İhtilaf Fıkhı – 7 Fıkhi İhtilaflara Dair Bazı Mülahazalar

Allah’ın Adıyla!

Kullarına ihtilaflarda yol gösteren, onları vahiyle aydınlatan yüce Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd olsun. İhtilafın her çeşidini fiilleriyle ümmete gösteren ve sünnetiyle onları aydınlık bir yol üzere terk eden Nebi’ye salât ve selam olsun.

Son yazımızda fıkhî ihtilafın nedenlerini tafsilatlı izah etmeye çalıştık. Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımıyla bu konuyu sonlandırdık. Menhecî ihtilaflar kısmına geçmeden bazı açıklamaların konuyu tamamlayacağını düşünerekten, bu yazımızı konuyla alakalı müteferrik meselelere ayırdım.

1. İhtilaf başlı başına hüccet değildir

Bazıları herhangi bir konuda ihtilaf bulunmasını, o konuda serbestlik olarak algılarlar. Bu yanlış bir bakış açısıdır. Çünkü bir şeyin yapılıp yapılamayacağını şer’i deliller belirler. İhtilaf ise şer’i delil değildir. İhtilafta mutlaka bir tercih yapılmalı ve o tercih doğrultusunda hareket edilmelidir. Aksi halde bu ibahiyyeciliğe/her şeyi mubah görmeye götürür.

Allah subhanehu ve teâlâ kitabında:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden olan yöneticilere itaat edin. Bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah’a ve Peygambere götürün. Bu daha hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (4/Nisa, 59)

Bu ayet, ihtilaf vukuunda Müslümanlara yol göstermiştir. İhtilaf edilen konu her iki tarafın haklılığı ve amel serbestisi anlamına gelmez. O konuyu Allah’a ve Rasûlü’ne götürmeleri şarttır. Bu aynı zamanda onların iddia olan imanlarının da ispat alanlarından biridir. Maalesef vahyin ihtilaflar hususundaki bu rehberliği kaybolmuş, insanlar ihtilafları Kitab’a ve Sünnet’e götürmeyi terk etmiştir. ‘Alimler ihtilaf etmiştir’ sözü ‘iki görüşle de amel edilebilir’ olarak algılanmaya başlamıştır.

İbni Abdilberr rahimehullah: ‘İhtilaf sözü, muteber hiçbir fukahanın yanında hüccet değildir. Ancak basireti olmayan veya sözüne itibar edilmeyenler ihtilafı hüccet kabul etmişlerdir.’ (Cami Beyan İlm ve Fadlihi, 2/922.)

İmam Şatıbi rahimehullah: ‘(…)Bu durum iyice kötüleşti ve konu hakkında ihtilafın olması şer’i delillerden sayıldı. Zaman ilerledikçe bir şeyin yapılması, onun ihtilaf edilmesine bağlandı. Bazen biri birşeyi men ettiğinde ona karşı çıkıldı! ‘Bunu niye men ediyorsun bu ihtilaf edilen meselelerdendir’ dendi. Bu şeriata karşı işlenen hatalardandır. Çünkü üzerine itimad edilmemesi gerekene itimad etmiş, hüccet olmayan şeyi hüccet saymıştır.’

Hattabi rahimehullah Bita (Baldan elde edilen bira) hakkında şöyle dedi: ‘Bazıları dediler ki: ‘İnsanlar üzümden yapılan içkinin haramlığında ittifak edip, bazı içeceklerde ihtilaf edince, ittifak ettiklerini haram sayıp ihtilaf ettiklerinin mubah olduğuna kanaat ettik.’ Bu söz çirkin bir hatadır. Çünkü Allah anlaşmazlığa düşenleri Allah’a ve Rasûlü’ne yönlendirmiştir. Şayet bu adamın anlayışı doğru olmuş olsa, faizin bazı kısımlarını ve muta nikahını da mubah saymamız gerekirdi. Çünkü ümmet bunlarda da ihtilaf etmiştir. Oysa ihtilaf hüccet değildir. Hüccet ihtilaf edilen konuda sünnetin beyanıdır.’ (Muvafakat, 5/92-94.)

İbni Teymiyye rahimehullah: ‘(…)Bununla beraber hükümlerin ihtilafın varlığıyla illetlenmesi batıldır. Çünkü ihtilaf Şâri’nin kendisine hükümleri bağladığı asıllardan değildir.’ (Fetava El-Kubra, 2/295.)

Allah, imama rahmet etsin. Demek istediği; fıkhî bir meselede hüküm verirken, konu hakkında ihtilafın varlığını esas kılmak ve bir şeyin yapılacağına illet olarak ihtilafın varlığını göstermek doğru değildir. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ hükümlerini delillere bağlamıştır. Konu hakkında ihtilaf olması delil değildir ki hüküm ona bağlı olsun!

Asrımızda İslam şeriatını iptal edip, hevalarını din kılmak isteyen yol kesiciler alimlerin ihtilafını delil olarak kullanıyorlar. Muteber sebeplerden kaynaklı ortaya çıkan ihtilafı serbestlik olarak yansıtırlar. Alimlerimiz şer’i naslara dayanarak muteber ihtilafla muameleyi anlatmışlardır. Ancak ihtilafı delil kabul edip, insanlara keyfe göre tercih serbestliği tanımamışlardır.

2. ‘İhtilaf edilen meselelerde inkar yoktur’ sözünün çarptırılması

Kimileri bu sözü ‘İçtihadî meselelerde inkar yoktur’ olarak ifade etmektedir. Bu kaide yerinde kullanıldığında hak olmakla beraber, yanlış kullanıldığında batıl bir sonuca götürmektedir.

Alimlerin bu sözü belli kayıtlarla kayıtlanmıştır. İhtilaf edilen konu, açık bir nassa veya icmaya muhalefet etmediği müddetçe inkar söz konusu değildir. Ancak ortaya çıkan ihtilaf dinde zaruri bilinmesi gereken bir meseleye veya açık nassa ya da icmaya muhalefetse bunu inkar etmek farz olur. Hususen bu konuyu bir önceki başlığa bağlarsak meramımız daha iyi anlaşılır.

Bazı insanlar önce herhangi bir meseledeki ihtilafı zikrederler. Adeta Allah’ın kitabından, Rasûlü’nün sünnetinden veya ümmetin icmasından bir şeyler nakletmiş edasındadırlar. Oysa ihtilafın şer’i bir delil olmadığını bilmezler. Daha sonra alimlerin ‘İhtilaflı meselelerde inkar yoktur’ kaidesini zikrederler. Batılın üzerine bina ettikleri ikinci bir batılla neticeye ulaşırlar.

En çok karşılaştığımız durumlardan biri faiz meselesidir. Bankacılık devlet ekonomilerinin bir parçası olunca, saltanat alimleri kredilerin faizliği konusunda farklı görüş ortaya attılar. Birileri önce bu belamların aykırı görüşlerini ihtilaf olarak ümmete sundu. Akabinde bu konunun ihtilaflı olduğunu ve buna bağlı olarak da faizi mubah kabul edenlerin ve onunla amel edenlerin inkar edilemeyeceğini savundular. Arap şairinin dediği gibi,

‘Sa’d develeri gütmeye koyuldu

Ancak develer bu şekilde güdülmez ey Sa’d!’

Türkiye’de de ‘ihtilaf alimlerinin’ bu işi beceremedikleri en nihayet anlaşıldı. Düne kadar fetvalarıyla konu hakkında ihtilaf olduğunu söyleyen bu sözde alimler, bugün Rabia meydanında, Tahrir meydanında öldürülenlerin ateşin köpeği hariciler olduğuna, onları öldürenlerin ise Ali radıyallahu anh misali cennetlik olduğuna dair fetva veriyorlar. Aynı kesimler düne kadar fetvalarıyla Allah’ın helalini haram, haramlarını helal saydıkları alimlere lanet okuyor, onları belam diye isimlendiriyorlar. Biz beklerdik ki ‘Mısır’da öldürülenler konusu ihtilaflıdır. Çünkü bu konuda ihtilaf eden alimler var’ desinler. Ancak heyhat ki heyhat! Hevanın sürüklediği insanlardan adalet beklemek… Kalplerini arz ettikleri fitneler onları hevalarının kulu yapmıştır. İstedikleri meselede delil gördüklerini, bir başka meselede lanetlik görüyorlar! Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onlardan bahsediyor adeta:

“Fitne insanların kalbine hasır misali çizgi çizgi konur. Hangi kalbe, bundan içirilirse onda siyah bir nokta hasıl olur, Hangi kalp de bunu reddederse onda da beyaz bir iz hasıl olur. Böylece kalpler iki gruba ayrılır. Bir grubun kalbi düz (ve parlak) bir taş gibi beyazdır. Bunlara arz ve semavat bâki kaldıkça fitne ona zarar vermez. Diğer grubun kalbi siyahtır, bulanıktır, ters dönmüştür, tıpkı (ateşte) kararmış tencere gibidir. Ne iyiyi iyi, ne kötüyü kötü kabul eder (hiçbir değer tanımaz). Heva ve nefsinden kendisine ne telkin edilirse onu bilir.” (Müslim)

İslam alimleri bu konu hakkında doyurucu açıklamalar yapmışlardır.

İmam Nevevi rahimehullah Müslim şerhinde: ‘Bir kadı açık nassa, icmaya veya celiy (açık) kıyasa muhalefet etmedikçe verdiği hükme itiraz edene karışamaz.’ (2/24)

İbni Teymiyye rahimehullah: ‘Söyledikleri bu söz doğru değildir. Çünkü inkar, ya verilen hükme veya onunla amele yöneliktir. Birincisine gelince; şayet verilen hüküm sünnete ya da geçmişte var olan icmaya muhalifse ittifakla ona inkar edilir. Şayet sünnete ya da icmaya muhalif değilse o zaman isabet eden tektir diyen selefin cumhuruna göre, sözün zayıflığı beyan edilir.

İkincisine gelince (amel); şayet sünnete ve icmaya muhalifse bu görüşle amel edene, münkere inkarın derecelerine göre inkar edilir. Ancak o konu hakkında nas yok ve içtihadın caiz olduğu alanlardansa ister müçtehid, ister mukallid olsun onunla amel edene inkar edilmez. Bu konudaki hata şu yanlış anlayıştan kaynaklanmaktadır; Bu sözün sahibi ihtilaflı meseleleri içtihadî meseleler olarak zannediyor. Oysa selefin üzerinde olduğu hak; konu hakkında nas yoksa o mesele içtihadîdir ve onunla amel edene inkar edilmez.’ (Beyan Ed-Delil ala Butlan Tahlil, 210-211.)

Bu çok değerli tespitlerden şunu anlıyoruz,

a. İhtilaflı meselelerde inkar yoktur sözü mutlak değildir.

b. Bazıları ihtilaflı meselelere içtihadî meseleleri karıştırmıştır. İhtilafın varlığını içtihadın varlığı olarak algılamışlardır. Buna bağlı olarak da İslam’ın içtihada tanıdığı genişliği, ihtilafa yaymışlardır.

c. İçtihadî genişlik; hakkında nas olmayan konularda alimlerin kendi çabaları ve umumi delillerle neticeye ulaşmasıdır. Ancak konu hakkında nas olmasına rağmen bir ihtilaf söz konusu olmuşsa, bu nassa muhalefet olduğundan itibar edilmez.

İmam Şevkani rahimehullah: ‘Maalesef bu söz (ihtilaflı meselelerde inkar yoktur) iyiliği emretmek, kötülüğü nehyetmek farizasını ortadan kaldıran en büyük vesilelerden biri olmuştur. Kitap ve Sünnetle bir şey sabit olduktan sonra, birileri bu falanca alimin görüşüdür derse önce o alime, sonra da onun nassa muhalif görüşüyle amel edene inkar şeriatın gereklerindendir…’ (Seylu’l Cerrar)

3. ‘Bir hakim içtihad ettiğinde isabet ederse iki ecir alır. İsabet etmezse bir ecir alır.’ hadisinde ifrad ve tefrit

a. İçtihad kapısı Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem tarafından açılmasına rağmen bir zümre bu kapıyı kapatmıştır. Bu, ümmet için ciddi sıkıntılara neden olmuştur. Belli asırlarda donmuş olan İslam fıkhı çağın sorunlarına çözüm üretemeyince, insanlar İslam dışı kaynaklara yöneldiler. Bu da beraberinde İslam fıkhıyla uyuşmayan neticeler getirdi. Oysa İslam şeriatı evrenseldi. Allah ve Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem belirleyici naslar koymuş, bu nasları değişen şartlar ve zeminde tatbik etmeyi müçtehidlere havale etmişti. Birileri içtihadı, ümmette sayılı insanlara hasretmekle, önce Allah’ın subhanehu ve teâlâ fazlını daralttılar, sonra ümmeti bu nimetten mahrum bıraktılar. Oysa içtihad, ayette belirtilen “İşte o Allah’ın fazlıdır. Onu dilediğine verir.” (62/Cuma, 4) hükmünün kapsamındadır.

Kimisi daha farklı bir yol izledi. İçtihad kapısı açıktır ancak ondan geçecek alim yoktur dedi. Öyle afakî şartlar zikrettiler ki; sahabenin çoğu o şartlara göre müçtehid olmadığı gibi, içtihadı hasrettikleri çoğu imamda dahi bu şartlar mevcut değildi. (İçtihad kapısının kapandığını söylemek; aslında alışılmış mezhep tassubunun devamı için verilen çabadır. Atalarından buldukları yola tabi olmaktan memnun olan, kendi çıkarlarının zedelenmesinden korkan, mezhep imamlarıyla ne akidevi ne de ameli bir bağı olmayanların etrafında döndükleri bir meseledir. Bunun istisnaları elbette vardır. Özellikle İslam aleminin işgali, hilafetin ilgası ve dinin, diyanet kurumları aracılığıyla devletin hizmetine girmesinden korkan bazı alim ve düşünürler içtihad kapısının kapatılmasını savunmuşlardır. Bunlar endişelerinde haklıdırlar. İslam’ın devlet kontrolü olmadığında birileri dinin usullerine aykırı sapkınlıkları içtihad diye insanlara sunabilirler. İçtihad için, İslam’ın kontrol mekanizması olan devleti gerekli görmüşlerdir.)

Kimileri de içtihad şartlarının âfakiliğini fark edince: ‘Bu şartlar dinin her alanında konuşma yetkisine sahip olan mutlak müçtehidler için geçerlidir. Ancak belirli sahalarda konuşacak veya bir mezhebin usulüyle hareket edecek mukayyed müçtehid için şartlar hafifletilmelidir.’ (Usulcülerden ilk bu yola başvuran İmam Gazali’dir.) dediler.

Ancak netice değişmedi. İçtihad şartları kolaylaşmasına rağmen bu ve benzeri fikirler nefislerde olan himmeti öldürdü. Eski dönem imamları bir mesele için aylarca yol gitmek, bir babın hadislerini anlamak için yıllara yayılan ilmi rıhleler yapmak zorundaydılar. Günümüzde ise ilim tedvin edildi. Her dalın maddeleri bir araya toplandı. Ancak içtihad hususunda oluşan yanlış tasavvur insanları bu yüksek mertebeden alıkoydu. Şüphesiz selef dönemi müçtehidlerinin yeri bu ümmette ayrıdır. Onlar zaman ve mekan olarak Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem övgüsüne mazhar oldular. Allah’ın subhanehu ve teâlâ onların amellerine kıldığı bereket onların Allah yanındaki değerlerini göstermesi açısından da kâfidir. Bunları ikrar etmekle beraber içtihadı onlara has kılmak ve Allah’ın şeriatla kendine kul kıldığı sair ümmeti bundan mahrum bırakmak da kabul edilebilecek bir şey değildir.

b. Bir başka yanlış tasavvur; ümmetin müçtehid dediği insanlara her meselede uymanın serbest oluşudur. Müçtehid olarak bilinen bir imamın her konudaki görüşüne uyulabilir. Gerekçe olarak da hadis öne sürülmüştür.

“Bir hakim içtihad ettiğinde isabet ederse iki ecir alır. İçtihad eder sonra hata ederse bir ecir alır.” (Buhari, Müslim)

Bu hadisi adeta şöyle anladılar: Her halükarda müçtehid ecir alıyor. Öyleyse ona uyan insan da ecir alır. Oysa hadis dikkatle fehmedildiğinde; müçtehidlerin de hata edebileceği anlaşılır. İslam hatanın hiçbir çeşidine uymaya müsaade etmez. Müçtehidin ecir alması ise Allah’ın subhanehu ve teâlâ ona olan merhametindendir. Din için yaptığı hizmet ve ortaya koyduğu çabanın ecridir bu. Yoksa hata yaptığı için ecir almamıştır.

İbni Abdilberr rahimehullah: ‘Sahabe ve müçtehidlerin ihtilafında her görüşe uyulur düşüncesi Kasım bin Muhammed mezhebidir. Şafii, Malik ve onların yolunu izleyenler -ki bu aynı zamanda Leys bin Sad Evzai ve Ebu Sevr görüşüdür de- ihtilafta doğru ve yanlışın olduğuna inanırlar. Alimlerin ihtilafında vacip olanın Kitap, Sünnet, icma ve usule uygun kıyasın talep edilmesidir.’

İmam Malik’e rahimehullah sahabenin ihtilafı soruldu, ‘İçinde doğru ve yanlış vardır kontrol et’ dedi.

İbnu’l Kasım dedi ki: ‘Ben Malik ve Leys’in şöyle dediğini duydum: ‘İnsanların zannettiği gibi sahabe ihtilafında tercih genişliği yoktur. Doğru olanlar ve hatalı olanlar vardır.’ ‘

Leys bin Sad: ‘Bir ihtilaf bize geldiğinde en ihtiyatlı olanı alırız.’ demiştir.

Müzeni, İmam Şafi’den sahabe ihtilafı hakkında şunu aktarır: ‘Onların ihtilafında Kitab’a, Sünnet’e veya icmaya uyanı ya da kıyasa uygun olanı alırım. Şüphesiz Allah Rasulü’nün ashabı ihtilaf etti. Şayet onların ihtilafında genişlik olsa, doğru ve yanlış olmasa, birbirlerine itiraz etmez, aralarında içtihadları eleştirmezlerdi.’ (Cami Beyan İlmi ve Fadlihi, 2/898-912, arasından özetle.)

4. Meşru ihtilaflar ayrılık ve düşmanlığa sebebiyet vermemelidir.

Meşru ihtilaftan kastettiğimiz Kitaba, Sünnete ve sarih icmaya muhalif olmayan ihtilaflardır. Delillerin çakıştığı ve müçtehidin tercih yapmak zorunda kaldığı ya da konu hakkında delil olmamasından dolayı herkesin öncelik verdiği umumi delillerle bir neticeye ulaşması sonucunda ortaya çıkan ihtilaf, meşru/saiğ ihtilaftır. Rahmet olarak algılanması gereken ihtilaf budur. (Bu konuda Allah Rasûlü’ne nispet edilen ‘Ümmetimin ihtilafı rahmettir’ sözü vardır. Bu söz senet itibariyle sahih değildir. Senedi ve kaynağı belli olmayan rivayetlerdendir. Ayrıca Allah ve Rasûlü ihtilafı yermiştir. Övülen ise ittifaktır. Bu söz tek bir manada sahih olabilir onun dışında kastedilen manalar batıldır. Hakkında kesin nas olmayan konularda alimlerin ihtilafı ümmet için rahmettir.)

Şeyhu’l İslam İbni Teymiyye rahimehullah konu hakkında şöyle der: ‘Ahkamda vuku bulan ihtilaf sayılamayacak kadar çoktur. Şayet Müslümanlar her ihtilaf ettiğinde ayrılığa düşüp birbirlerine sırt çevirselerdi, aralarında koruma ve kardeşlik kalmazdı.’ (Mecmu Fetava, 24/173.)

Başka bir yerde: ‘Sahabe ve tabiinden alimler bir konuda tartıştıklarında Allah’ın emrine ittiba ederlerdi. “Bir şeyde ayrılığa düşerseniz şayet Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah’a ve Rasûlü’ne dönderin.” Herhangi bir meselede kardeşçe ve nasihatleşerek tartışırlardı. Ancak açık Kitab’a, Sünnet’e veya ümmetin selefinin icma ettiğine muhalefet eden ise, bidat ehline yapılan muameleyle muamele görür.’ (Mecmu Fetava, 24/172.)

5. Meşru bir ihtilaf sebebi zail olduğunda, meşru olmaktan çıkar

Önceki yazımızda alimlerin ihtilaf nedenlerine değindik. Bu sebeplerden biri vuku bulduğunda ihtilaf meşru olur. Ancak bu sebepler ortadan kalktığında ihtilaf meşruiyetini kaybeder.

Örneğin, bir alime nassın ulaşmamasını meşru ihtilaf sebeplerinden saydık. Ancak sonradan gelenlere o nas ulaştığı takdirde, ihtilaf meşru olmaktan çıkar.

Buna müzik meselesini örnek verebiliriz. İslam tarihinde alimler müzik aletlerinin haram olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bu konuda birçok delil zikretmekle beraber, dayanak olarak İmam Buhari’nin rivayet ettiği bir hadisi esas almışlardır.

“Yemin ederim ki, ümmetimden bir topluluk gelecek; zinayı, içkiyi, ipek elbiseyi ve çalgı aletlerini helal sayacaktır.” (Buhari)

Bu hadis açıkça müzik aletlerinin haram olduğunu belirtmiştir. Birilerinin İslam nezdinde haram olan aletleri helal sayacağına vurgu yapmıştır. İbni Hazm rahimehullah bu hadisin zayıf olduğunu iddia ederek müziğin ekstra bir haram olmadığı sürece, mubah olduğunu savunmuştur.

Ancak ümmetin ittifakıyla sabittir ki; İmam Buhari, İbni Hazm’dan hadis konusunda daha ehliyetlidir. Ve İbni Hazm hadisçilerden değil, daha ziyade fukaha tabakasındandır. Ayrıca o, Endülüs’te yaşamıştır. Rivayet ilimlerinin merkezinden çok uzakta kalmıştır. Birçok hadis kitabından ve ricalinden haberdar değildir.

Kendi çabasıyla ulaştığı netice, bu hadisin senedinde kopukluk olduğu ve buna bağlı olarak müziğin ekstra haram bir durum olmadığı sürece (Kadınların raks etmesi, içki meclisi vb. şeyler) mubahlığına hüküm etmiştir.

İbni Hazm rahimehullah kendi çabasıyla ulaştığı bu neticede haklı olabilir. Ancak saydığımız sebeplerden ve sonradan gelenlerin yanında bu hadis sahih olduğundan dolayı sonradan gelenler için aynısını söylemek mümkün değildir.

Daha ilginç olanı; hiçbir konuda İbni Hazm’ı tanımayanların müzik konusunda ‘İmam İbni Hazm’ diyerek söz etmeleridir. Bu insanların ihtilafı meşru ihtilaf kapsamında değildir. Hevaya tabi olmalarının neticesi olan, bir ihtilaftır.

Örneğin, İmam Şafii rahimehullah birçok konuda ‘Şayet bu konuda hadis sahih olsaydı fetva şöyle olurdu’ demiştir. Kendi bir görüş ortaya koymuş, ancak görüşüne zıt bir hadisin olduğunu fakat hadisin kendi yanında sahih olmadığı için hadise göre hüküm beyan etmediğini zikretmiştir.

Şeyh Sad bin Abdulkadir Salim ‘En-Nazar fima Alaka eş-Şafi Elkavle ala Sıhhatı’l Haber’ adlı risalesini yazmıştır. ‘Şafi’nin, görüşü haberin sıhhatine havale ettiği meselelere bakış’ diye de tercüme edeceğimiz kitapta 52 mesele zikretmiştir. Bunlar, İmam Şafi’ye ait olan El-Um kitabından veya İmam Beyhaki’nin ‘Sunenu’l Kubra’ ve ‘Marifetu Sunen ve’l Asar’ kitaplarından toparlamıştır.

İmam Şafii rahimehullah haberi sahih kabul etmediği için, habere uygun olmayan bir görüş ortaya koymuş olabilir. Ancak bu fennin ehlince o haber sahih kabul edilmişse ve İmam Şafii’ye ulaşmamış bir bilgi açığa çıkmışsa, sonradan gelenlerin nassa aykırı fetvaya uyması doğru değildir. Kabul edilmeyen, mutaassıpça mezhep taklidi budur.

Bu, meşru ihtilafın esbabı zail olduğu halde, ihtilafı sürdürme anlamına gelir ki bu da doğru değildir.

6. Delillerin ulaşması veya anlayışın değişmesi neticesinde fıkhi görüşlerin değişmesi ayıplanacak bir durum değildir

Alimin bir görüş üzere olması ilelebet o görüşte sabit kalacağı anlamına gelmez. Vahye tabi olan Rabbani alimin görüşlerine hükmeden, delildir. Daha kuvvetli bir delil gördüğünde çekinmeden görüşünü değiştirir. Lakin görüşlerine taassubun veya hevanın hükmettiği insanlar delille ilgilenmezler.

İbnu’l Kayyım rahimehullah bu gibi insanlar için şöyle der: ‘Bunlar alim olamazlar. Alim, Peygamber vârisidir. Kendi mezhebini Allah’ın, Rasûlü’nün ve ashabın üzerine hakim ve ölçü kılan ve bu ölçüye göre kabul ve redde bulunan nasıl alim olabilir ki? Bunlar övgüden ziyade yerilmeye daha layıktırlar.’ (İ’lamu’l Muvakkiin)

Seleften alimlerimiz bu konuda örneklik sergilemişlerdir. İmam Şafii rahimehullah Mısır’a hicret ettikten sonra birçok görüşünü değiştirmiştir. Bu durum fıkhî literatüre ‘eski mezhep’, ‘yeni mezhep’ diye geçmiştir. İmam Şafii rahimehullah orada ulaştığı yeni deliller ve vakıanın değişmesi neticesinde tereddüd etmeden görüşlerini değiştirmiştir.

Bunun bir örneği de İmam Ahmed’dir. İmamdan aynı konuda birden fazla görüş aktarılmıştır. O bir hadis imamıydı. Farklı rivayetler eline ulaştıkça bir önceki görüşünden dönmüş ve delile teslim olmuştur. Zikrettiğimiz iki imam bugün İslam ümmetinin çoğunluğunun ittiba ettiği imamlardandır. Ve bu durum onların imametine olumsuz etki etmediği gibi ümmet nezdinde onları değerli kılmıştır. Çünkü delile ittiba edip hevasını terk eden Allah subhanehu ve teâlâ yanında değerlenir. O’nun subhanehu ve teâlâ yanında değerli olan, kulları yanında da değerlidir.

Bu faziletin farkında olmayanlar mezhep ve alim tassubuna düşmüşlerdir. Asırlar boyu İslam ümmetinin gerilemesine ve iç düşmanlıklar yaşamasına neden olan bu durum, vahiyden yüz çevirip şahıs ve grup taassubuna tabi olmanın neticesidir.

Allah subhanehu ve teâlâ bizleri hakkı gören ve ona tabi olmaktan çekinmeyenlerden kılsın. FıkhÎ ihtilaflar yazımızı burada sonlandırdık. Bir sonraki yazımızda menheci ihtilaflar ile devam edeceğiz Allah’ın izniyle…

Selam ve dua ile…

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver