar yapma yergisiyle zikredilmişlerdir.

Buradan anlıyoruz ki; kitaba uymak isteyenler muhkem olanına tabi olurlar. Kitaba uymaktan ziyade, içinde bulundukları durumu kitaba uydurmak isteyenler müteşabih olana tabi olurlar. Çünkü muhkem naslar çok açıktır. Lafızlarıyla anlaşılır. Anlaşılması için değişik araçlara ihtiyaç yoktur. Müteşabih ise bunun zıddıdır. Yorumlanmaya ve farklı yerlere çekilmeye müsaittir. Bu sebepten kalpleri hastalıklı olanlar, müteşabih olanla ilgilenir, muhkemi terk ederler. Bu aynı zamanda zihinlerde oluşması kaçınılmaz olan sorunun da cevabıdır!

Neden Allah subhanehu ve teâlâ kendi ayetlerini aynı açıklık ve anlaşılırlıkta kılmamıştır?

Kur’an’a, ona uymak ve hayata hakim kılmak için yaklaşanlarla, onu dünyalık çıkarlarına alet edenlerin birbirinden ayrılması için bütün ayetler aynı açıklıkta ve anlaşılırlıkta değildir. Kalplerde olanı Allah subhanehu ve teâlâ bilir. Ancak amellerimiz kalplerde olanın dışa yansımasıdır. Muhkem ve müteşabih ayetler, bu hakikatin anlaşılması için Allah subhanehu ve teâlâ tarafından ölçü olarak belirlenmiştir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu ölçüye dikkat çekmiş ve ashabını uyarmıştır.

“Sizler Kur’an’ın müteşabihine uyanları gördüğünüzde biliniz ki onlar, Allah’ın ayette isimlendirdikleridir ve onlardan sakının.” (Müslim)

İmam Müslim bu hadisi Sahihi’nin ilim babında rivayet etmiştir. İlim kitabına bu hadisle giriş yapmıştır. Adeta muhkem ve müteşabih meselesinin, sahih bir ilmin ilk şartı olduğuna vurgu yapmıştır.

Muhkem ve müteşabihin anlamı;

Muhkem;

İmam Beğavi rahimehullah tefsirinde muhkem, açık ve tafsilatlı olan ayetler olarak tanımlanmıştır. ‘Muhkem denmesinin nedeni kelimenin ‘ihkam’ kökünden gelmesidir. Muhkem ayetler öyle sağlamlaştırılmıştır ki; açıklığı ve anlaşılırlığı nedeniyle insanların bu ayetlerde tasarrufta bulunması men edilmiştir.’

İmam Kurtubi rahimehullah ilgili ayetin tefsirinde görüşleri aktardıktan sonra: ‘Nehhas: Muhkem ve müteşabih ayetler hakkında söylenen en güzel söz şudur; Muhkem kendini açıklayan, onu anlamak için başkaca şeylere rucü edilmeyendir. “Hiçbir şey Allah’ın dengi değildir” ayeti ve “Ve ben tevbe edenleri çokça bağışlayanım” ayetleri buna örnek verilebilir.

Müteşabih ise; “Allah tüm günahları affeder” ayeti gibidir. Bu ayeti anlayabilmek için (Çünkü tüm günahlar yanlış anlaşılmaya müsaittir. Burada sanki kişi ne günah işlerse işlesin Allah mutlaka affedecektir gibi bir anlam çıkıyor.) “Ben tevbe edenleri çokça bağışlayanım” ve “Allah kendine şirk koşulmasını asla affetmez” ayetlerine dönmek gerekir.

Dedim ki (Kurtubi): Nehhas ‘ın söyledikleri İbni Atiyye’nin seçtiği görüşü açıklar. Bu lugat kurallarına da uygundur. Çünkü ‘muhkem’ kelimesi eh-ke-ma filinin ism-i mefulüdür. Bu fiil, sağlamlaştırmak anlamına gelir. Şüphe yoktur ki bir şeyin açıklığı ve kendinde tereddüt olmaması onun kelimelerinin ve terkibinin açıklığı ve sağlamlığındandır. Açıklık ve sağlamlıktan biri kaybolduğunda, müteşabihlik oluşur.’

İbni Kesir rahimehullah bu ayetin tefsirinde görüşleri aktardıktan sonra: ‘Muhkem hususunda söylenenlerin en güzeli Muhammed bin İshak bin Yesar’ın da nas kıldığı şu görüştür:

Onlar Allah’ın hücceti, kulların korunması, husumet ve batılın reddi olan ayetlerdir. Konulduğu manadan çevrilmeleri veya tahrif edilmeleri mümkün değildir. Müteşabih ise; konuldukları manadan çevrilebilen, tahrif edilip yorumlanabilenlerdir.

İbni Kesir devamında; ‘…müteşabihi alırlar, ta ki onunla istedikleri bozuk amaca ulaşabilsinler. Çünkü müteşabihin lafızları, onların istedikleri manaya da ihtimallidir. Muhkemde ise onlara hiçbir nasip yoktur. Çünkü onların aleyhine hüccettir ve onların istediklerine uygun değildir.’

Ayetin nuzül sebebi ayetin doğru anlaşılmasında ciddi etkiye sahiptir. Tefsir kitaplarında bu ayetle ilgili;

Necran hristiyanları Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem gelip, İsa’nın aleyhisselam durumunu sordular. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onun aleyhisselam ilah olmadığını Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğunu söyleyince itiraz ettiler. Ve Kur’an’dan bazı ayetleri delil göstererek İsa’nın aleyhisselam ilah olduğu veya ondan bir parça olduğunu iddia ettiler.

“Ey kitap ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında ancak doğru olanı söyleyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın elçisi, Meryem’e atmış olduğu kelimesi ve O’ndan bir ruhtur.” (4/Nisa, 171)

Ayetlerde geçen “Onun kelimesi ve ondan bir ruh” kısmını sapkın itikadlarına dayanak gösterdiler. Oysa bu kısım müteşabihti. Yani birden fazla ihtimal içeriyordu. İsa aleyhisselam hakkında birçok ayet vardı. Şayet o ayetlere bakılsa, açık bir şekilde vardıkları sonucun yanlış olduğunu anlayacaklardı.

“Mesih de, Allah’a yakın melekler de, Allah’a kul olmaktan asla çekinmezler. Kim Allah’a kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa, bilsin ki O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır.” (4/Nisa, 172)

“Andolsun, ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kesinlikle kâfir oldu. Oysa Mesih şöyle demişti: ‘Ey İsrailoğulları! Yalnız, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa, artık Allah ona cenneti muhakkak haram kılmıştır. Onun barınağı da ateştir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.’ Andolsun, ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler kâfir oldu. Hâlbuki bir tek ilâhtan başka, hiçbir ilâh yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr edenlere elbette, elem dolu bir azap dokunacaktır.” (5/Maide, 72-73)

“Allah, Ey Meryem oğlu İsa, ‘Beni ve annemi Allah’tan başka iki ilah olarak benimseyin.’ diye insanlara sen mi söyledin? dediği zaman, İsa şöyle cevap verir: ‘Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer deseydim, elbette sen bunu bilirdin. Sen, benim içimde olanı bilirsin, ben ise senin içinde olanı bilmem. Elbette sen, gaypları en iyi bilensin. Ben onlara ‘Rabbim ve Rabbimiz olan Allah’a kulluk edin’ diye senin bana emrettiğin dışında bir şey söylemedim. Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit oldum. Beni öldürdüğün zaman da onları sen gözetiyordun. Sen, her şeye şahitsin.’ ” (5/Maide,116-117)

Gerek ayetin nuzül sebebi, gerek muhkem ve müteşabih kavramının lugat anlamları, gerek ayetin siyak ve sibakından ve tefsir imamlarının izahlarından anlıyoruz ki;

Muhkem naslar, manası açık, ihtimalli olmayan, kendi kendine yeten ve anlamak için başkaca araçlara ihtiyaç duymayandır.

Müteşabih ise; lafzı kapalı, farklı anlamlara gelebilecek olan ve anlamak için başkaca naslara ihtiyaç duyulan ayetlerdir.

Bu izahtan sonra diyebiliriz ki;

İtikadi alanda var olan ihtilaflara bakıldığında, birçok ihtilafın bu meseleye döndüğü görülecektir. Muhkem olan nasları terk edenler, yorumlanmaya müsait müteşabih nasları hevalarına uygun şekilde te’vil ederek zahiren vahye dayalı; ama hakikatte sapkınlık olan bir yolla amaçlarına ulaşmaktadırlar. Bazen dünya rahatını elde etmek, bazen İslami sorumluluklardan ve emanetin ağır yükünden kurtulmak, kimi zaman alışılmış örf ve âdetleri meşrulaştırmak veya cahiliye kültürlerine İslami kılıf uydurup, sapık babalarını temize çıkarmak için bu yola baş vururlar. Vereceğimiz örneklerle anlatmak istediğimiz meselenin daha iyi anlaşılacağını umuyoruz.

Parlamentolara girmenin hükmü;

Bugün üzerinde en çok tartışılan meselelerden biri, parlamentolara İslam’a hizmet maksadıyla girmenin hükmüdür. Mevcut parlamentoların demokrasi ve laiklik ilkeleri üzere kurulu olduğu herkesin malumudur. Hakimiyetin Allah’a subhanehu ve teâlâ ait olması İslam’da tartışma kabul etmeyen asıllardandır. Bunun zıddı, Allah’la subhanehu ve teâlâ uluhiyet noktasında çekişmedir. Ancak bu, sadece teorik bir hakikat değildir. Müşriklerin de bir çoğu teoride bunu kabul ediyorlardı. Ancak İslam’ın bunu pratikte hayata geçirip, herkesin eşit haklara sahip olacağı ilahi yasaları hayata hakim kılmak istediğini görünce, buna şiddetle karşı çıkmışlardı. Günümüzde de teorik olarak bu meseleyi kabul eden çoğu zevat, pratikte buna muhalefet ediyor ve bu parlamentoları İslami hizmetlerine(!) aracı kabul ediyorlar. Hükmün Allah’a ait oluşunu benzer cümlelerle ifade eden bu insanların, vakıada bu asıla taban tabana zıt hareket etmeleri, insanı düşündürüyor. Daha kötüsü, bu batıllarına, Allah’ın kelamını ve Rasûl’ün sünnetini alet etmeye kalkıyorlar. Bir çoğu İslamî davanın zorluklarından bıkan ve Allah’ın yardımına ramak kala rahat hizmet etme yollarını, asıl metoda tercih eden bu insanların delillerine baktığımızda ‘muhkem olanı terk edip müteşabihi dayanak’ edindiklerini görürüz…

İlk olarak Yusuf’un aleyhisselam kralın yanında bakanlık yaptığını, hatta bunu kendisinin bizzat talep ettiğini söylerler.

“Yusuf, ‘Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim’ dedi.” (12/Yusuf, 55)

Bu ayet ve Yusuf’un aleyhisselam konumunu ifade eden ayetler, müteşabihtir.

Sebebi ise;

Öncelikle bu kıssayı delil alabilmek için şu soruların cevabının netleşmesi gerekir;

a. Yusuf aleyhisselam hakimiyetin Allah’a verildiği bir nizamda mı bakanlık yaptı?

b. Bakanlığını yaptığı kurumun iç ve dış işlerinde Allah’ın kanunlarının dışında kanunlarla mı hükmediliyordu?

c. Göreve gelirken namusu ve şerefi üzere küfre girip demokrasi ve laikliğin güvencesi olan yasaya bağlı kalacağına yemin etmiş miydi?

d. Kanunlar yapıp Allah’ın subhanehu ve teâlâ yasak kıldıklarını serbest veya serbest kıldıklarını yasak kılmış mıydı?

Sorular… Sorular…

Çünkü mevcut parlamentolara giren insanları bekleyen hizmet ve işler bunlardır. Yusuf’un aleyhisselam kıssasını delil almak için parlamentolarda yapılanların onun aleyhisselam vakıasına benzer olması gerekir.

Oysa bu soruların cevabına, aynı surenin delaleti açık, muhkem nasları ışığında baktığımızda durumun hiç de böyle olmadığını anlarız. Ve kalbinde eğrilik olup fitne çıkarmak isteyenlerin surenin müteşabih ayetlerine sarıldığına şahit oluruz.

Yusuf aleyhisselam kimsenin kendine karışmadığı bir sistemde tamamen müstakil olarak çalışmıştı.

“İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf’a güç ve imkan (iktidar) verdik. Öyle ki, orada (Mısır’da) dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasib ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız.” (12/Yusuf, 56)

Allah subhanehu ve teâlâ açık bir şekilde Yusuf’a aleyhisselam yeryüzünde temkin ve dilediği gibi hareket etme yetkisi verdiğini söylüyor. Yani Yusuf parlamentoda Allah’ın subhanehu ve teâlâ helallerinin haram, haramlarının helal olduğu kanunlarla değil; dilediği gibi yani Rabbinin hükümleriyle hükmetme yetkisine sahipti.

Sistemin iflas ettiği bir noktada Müslümanlara ekonomi bakanlığını siz alın ve dilediğiniz hükümlerle ekonomiye hükmedin dendiğini farz edelim. Böyle bir durumda birileri bu görevi kabul etse ve Yusuf’un aleyhisselam kıssasını delil alsa, bu anlaşılabilir. Ancak hiçbir yönden benzemeyen bir durumu, kendi hevalarına delil almaları iddia sahiplerinin kalplerinin eğriliğini gösterir.

Bakın Yusuf aleyhisselam sadece ekonomide değil, kendinin tasarrufunda olan her yerde bu serbestiye sahipti ve Allah’ın kanunlarıyla hükmediyordu.

Kardeşini alıkoymak için çantasına tası yerleştirdiğinde, Yakub’un aleyhisselam diğer çocuklarına sordu;

“(Yusuf) onların yükünü hazırladığı zaman maşrabayı kardeşinin yükü içine koydu! (Kafile hareket ettikten) sonra bir tellal: ‘Ey kafile! Siz hırsızsınız!’ diye seslendi. (Yusuf’un kardeşleri) onlara dönerek: ‘Ne arıyorsunuz?’ dediler. ‘Kralın su kabını arıyoruz; onu getirene bir deve yükü (bahşiş) var’ dediler. (İçlerinden biri:) ‘Ben buna kefilim’, dedi. ‘Allah’a andolsun ki, bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de biliyorsunuz. Biz hırsız da değiliz’, dediler. (Yusuf’un adamları) dediler ki: ‘Peki, siz yalancıysanız bunun cezası nedir?’, ‘Onun cezası, kayıp eşya, kimin yükünde bulunursa işte o (şahsa el koymak) onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız’ dediler.” (12/Yusuf, 70-75)

Burada Yusuf’un aleyhisselam hizmetçileri Yakub’un aleyhisselam oğullarına hırsızlığın cezasını soruyorlar. Onlar da kendi şeriatlarında hırsızın cezasının çaldığına karşılık alıkonulması olduğunu söylüyorlar. Ve kap Yusuf’un kardeşinde çıkınca, nasıl hükmettiğini de aynı sure bizlere anlatıyor.

“Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce, onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde, daha iyi bir bilen vardır.” (12/Yusuf, 76)

Allah subhanehu ve teâlâ açıkça kralın kanunlarının farklı olduğunu ve Yusuf’un, Yakup’un aleyhisselam kanunlarına göre hükmettiğini buyuruyor. Ancak buna rağmen kalbinde eğrilik olanların, bu nasları terk ettiklerini ve birden fazla ihtimali olup, ancak muhkem naslar ışığında hakikatinin anlaşılacağı müteşabihe tabi olduklarını görürüz.

Ayrıca o Yusuf ki aleyhisselam; zindanın karanlıklarını şu sözlerle aydınlatmıştı;

” ‘Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) rabler mi daha hayırlıdır, yoksa El-Kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı? Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiç bir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.’ ” (12/Yusuf, 39-40)

Acaba Yusuf aleyhisselam zindanda bu sözleri söylerken, özgürlüğüne kavuştuktan sonra metod değiştirip farklı yollara mı başvurmuştu? Zindanda yaptığı davetin özünde, o toplumun ana problemlerine değinmişti de, çıkınca anlattıklarını unutup toplumun itikadi hastalığına kendi mi yakalanmıştı?

Kabe’nin Rabbine yemin olsun ki; Yusuf’a aleyhisselam bu iftirayı atanlar kralın karısından daha çirkin bir iş yapıyorlar. İlk iftira Yusuf’un iffetineydi, bu ise Yusuf’un uğruna yaşayıp öldüğü, insanları ilk davet ettiği esas olan itikadınadır.

Acaba müteşabih naslarla bu sonuca ulaşanlar, Yusuf’un da aleyhisselam her Peygamber gibi gönderildiği ortak davete muhalefet ettiğini hatta ihanet ettiğini iddia ettiklerinin farkında mıdırlar?

“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.” (16/Nahl, 36)

Yusuf da aleyhisselam her Peygamber gibi kavmine bu mesajla gelmişti. Allah’ı ibadette birlemek ve tağutlardan kaçınmaları için insanları uyarmak…Yaptıkları çirkin amele Yusuf gibi pak bir Peygamberi alet etmeye kalkanlar, Yusuf’un aleyhisselam yükümlü olduğu risalete ihanet ettiğine mi inanıyorlar? İnsanları tağuttan içtinap etmeye davet ederken, kendi ilk fırsatta tağuta bakan mı olmuştu?

Bu iftiraları ve sahiplerini Allah’a havale ediyor, O’ndan subhanehu ve teâlâ korunma ve hidayet istiyoruz.

Yine bu insanların batıl yollarına delil olarak Hudeybiye anlaşmasını dillerine doladıklarını görürüz. Allah Rasûlü’nün bazı maslahatları gözeterek, zahiri İslam’a uygun olmayan maddeleri kabul ettiğini söylerler. Buna dayanarak parlamentoya girişin zahiren İslam’a uygun olmasa da, günümüzde bazı maslahatları elde etmek için elzem olduğunu iddia ederler.

Cevap olarak söylenecek çok şey vardır. Ancak Hudeybiye anlaşmasının içeriğine ve alimlerin o konu hakkında söylediklerine dahi girmeden şu noktaya dikkat çekmek isteriz:

Şüphe ve batıl ehli bu konu hakkında, Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem muhkem bir davranışını görmezden gelip, onu hiç gündeme getirmezler.

Utbe bin Rabia Mekkeli müşrikler adına Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem gelip bazı tekliflerde bulundu;

“Mal istiyorsan seni en zenginimiz kılıncaya kadar mal toplayalım. Amacın liderlikse seni ölene dek başımıza geçirelim ya da aldığımız kararlarda söz sahibi yapalım. Şehvetse derdin sana Arapların kadınlarından on kişi nikahlayalım.”

Dikkat edilirse konu hakkında elimizde muhkem bir nas vardır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı en ağır işkence ve sıkıntılara maruz kalıyorken müşrikler ona hem diktatörlük hem de demokrasi teklifinde bulunmuşlardır. Gaye onu Daru’n Nedve çatısı altına sokmaktır.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ise yanına gelen elçiye şu ayetleri okuyarak karşılık vermiştir;

“Ha. Mim. (Kur’an) rahman ve rahim olan Allah katından indirilmiştir. (Bu,) bilen bir kavim için, ayetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: ‘Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapmaktayız!’ De ki: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahy olunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!’ Onlar zekatı vermezler; ahireti inkâr edenler de onlardır. Şüphesiz iman edip iyi iş yapanlar için tükenmeyen bir mükâfat vardır. De ki: ‘Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, alemlerin Rabbidir. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de ‘İsteyerek geldik’ dediler.’ Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semayı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, aziz, alim Allah’ın takdiridir. Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: ‘İşte sizi Ad ve Semud’un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgaya karşı uyarıyorum!’ Peygamberler onlara: ‘Önlerinden ve arkalarından gelerek Allah’tan başkasına kulluk etmeyin’, dedikleri zaman, ‘Rabbimiz dileseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz’ demişlerdi.” (41/Fussilet, 1-14)

Bir başka rivayette Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onlara şöyle cevap verdi;

“Ben bununla gönderilmedim. Ya benim söylediklerime iman edeceksiniz ya da Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredeceğim.”

Gerek Allah Rasûlü’nün cevap olarak okuduğu ayetlere, gerekse de sözlü verdiği cevaba bakarsak; Rasûl en çok ihtiyaç duyulan dönemde böyle bir maslahatı kabul etmemiş ve onlara meselenin tevhidin özüyle alakalı olduğunu net bir şekilde ifade etmiştir.

Buna rağmen kalbinde eğrilik olanların, onun hayatından bu muhkem ve herkesin çok net anlayacağı tutumu örtbas edip, Hudeybiye anlaşmasını gündeme getirdiklerine şahit oluyoruz..Ve bu müteşabih tutumla fitne ve istedikleri yorumu yapmaya vardıklarını görüyoruz.

“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.’ ” (3/Âl-i İmran, 8)

Özellikle bu ayetin, muhkem-müteşabih ayrımı yapan ayetten hemen sonraki ayet olduğunu hatırlatarak yazımıza devam edelim.

Başka bir örnek ise;

‘Müslümanım’ diyen herkes şunu bilir ki; bir insanın İslam dinine girmesi için ilk şart, tağutları inkar etmek ve onlardan uzaklaşmaktır. Bu, tüm Rasûllerin kavimlerine kendileriyle yollandığı Kelime-i Tevhid’in manasıdır.

“Senden önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona şunu vahyetmiş olmayalım: ‘Benden başka ilah yoktur, öyleyse bana ibadet edin.’ ” (21/Enbiya, 25)

“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik.’ ” (16/Nahl, 36)

Sorulması gereken soru şudur;

Bir insan ne yaptığı takdirde tağuta küfretmiş ve ondan içtinap edip uzaklaşmış olur? Bunu öğrenmenin yolu Rasûllerin siretine ve kavimlerinin tağutlarına nasıl muamele ettiklerine bakmaktan geçer.

İlk olarak onların küfrüne itikad etmek gerekir; çünkü bir insanın kafir ve müşrik olmadan tağut olması mümkün değildir. Ayrıca tağutlar, Allah’ın subhanehu ve teâlâ küfür olarak isimlendirdiği her türlü inanç, söz ve davranışı kendilerinde bulundururlar.

Allah’ın hakimiyetinde Allah’la subhanehu ve teâlâ çekişirler. Onun kanunlarını bir kenara atar, yeni kanunlarla insanları yönetmeye kalkarlar. Bu ise Allah’ın subhanehu ve teâlâ uluhiyetinin en belirgin noktasında ona kafa tutmaktır.

“..Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.” (12/Yusuf, 40)

“..O kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” (18/Kehf, 26)

Bununla beraber Allah’ın subhanehu ve teâlâ var olan kanunlarını değiştirir, helali haram, haramı da helal yaparlar. (Onların kanunlarında helal-haram ibaresi geçmez. Yasak-serbest olarak ifadesini bulan her şey İslam’daki helal ve haram kavramını karşılar.)

Oysa Allah, haram kıldığı aylarda oynama yapmayı çok sert bir dille kınamıştır.

“Haram ayları başka aylara ertelemek küfürde ileri gitmektir. Bu uygulamayla inkar edenler saptırılırlar. Allah’ın haram kıldığı ayların sayısını uydurmak için bir ayı bir yıl helal ve bir yıl haram sayıyorlar. Böylece Allah’ın haram kıldığını helal kılıyorlar. Onlara kötü işleri güzel gösterildi. Allah kâfirler topluluğunu doğru yola erdirmez.” (9/Tevbe, 37)

Aynı şekilde Allah subhanehu ve teâlâ haram kıldığı ölü etinin helal sayılmasıyla ilgili olarak da sahabeyi şu şekilde uyarmıştır;

“Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu fısktır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.” (6/Enam, 121)

Onlar bunun yanında devletlerarası ilişkilerde ve kendi ülkelerinde Allah’ın kanunları dışında kanunlara muhakeme olur, adalet diye insanları buna davet ederler. Bu sıfata sahip insanlar iman etmiş olduklarını iddia etseler bile, Allah subhanehu ve teâlâ onların imanının zandan ibaret olduğunu ifade ederek, onları bu yanlış zanlarında yalanlamıştır.

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağutun önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister.” (4/Nisa, 60)

Onlar kafirleri dost edinir, onlara yardımcı olur ve Müslümanlara karşı onların yanında yer alırlar.

“Ey iman edenler, yahudi ve hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (5/Maide, 51)

“Onlardan çoğunun inkâra sapanlarla dostluklar kurduklarını görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür. Allah onlara gazaplandı ve onlar azapta ebedi kalacaklardır. Eğer Allah’a, Peygambere ve ona indirilene iman etselerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık olanlardır.” (5/Maide, 80-81)

Bunlar her tağutun içinde bulunduğu amellerden bazılarıdır. Bu sebepten her muvahhid onların küfrüne itikad etmelidir. Bu Allah’ın tüm Peygamberler vasıtasıyla biz müminlerden istediğidir. Allah’ın uğruna Peygamberler yolladığı bir gayeyi basite alan ‘Bunlara kafir demekle elimize ne geçer?’ diyerek insanları saptıran helak olmuşların çokluğu, bizi aldatmamalıdır.

Günümüzde ilim adına konuşan bazıları müteşabihe sarılarak tağutlar hakkında şüphe oluşturmaya kalkarlar. Derler ki; ‘günümüz tağutlarının bu amelleri hakkında söyledikleriniz doğrudur. Ancak onlar bu amellerle beraber namaz kılar, Kelime-i Tevhid’i nutkederler. Allah Rasûlü bir hadisinde ahir zamanı vasfederken;

“Kıyamet kopmazdan önce karanlık geceler misali fitneler gelmeden salih amellerde acele ediniz. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Müslim, Ahmed, Tirmizi )’

Bu hadis gereği derler ki; ‘Tağutlar sabah parlamentoya giderek küfür işliyor ve dinden çıkıyorlar. Akşam evlerine geldiklerinde namaz kılıyor, Kelime-i Tevhid’i nutkediyor, İslam ehli gibi davranıyorlar. Korkarız ki; onlara kafir dediğimiz esnada mümin, mümin dediğimiz esnada kafir olsunlar. Bu sebepten onları tekfir etmeyiz!’

Bunca muhkem nas, kıyamet alametlerinden bahseden ve işin tehlikesini anlatmak için Müslümanlarda dikkat uyandıracak bir benzetmeyle anlatılan hadis için terk edilmiştir. Hadis dikkatle incelendiğinde;

a. Bu hadisi bu haliyle Allah Rasûlümü söylemiştir yoksa ravi ezberinde şüphe mi etmiştir belli değildir. Bu sebepten iki ayrı hüküm zikretmiştir. Yani; Allah Rasûlü “Kafir olarak sabahlar mümin olarak akşamlar” mı demiştir yoksa tam zıddını mı söylemiştir? Ravi, bunda emin olmadığı için cümleyi iki ayrı haliyle nakletmiştir. Bu bir ihtimaldir.

İmam Nevevi rahimehullah Müslim şerhinde, ilgili hadisin açıklamasında;

‘Allah Rasûlü bu fitnelerin şiddetini ‘kişi mümin olarak akşamlar kafir olarak sabahlar veya tam zıddı’ şeklinde vasfetti. Bu ravinin şekkidir.” der.

Bu ihtimale göre hadiste tek hüküm vardır. O da, mümin insanların kafir olacağının söz konusu olmasıdır. Tekrar İslam olacaklarına dair bir ibare yoktur.’

b. Tüm İslam ehlinin yanında sabittir ki; İslam dininden belli bir sebeple çıkan kişi, tevbe etmeden İslam’a dönemez.

İmam Beğavi rahimehullah; ‘İslam’dan çıkışı bir farzın inkarı veya haramın helal görülmesinden dolayıysa, o inancından dönmesi gerekir.’ (Fethu’l Bari, 12/279.)

Şirazi rahimehullah; ‘Bir farzı inkar veya haramı helal görmüşse bu inancından dönüp Kelime-i Şehadeti tekrar etmedikçe, İslam’ı sahih olmaz.’ (Tekmiletu Mecmu Şerh Muhezzeb, 21/231.)

Bu tağutlar akşam olduğunda şirk ve küfürlerinden tevbe mi ediyorlar ki Müslüman olsunlar? Eğer kasıt Kelime-i Tevhid ve namazlarıysa zaten bunu tuğyan halinde de icra ediyorlar.

c. Bir başka ihtimal; bu hadiste anlatılan şeyin, insanı dinden çıkaran büyük küfür değil de, korkutma ve sakındırma amaçlı ıtlak edilen küfür olmasıdır. Bu küfrün manası da, büyük günahlardır. İlim ehli bu hadisi bu şekilde tefsir etmişlerdir.

Mubarek Furi rahimehullah Tirmizi şerhi Tuhfetu’l Ahvezi’de şöyle der:

‘(…)Bu benzetmeden kastedilen, fitnenin ne kadar çirkin ve korkunç olduğunun anlaşılmasıdır. Öyle ki; sebebi ve ondan kurtulmanın yolu bilinmez. “Kişi Müslüman olarak sabahlar; imanın aslıyla veya kemaliyle vasıflanmıştır. Kafir olarak geceler; hakiki olarak veya nimeti inkar olarak (küfranı nimet) ya da kafirlere benzeyen olarak vasıflanmıştır.”

Ve seleften bazısı bu hadisi Müslümanlar arasında vuku bulan savaşlar olarak tefsir etmiştir. Müslümanın Müslümanı öldürmesi, insanı dinden çıkaran büyük küfür babından değildir. Ancak sakındırma amaçlı Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem küfür lafzını kullanmıştır.

Hasan El-Basri rahimehullah bu hadisi; savaşlarda kardeşlerinin kanını mubah sayıp, onlarla savaşmaya yormuştur. (İmam Beğavi, Şerh Es-Sunne ilgili hadisin şerhinde.)

Müslümanın canı ve malı haram olmasına rağmen fitne ortamında kişi din kardeşiyle şavaşır. Bazı alimler de bu ve benzeri hadisleri İmam Ali ve Muaviye radiyallahu anhum arasında vuku bulan savaşlar sadedinde zikretmiştir. (İbnu’l Vezir, İsaru’l Hak ala’l Halk, 1/412.)

Bunca ihtimal ve yorumu barındıran bir hadisi, tağutların tekfiri gibi dinin aslından bir meselede delil almak, onlarca muhkem nassı görmemezlikten gelmek ne ilginçtir!

Son olarak Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, sahabesine ahir zamanla ilgili hadislerle nasıl muamele edeceklerini öğretmiştir. O sallallahu aleyhi ve sellem, Deccal’den konuştuğu bir gün;

“…Dedik ki; ‘Dünyada kalması ne kadardır?’ Buyurdu ki; ‘Kırk gün. Bir günü bir sene gibidir. Bir günü, bir ay gibidir. Bir günü, Cuma gibidir. Diğer günleri, sizin günleriniz gibidir.’ Dedik ki; ‘Ya Rasûlullah! Şu bizim senemiz gibi olan günde, bir gün ve gecelik namaz bize yeter mi?’ Buyurdu ki: ‘Hayır. Onun miktarını takdir edin.’ ” (Müslim)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem alışılmışın dışında bir durumu anlatıyor. Bir günün bir sene kadar uzaması durumu… Her gün içinde beş vakit namaz vardır. Böyle bir günde namazlar nasıl eda edilecek? Cevap hem sorunu çözmüş hem de usul öğretmiştir. Usul, bu tip karışıklıklarda asla dönmek ve bilinenle amel etmektir. Şüphe ehlinin kendiyle sapıp saptırdıkları hadis de bu babtandır. Bilinen asıllara muhalefet ettiği için, burada muhkem naslara dönmeli ve vakıa onların ışığında anlaşılmalıdır.

Biz yine ilimde rasih olanları taklit ederek diyoruz ki;

“(Onlar şöyle yakarırlar:) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (3/Âl-i İmran, 8)

Bir başka örnek ise birilerinin, müşriklerin cehalet ve tevillerini mazeret saymalarıdır.

Allah subhanehu ve teâlâ kitabında müşriklerin tüm mazeretlerini saymış ve onları açık ve kuvvetli delillerle çürütmüştür. Buna rağmen kalbinde eğrilik bulunanların müteşabih ve birden fazla anlamı olabilecek naslara yönelerek cehaletin ve tevilin mazeret olduğunu, büyük şirkle Allah’a subhanehu ve teâlâ şirk koşanların dahi Müslüman olduklarını söylediklerini görürüz.

Allah insanları yaratmadan önce bu mazeretleri çürütmek adına onlardan söz almıştır.

“Hani Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahitler kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şahid olduk’ demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir. Ya da: ‘Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir nesiliz; işleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin?’ dememeniz için.” (7/A’raf 172-173)

Şeyhu’l İslam İbni Teymiyye rahimehullah;

‘Allah onlar için bu şahitliklerinin reddettiği iki delil zikretti. Biri Firavun ve benzerlerinin küfrü olan ta’til küfrüdür. Buna “(Bu,) Kıyamet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.” kısmı işaret eder. Diğeri de arap müşriklerin küfrü cinsindendir. Buna da “Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir nesiliz” kısmı işaret eder.’ (Der Tearud Akli ve En-Nakl, 4/332, Özetle.)

Başka bir ayette ise Allah subhanehu ve teâlâ tüm günahları ve dinde vuku bulan muhalefetleri iki kısma ayırır. Bir kısmını affedebileceğini bir diğer kısmını affetmeyeceğini söyler.

“Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (4/Nisa, 48)

Ayet muhkem olan ayetlerdendir. Allah’ın subhanehu ve teâlâ şirki affetmeyeceği, bunun dışında kalan günahları ise dilediği için affedeceğini zikreder.

Bu ayetin tefsirinde iki nüzül sebebi zikredilmiştir. (Rivayetler için bakınız Tefsir el-Beğavi Nisa suresi 48 ayet.)

İkisi de ayetin muhkem olduğunu ve yanlış anlaşılmaya müsait nasların bu ayet ışığında anlaşılması gerektiğini gösterir.

Birincisi;

Allah subhanehu ve teâlâ: “Ey nefisleri hakkında aşırı giden kullarım Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin Şüphesiz Allah tüm günahları bağışlar” ayetini indirince adamın biri ‘Şirk de mi?’ diye sordu. Bu soruyu üç defa tekrarlayınca bu ayet indi.

Diğeri;

Vahşi ve ashabı Hamza’yı radıyallahu anh katlettikleri için Allah subhanehu ve teâlâ tarafından affedilmeyeceklerini düşündüler. Allah Rasûlü’ne yazdılar. Biz Mekke’deyken senden şu ayetleri işittik:

“Yine onlar ki, Allah ile beraber (tuttukları) başka bir tanrıya yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahı (nın cezasını) bulur; Kıyamet günü azabı kat kat arttırılır ve onda (azapta) alçaltılmış olarak devamlı kalır.” (25/Furkan, 68-69)

Bunun üzerine Allah, Furkan suresindeki şu ayetleri indirdi;

“Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bılunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.Allah çok bağışlayıcıdı, engin merhamet sahibidir.Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.” (25/Furkan, 71-72)

Bu ağırdır dediler. Tevbe ederiz ancak salih amel işleyip işlemeyeceğimizden emin değiliz. Bunun üzerine Allah subhanehu ve teâlâ Nisa suresindeki ayetleri indirdi.

Diyebiliriz ki; gerek insanda reca ve umut oluşturan ve yanlış anlaşılmaya müsait olan veya insanı korkutan ve umutsuzluğa sevk eden ayetler bu ayetin ışığında anlaşılmalıdır. Allah subhanehu ve teâlâ bu ayeti muhkem ve ölçü kılmıştır. İki yönlü yanlış anlaşılmaya müsait nasların doğru anlaşılma mi’yarıdır.

Ancak mizanı ters çevirmiş ve muhkem nasları müteşabih naslar ışığında anlayanların, bu ayet okundukça müteşabih nasları zikredip, Allah’ın müşrikleri affedeceğini söylediğini görüyoruz.

Misal olarak en çok dillerine doladıkları naslardan biri olan;

“Sizden öncekilerde Yüce Allah’ın kendisine çokça mal vermiş olduğu bir adam vardı. Ölüm kendisine yaklaşınca, çocuklarına: ‘Sizlere nasıl bir baba idim?’ diye sordu. Çocukları da: ‘Hayırlı bir baba idin’ diye cevap verdiler. Baba: ‘Şüphesiz ben hiçbir hayır iş işlemedim ki, öldüğümde beni yakın, sonra yanmış parçalarımı iyice öğütüp kül edin ve küllerimi fırtınalı bir günde savurun’ dedi. Bu isteğini çocukları yaptılar. Yüce Allah parçalarını toplayıp: ‘Seni bunu yapmaya iten ne oldu?’ diye buyurdu. O da: ‘Senden korktum’ diye cevap verdi. Allah’da ona rahmetiyle muamele etti.” (Buhari, Müslim)

‘Bu adam Allah’ın kudretinden şüphe etmiştir. Bunu inkarından değil de tevil ve cehaletinden yapmıştır. Allah subhanehu ve teâlâ onu affetmiştir. Demek ki Allah cahil olanları ve tevil ehlini affedecektir.’ derler

Oysa hadise tek bir soru sorulduğunda, ortada bir yanlış anlama olduğu ve hadisin yerinde kullanılmadığı görülecektir;

Bu adam Allah’a şirk mi koşmuştur?

Elbette hayır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ kudret sıfatını ikrar etmekle beraber, sınır ve kapsamında cahil kalmıştır. Şayet dense ki; ‘Bir Müslüman Allah’ın sıfatlarını ikrar etmekle beraber, onların sınır ve kapsamını bilmezse bu cehalet mazerettir.’ Bu anlaşılabilir. Ancak büyük şirkte cehalet mazerettir sonucuna ulaşmak, Allah’a havale edilmesi gereken bir anlayıştır.

Muhkem olan ayetin kendinde “…Şirk dışında Allah dilediğini affeder” (4/Nisa, 116) diyor. Bu da şirk dışı olduğu için Allah’ın subhanehu ve teâlâ dilemesine kalmış ve O subhanehu ve teâlâ affetmiştir.

Alimler bu hadisi ele alırken farklı teviller yapma gereği hissetmişlerdir. Bunun nedeni de hadisin bilinen asıllara muhalif olmasıdır. Ve özellikle dikkat edilmesi gereken şey; hiç kimse bu hadisi Allah’a şirk koşma konusunda ele almamıştır. ‘Güncel İtikad Meseleleri’ adlı risalede tafsilatlı olarak incelediğimiz bölümü özet halinde sunuyorum;

a. Hadisi zahirine göre anlayıp, adamın Allah’ın kudreti konusunda şüphe ettiğini söyleyenler.

Şeyhu’l İslam İbni Teymiye ve İbni Kayyım rahimehumullah bunlardandır.

İbni Teymiye rahimehullah: ‘Bu adam küllerinin savrulduğu takdirde, diriltilemeyeceğini zannetti ve Allah’ın kudretinde şüpheye düştü. Bu Müslümanların ittifakıyla küfürdür. Fakat bunu bilmeyen bir cahildi. Allah’ın onu cezalandıracağından korkan bir mümindir. Allah da onu affetti.’ (Feteva, 3/231.)

İbni Kayyım rahimehullah: ‘Bu adam kudret sıfatında ve diriltmede şüphe etti. Ve hiçbir hayır da işlemedi. Bununla beraber Allah ona sordu ‘Seni bunu yapmaya ne itti?’ Dedi ki: ‘Senin korkun ya Rabbi, sen bunu daha iyi bilirsin’ ve Allah onu affetti.’ (Hadi El-Ervah, s.269.)

b. Hadisi tüm lafızlarıyla ele alıp, arasını birleştirmeye çalışanlar.

Bunlar kudreti nefyetmediği ve bilakis kudreti ispat ettiği rivayetleri alıp, zahiren kudrette şek ettiği rivayetlere farklı mana veren alimlerdir. Bu manaların Arap lugatında da yeri olunca böyle bir yol izlemişlerdir.

İmam Nevevi rahimehullah Müslim şerhinde: ‘Bir taife dedi ki: ‘Bu hadisi Allah’ın kudretini nefyetmeye yorumlamak sahih olmaz. Çünkü kudrette şüphe eden kâfirdir. Başka rivayette bunu Allah korkusundan yaptığını söyler. Oysa kâfir Allah’tan korkmadığı gibi ayrıca kâfire mağfiret de edilmez.’ Bu taifeye göre hadisin iki tevili vardır.

1. Eğer azabı takdir etmişse (kaza) bu fiil (kadere), hem şeddeli hem şeddesiz okunabilir iki okuyuşta da mana aynıdır.

2. Eğer daraltırsa (deyyeke): (bu mana kuranda da kullanılmıştır.) “Kedere” fiili daraltma manasında olur. (89/Fecr, 16; 21/Enbiya, 87.)

Bu manayı ve tefsiri İmam Ayni, Buhari şerhinde (İrşad Es-Sari, 10/439.); İmam Suyuti, İmam İbni Abdulberr’den Muvatta şerhinde (Tenvir El-Hevalik, 1/239.); Hafız İbni Hacer Fethu’l Bari’de (13/289); nakletmişlerdir

c. Bu adam şüphe etmedi. Arap lugatında yaygın olan bir üslup kullandı. Bu üslup şüphenin, yakine mezc (karıştırılmış) edilmesidir. Manası da dinleyeni şekmiş vehmine sokup, yakine ulaşmadır. Fakat hakikatte yakin vardır. Şu ayet de bunun örneğidir. “Bizler ya da sizler, ya hidayet üzere ya da açık delalet üzereyiz.” (34/Sebe, 24) Şüphe suretinde olsa da keşfedilen yakindir. (İmam Nevevi yorumlar arasında zikretmiştir.)

d. Bu adam fetret zamanında yaşamıştır. Tevhidin aslı o dönemde olanlar için yeterlidir. O dönemde şirk koşmayıp hanif olanların çoğu dinin tafsilatını bilmiyordu. O dönem insanlarına tevhidin aslı yeterliydi. Çünkü şeriatın tefsilatı onlara ulaşmamıştı.

Bu görüşü İmam Nevevi Müslim şerhinde yorumlar arasında zikretmiştir. Fethu’l Bari’de İbni Hacer de bunu nakletmiştir.

e. Bu adam sıfatın cahilidir (Kudret sıfatı). Sıfatın cahilinin tekfiri ise ihtilaflıdır. Kadı İyaz, ‘Sıfatın cahilini, İbni Cerir Et-Taberi tekfir etti’ der. İmam Eş’ari de bu görüşteydi fakat daha sonra döndü. (Bu hadisin şerhi, İmam Nevevi.)

f. Bu adam bazı lafızlarda geldiği gibi, eski milletlerdendi. Olabilir ki onların şeriatında kafir affediliyordu. Bizim şeriatımızda ise bu kaldırıldı. (Hafız, Fethu’l Bari’de bunu nakleder ve ‘en uzak görüş’ der.)

g. Bu adam bu sözü ölüm dehşeti halinde söylemişti. Bunun misali, unutan ve ne söylediğini akletmeyen insan gibidir.

Bu tefsiri İmam Nevevi Müslim şerhinde ve Hafız İbni Hacer, Fethu’l Bari’de nakletmiştir. Bu aynı zamanda İbni Hacer’in tercihidir de…’ (Ebu Hanzala, Güncel İtikad Meseleleri, s.204-207)

Bu hadis hakkında alimlerin söylediklerine bakınca; muhkem naslara muhalif bir hadisin, yorumlanmaya ihtiyacı olduğu anlaşılacaktır.

Ve sonuç olarak diyoruz ki; müteşabih naslarla dinini anlamaya kalkan ve İslam inancına aykırı neticelerle ortaya çıkan her ihtilaf; yerilen ve sahiplerinin inkar edilmesi gereken ihtilaftır. Müteşabih naslarla ulaştığı netice şirk olanlar müşrik, bidat olan bidatçi, fısk olanlar fasıktır.

Allah’ım! Bizleri senin dinini muhkem naslarla anlayan ve seni razı etmek için amel eden kullarından eyle. Bizlere hidayet ettikten sonra kalplerimizi eğriltme.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver