Muvahhidelere…

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Rabbim sizlere af ve afiyet ihsan eylesin. Sizi sevdiği, razı olduğu ve rahmetiyle kuşattığı bahtiyarlardan kılsın. Bu ayki yazımı bekâr ve evli hanım kardeşlerime ayıracağım. Hem elimde biriken soruları hem de mektuplaşmalarımızdan aldığım notları bu vesileyle eriteceğim. Allah’tan (cc) yardım isteyerek diyorum ki;

Tevhidden Sonraki En Önemli Sermayemiz, İffettir!

Bir durum tespiti yaparak başlayalım: Yüce Allah’a hamdolsun, tevhid daveti dalga dalga yayılıyor. Bu kutlu çağrıya genç kızlarımız, özellikle okuyan ve kültürlü genç kızlarımız daha çok icabet ediyor. Yaratılışlarından gelen fıtri nahiflik ve incelik; fıtratın sesi olan, merhamet ve adaletin kaynağı tevhidle karşılaşınca hakka teslim oluyorlar. Sonra bir arayış başlıyor… Birçoğu umdukları karşılığı çevrelerinde bulamıyor. Dahası, tam bir ilgisizlik veya aşırı bir düşmanlık görüyor… Birçoğu ailesi tarafından hakarete, baskıya, şiddete maruz kalıyor… İnsan bu, “unutmak” veya “ünsiyet” kökünden kendisine insan denmiş. Ünsiyet kuracağı, anlayacağı ve anlaşılacağı birilerini arıyor. Yakın çevresinde sesine ses veren olmayınca her sesin bir karşılık bulduğu ağ toplumuna, sanal cemaate, yani internete giriyor… Mesele tam da burada başlıyor.

İnternet ortamında bu durumdaki gençlerden haberdar bir grup avcı var. Tevhidî paylaşımlara yazdıkları yorumlar ve profil bilgileri karşılaştırılınca bu gençlerin arayış içinde, yeni insanlar olduğu anlaşılıyor. Bu noktada avcı grup devreye giriyor. Genç kızımıza ailesini terk etmenin gerekliliğini, Müslim’in müşrikle bir arada yaşayamayacağını, böyle devam ederse dininde fitneye düşeceğini anlatıyor. Genç kızımızı Allah (cc) ile, din ile, tevhidî hassasiyetle aldatıyor. Aldatıyor, diyorum; zira bu ekibin tevhid/din gibi bir derdi yok. Haftalık/Aylık eğlence arkadaşı arıyorlar. O denli yüzsüz/ahlaksız insanlar ki kardeşimiz hangi hocayı dinliyor veya hangi camianın davet çalışmasından etkileniyorsa o camianın paylaşımlarını yapıyor, hatta gidip o camianın merkezlerinden profil fotoğrafları paylaşıyorlar. Âdeta profesyonel dolandırıcılar gibi çalışıyorlar.

Üç aşağı beş yukarı, çark şöyle işliyor: Genç kardeşimiz evini terk edecek, bu da evlilik yoluyla gerçekleşecek… İffet avcısı devreye giriyor; genç kızımız hangi camiayı takip ediyorsa o camia adına konuşuyor. Yapılan istişareler sonucu nikâh kıyılması gerektiğini söylüyor. Dahası, allahını da -yazım hatası yoktur, bizlerin inandığı Allah (cc) ile bunların inandığı allah aynı değildir- şahit tutarak, tamamen o bacının hicreti için bu işe gönüllü olduğunu ifade edip genç kızımıza talip oluyor. Sonra? Evet, sonra… Rezalet, o “sonra”dan itibaren başlıyor. Kardeşimiz kaçıyor; karşısında üç beş kişilik bir arkadaş grubu var. Adına konuşulan camia hak getire… Bir hafta, bazen bir ay… Beyimiz hevesini aldıktan sonra ayrılmak istiyor. Çoğu zaman da gelin hanım gördüğü muameleye tahammül edemiyor. Zira bir eşten ziyade -okuyucularımızdan helallik istiyorum- kapatma muamelesi görüyor. Hiç olmadı, kendisine eğlence ararken kullandığı allahını/dinini devreye sokuyor. Bir vesileyle kızı tekfir ediyor, dolayısıyla boşuyor, yeni maceralara yöneliyor…

Dışarıdayken bu konuyla ilgili çok konuştum, gençleri uyardım. Yüce Allah’ın “Hatırlat!” emrine uyarak bir daha, yeniden hatırlatmak istiyorum:

İslam düşmanı dahi olsalar ebeveyniniz; hiç tanımadığınız, iddia ve vaatten ibaret insanlardan daha hayırlıdır. Anne babanız en fazla size eziyet eder. Bu durumda Yüce Allah’a yönelir, Firavun’un eşi gibi O’ndan (cc) yardım istersiniz:

“Allah, iman edenlere de Firavun’un hanımını örnek verdi. Hani o demişti ki: ‘Rabbim! Bana kendi katında, cennette bir ev yap. Beni Firavun’dan, amelinden ve zalimler topluluğundan kurtar.’ ”[1]

Sanal koca adayı sizi kullanabilir, kurtulmak istediğiniz evden çok daha beter bir hayata sürükleyebilir, iffetinizi lekeleyebilir… Gençlikte yaptığınız bir hata, dininizi ve dünyanızı berbat eden bir musibete dönüşebilir. Kendinizi ucuz bir Yeşilçam Melodramı içinde bulabilirsiniz, ki mebzul miktarda örneği var.

İslami camiada yer alan bir birey, sizi kimsenin haberdar olmadığı bir maceraya davet etmez. Ailenizden isteme seçeneğini denemeden kaçmayı önermez. Zira bu camiaların bir davet çalışması, örneklik sorumluluğu vardır. İslam ile çatışmadığı sürece örfe dikkat ederler. Evlilik, İslam toplumu ile cahiliye toplumu arasında ortak hassasiyetlerden olduğundan evliliklerin örfe uygun olmasını isterler.

İslami çalışma yapan camialarda kadınlarla kadınlar ilgilenir. Bir erkek sizinle ilgileniyorsa bu, onun gayrimeşru bir iş yaptığı için camiasıyla paylaşamadığını veya bir camiadan olmadığını gösterir. Birincisinde mensubu olduğu camiayı, ikincisinde sizi aldatıyordur. Unutmayın: Aldatan bizden değildir!

Birisi kendini bir camiaya nispet ederek sizinle iletişim kuruyorsa mutlaka o camiayla irtibata geçin. Elinizdeki bilgileri paylaşın, teyit alın.

Bir insanın yakın çevresini, beraber oturup kalktığı sosyal ortamını ve kendisini nispet ettiği camiayı görmeden, o camiadaki insanlarla zaman geçirmeden evlilik taleplerini kabul etmeyin.

Baskı altındaki insan duygusaldır, dolayısıyla verdiği kararlar mantıktan uzaktır. Aile baskısından kurtulmak için her teklifi bir umut olarak görür. Ancak umut ve gerçeklik birbirinden farklı kavramlardır. Baskıdan kurtulmak için ihtiyacımız olan şey umut değil, gerçekliktir. Baskı altında karar vermeyin, adım atmayın. Zulümden kurtulmanın tek yolu evlilik değildir.

İş işten geçtikten sonra -ba’de Xarabi’l Basra[2]– birilerinden yardım isteseniz de sonuç değişmiyor. Zira, “Türkiye’de her şey olursunuz, ama rezil olmazsınız!” diyeni doğru çıkartıcasına bu adamlar irşad (!) faaliyetlerine devam ediyorlar. Çok sıkışırlarsa, “Tevbe ettim.” diyip çıkıyorlar işin içinden. Siz de başınıza gelen felaketle ortada kalıyorsunuz.

“Olmak” Bir Süreçtir!

Genç kardeşlerimizle hasbihâlimize yeni bir tespitle devam edelim: Hamdolsun, şer’i ilme ulaşma yolları ve tevhid davasına katkı sunma vesileleri çoğaldı/kolaylaştı. Birçok genç şer’i ilmi ve tevhid davasını dünyevi beklentilere önceliyor, gençliğini adamak istiyor. Genç kızlarımız bu konuda erkeklerden daha istekli ve özverili. Yüce Allah’a hamdediyor ve bu durumu sevinçle karşılıyoruz. Ancak şöyle bir sorunumuz var: Kardeşlerimiz “olmanın/olgunlaşmanın” bir süreç olduğunu unutabiliyor. Bir ürünü tüketir gibi olgunlaşmanın tüm merhalelerini tüketip netice elde etmek istiyorlar. Olamayınca da -ki acele ile olgunluk bir arada olmaz- ümitsizliğe kapılıyor, kendilerine olan güvenlerini yitiriyorlar. Yani sermayeyi çarçur etmiş oluyorlar… Ümit ve güven kaybedilirse, hangi yol yürünebilir ki?

Meramımı daha iyi anlatmak için bir örnek vereyim: Bir genç kızımız, dört yıl boyunca bir alana yoğunlaşıyor… Sonra o alanda bir şeyler üretmek istiyor. Ürettiği verimi bir başkasının ürettiği verimle kıyaslıyor. Şu sonuca ulaşıyor: “Ben beceriksizim. Çünkü dört yıl yoğunlaştığım alanda bile nitelikli bir şeyler üretemiyorum.” Sorun şu ki kendisini kıyasladığı kişi otuz yıldır o alana yoğunlaşmış, eğitim almış, eğitim vermiş biri! Yani dört yıllık emek ile otuz yıllık emeğin benzer nitelikte ve etkide olmasını istiyor. Peki, bu mümkün mü? Otuz yıl ve dört yılı yan yana yazsa yaptığı kıyasın batıl olduğunu, şeytanın ona sağdan yaklaştığını, “olma” sürecini baltaladığını anlayacaktır. Tekrar edelim: Olmak, bir süreçtir. Emek, fedakârlık ve yoğunlaşma amellerine karşılık El-Vehhâb olan Rabbimizin armağanıdır. Dört yaşındaki bir çocuk, otuz dört yaşındaki bir yetişkine bakıp, “Galiba ben böyle olamayacağım.” der ve yaşama azmini terk ederse ne olur? İşte dört yıllık emeğini otuz dört yıllık emekle kıyaslayıp mücadele azmini terk eden kişi de aynı şeyi yapmış, kendine zulmetmiş olur.

Sabır gençler, sabır! Örnek aldığınız insanların yaşamına bir bakın. Geçmişten veya bugünden örnek aldığınız insanlar, bir süreç sonunda olgunlaştılar. Dövüle dövüle demirin, ateşlerde yana yana çömleğin şekil alması gibi; ilim, amel, mücadele ve imtihanlar… döve döve, yaka yaka onları şekillendirdi/olgunlaştırdı. Sabrettiler, Yüce Allah da onların sabrını ilim ve tecrübeyle ödüllendirdi. Sabırlı olun ve Yüce Allah’ın vaatlerine güvenin. O (cc), her nefse çabasının karşılığını verir, hiçbir çabayı zayi etmez.

Kendini İmar Etmeyen Harap Olur

Hasbihâlimize evli kardeşlerimiz özelinde devam edelim. Başlığı okudunuz, kendini imar etmeyen harap olur! Başlıktan da anlaşılacağı gibi; kişinin kendisini imar etmesi bilinçli, planlı ve iradi bir eylemdir. Tahrip ise tam tersi… Siz kendinizi bilinçli ve iradi bir şekilde imar etmezseniz harap oluyorsunuz. Şöyle ki; her birimizin gündelik sorumlulukları var. Ev, eş ve çocuklara karşı sorumluluklar; kendi ailenize ve eşinizin ailesine karşı sorumluluklar… Bunları yerine getirirken yoruluyor ve tükeniyoruz… Asıl sorumluluklara -yani Rabbimize ve davamıza karşı sorumluluklara- gelince gerekli enerjiyi bulamıyor; ya sorumlulukları erteliyor ya da yalapşap, baştan savma bir şekilde yapıyoruz. Sonra kalbimizin hassaslaştığı bir ân durum muhasebesi yaptığımızda gördüğümüz manzara bizi iyice ümitsizliğe sevk ediyor, şeytanın ve nefsin de yönlendirmesiyle “Benden olmaz.” düşüncesine kapılıyor, iyice savruluyoruz.

Bir şeyi unutmamalıyız: Gündelik yaşamın zorunlu işleri bir öğütücü gibidir… Dişliler sürekli çalışır; hem bedeni hem ruhu öğütür. Şayet gündelik yaşamın öğüttüğü bedenler ve ruhlar iyi beslenip yeterince dinlenmezse maddi/manevi yıkım başlar. Yorgun ve aç bedenin, bir sonraki güne nasıl başladığını her birimiz tecrübe etmişizdir. Maddi kazalar, iletişim sorunları, telafisi mümkün olmayan hatalar genellikle aç ve yorgunken gerçekleşir. Manevi kazalar, Rabbimizle iletişimimizde yaşadığımız sorunlar, Allah’ın (cc) sınırlarını çiğnemeler de ruhun/kalbin aç ve yorgun olduğu zamanlarda gerçekleşir. Kendimizi imar edip harap olmaktan korumak için şunlara dikkat etmeliyiz:

Beslenme ve dinlenme konusunda dikkatli olmalıyız. Rabbimizin beş vakit namazla kazandırdığı vakit bilincini kuşanmalı; her işimizde disiplinli olmaya, işlerimizi belli zamanlarda yapmaya gayret etmeliyiz. Annelerimizin diliyle söyleyecek olursak “gece yatmak bilmez gündüz kalkmak bilmez” bohemliğini terk etmeliyiz. Beslenme ve dinlenme disiplininde sorunlu insanın, maddi ve manevi hayatında da sorunlar vardır. Beden düzensizliği ruh/kalp düzenini, dolayısıyla kulluk düzenini bozar.

Güne erken başlamalı; Allah Resûlü’nün (sav) “Allah’ım! Ümmetimin erken vakitlerini bereketli kıl.”[3] duasını yanımıza almalıyız. Şeytanın uykuyu uzatmak, dolayısıyla ağırlaştırmak için özel bir çabası olduğunu, daha fazla uyutabildiği insanın habisu’n nefs (yorgun, bitkin, daralmış) ve tembel olarak güne başladığını unutmayalım:

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Sizden biri uyuduğu zaman şeytan onun kafasının arka tarafına üç düğüm atar ve her düğümü attıkça, ‘Önünde uzun bir gece var, haydi uyu!’ der. Kişi uyanıp Allah’ı zikrederse bu düğümlerden biri çözülür. Kalkıp abdest alırsa ikincisi, namaz kıldığında da düğümlerin tamamı çözülür. Böylece o kişi dinç ve huzurlu bir şekilde sabaha kavuşur. Aksi taktirde uyuşuk, tembel ve huzursuz bir hâlde sabaha girer.”[4]

Uykuyu düzenleme ile -ki en iyi düzenleyici namazdır- canlılık arasında, uyku düzenini bozmak ile de tembellik arasında manevi bir bağ vardır.

Güne erken başlayan bir insanın kendine ayıracağı en az iki saatlik bir zaman dilimi vardır. İki koca saat… İnsan hangi alana el atsa, bir yılda o alana dair sayısız bilgi edinir. Hangi salih ameli o saate sığdırsa, amel defterini yerde ve gökte o amelle anılacak kadar doldurur. Anlaşılır bir örnekle iki saatin faydasını somutlaştıralım: Bir kardeşimizin, Allah Resûlü’nün (sav) hayatını tüm yönleriyle öğrenmek ve onun (sav) örnekliğini hayatına taşımak istediğini düşünelim. Yani sabah iki saat öğrenecek, günün kalan kısmında o örnekliği hayata taşıyacak; böylece ilim ve ameli bir araya toplayacak. Her gün iki saat 100 sayfa kitap okursa, yılda 36000 -otuz altı bin- sayfa kitap okur. Bu kitabı ortalama 500 sayfa kabul edersek bir senede yetmiş iki tane siyer kitabı okumuş olur. Aynı hesabı Allah’ın Kitabı’nı anlamak için harcanacak çaba için düşünürsek yetmiş küsur cilt kitap, ortalama on ayrı tefsiri okumuş olur. Farkında mısınız; bu rakamlar çoğu insanın hayalini dahi kurmaktan imtina ettiği cesamette! Zira insan aceleci bir varlık! Her şeyin bir ân önce olup bitmesini istiyor. Ancak inşa, bir süreçtir… İnsan ay ay; yıl yıl; yaş yaş; ilmi amele, ameli ilme katarak; düşe kalka; az ama devamlı adımlarla kendini inşa edebilir.

Sürekli vakitsizlikten şikâyet eden evli/bekâr/kadın/erkek kardeşlerimizin oturup düşünmesini isterim: Kaç “iki saat” heba oldu? Sabah namazından sonra, uyku ile uyanıklık arasında, bedene faydası tartışmalı kaç saat boşa gitti? Yoğunluk ve yorgunluktan şikâyet ederek bir yere varamayız. İyi bir mızmız oluruz, ki insanın en iyi becerdiği şey mızmızlıktır. Bir yerden tutar ve “Bismillah!” dersek, adım atmış oluruz. Yüce Allah kendisine yönelenlere yönelir, adım atanlara adım atar… Bir yerden başlamak, adım atmaktır. Şikâyet edip durmak ise yüz çevirmektir. Yüce Allah kendinden yüz çevirenlere yüz çevirir; onları yardımsız, kendi hâllerine terk eder.

Bir sahabe sünneti olan nöbetleşmeyi hayatımıza dâhil edelim. Sahabe (r.anhum) ilim öğrenmek, hayırda yarışmak ve cemaatten geri kalmamak için nöbetleşirdi. Şüphesiz bu, onların hayra olan düşkünlükleri ve Allah Resûlü’nden (sav) öğrendikleri çözüm odaklı yaşama ahlakından kaynaklanıyordu:

Ömer ibni Hattab’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Ben ve Ensar’dan bir komşum, Ben-i Umeyye ibni Zeyd yurdunda oturuyorduk. Bu yurt, Medine’nin ‘Avâlî’ denilen bölgesindeydi. Allah Resûlü’nün (sav) yanına nöbetleşe giderdik; bir gün o gider, bir gün de ben giderdim. Ben Allah Resûlü’nün (sav) yanına gittiğimde o gün içinde O’na gelen vahiy ve ona benzer haberleri getirirdim, arkadaşım gittiğinde de aynı şekilde yapardı…”[5]

Ev sorumlulukları altında ezilen kardeşlerimiz, şikâyet etmeyi bırakmalıdır. Sahabe gibi çözüm odaklı olmalı, yol aramalıdır. Yüce Allah arayanlara çıkış yolunu gösterir, çabayı ödüllendirir. Şikâyetçilik/Mızmızlık bir yönden de kaderi, dolayısıyla Allah’ı (cc) şikâyet etmek olduğundan şikâyet eden kişi, Allah’tan (cc) yardım bulamaz.

Kiminle nöbetleşelim?

Bizimle aynı durumda olan kardeşlerimizi bulalım. Sahabenin yaptığı gibi bir gün o bizim sorumluluklarımızı üstlensin, bir gün biz onun sorumluluklarını. Boşta kalan vaktimizi de programlayalım. Yüce Allah’a salih kul, müminlere iyi bir kardeş ve davamıza faydalı bir birey olmak için kendimizi geliştirelim. O vakti ilim ve salih amelle imar edelim.

Eşlerimizi nöbetleşme sürecine dâhil edelim. İslam anlayışında ev sorumlulukları ve çocukların eğitimi kadın ile kocası arasında ortaktır. Eşine yardımcı tutmayan/tutamayan erkek, ev sorumluluklarına ortak olmak durumundadır. Evin tüm yükünü kadına yıkan anlayış bize ait değildir, atalarımızdan devraldığımız cahiliye âdetlerindendir. Kadının bu durumu dillendirmekten korkması ise o evde cahiliyenin hükümferma olduğunu gösterir. Cahiliye anlayışının hükmettiği evde vahyin, tevhidî bilincin ve salih amellerin etkisi olmaz.

Biz mi Sosyal Medyayı Kullanıyoruz, Sosyal Medya mı Bizi?

Önce bir hatırlatma yapalım, sonra başlıktaki soruya cevap verelim: Allah Resûlü (sav) risaletle görevlendirildiğinde toplumun en etkili iletişim ve etkileşim aracı şiirdi. Tarih şiirle kayıt altına alınır, soy/neseb şiirle bir sonraki nesle aktarılır, değerler ve örf şiirle yaşar ve propagandalar da şiirle yapılırdı. Allah Resûlü o günkü iletişim ve etkileşim aracını kullandı ve müminleri de kullanmaya teşvik etti:

Cundeb ibni Sufyan’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Savaşların birinde Allah Resûlü’nün (sav) parmaklarından biri yaralanmış ve şöyle demişti:

‘Sen kanayan bir parmak değil misin?

Karşılaştığım bu musibet Allah uğrunadır.’ ”[6]

Eş-Şerid ibni Suved Es-Sekafi’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav), beni bineğinin arkasına bindirdi.

Bir ara bana, ‘Umeyye ibni Ebi Salt’ın şiirlerinden biliyor musun?’ diye sordu.

‘Evet.’ dediğimde, ‘O zaman oku.’ dedi.

Ben de kendisine bir beyit okudum.

Bunun üzerine, ‘Daha fazla oku.’ buyurunca bir beyit daha okudum.

Bu şekilde kendisine yüz beyit okudum.”[7]

Şureyh ibni Hâni (rh) şöyle rivayet etmiştir:

“Aişe’ye, ‘Allah Resûlü (sav) şiirden herhangi bir şey söyler miydi?’ diye soruldu.

O da şöyle söyledi: ‘İbni Revâha’nın şu şiirini söylerdi:

‘Senin kendisine azık vermediklerin, sana haberlerle gelecekler.’ ’ ”[8]

Aişe Annemizden (r.anha) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“ ‘Kureyşlileri şiirlerinizle yerin! Zira bu, onlar için ok atışlarından daha fazla tesir eder.’

Bundan dolayıdır ki Abdullah ibni Revâha’ya, ‘Onları hicvet!’ diye haber yolladı.

Abdullah onları hicvetti, ancak Allah Resûlü (sav) onun bu hicvini pek yeterli bulmadı. Sonra Allah Resûlü (sav) bunun için Ka’b ibni Mâlik’e, daha sonra da Hasan ibni Sâbit’e haber yolladı.

Hasan, Allah Resûlü’nün (sav) yanına girince, ‘Kuyruğuyla bile çarpıp deviren bu aslana bundan dolayı haber yollama zamanı gelmişti.’ dedi.

Sonra dilini çıkarıp oynatmaya başladı ve Allah Resûlü’ne (sav) şöyle dedi: ‘Seni hak ile gönderene yemin olsun ki şu dilimle onları deri doğrar gibi doğrayıp parçalayacağım!’

Allah Resûlü (sav) ona, ‘Acele etme! Kureyş’in soyunu en iyi Ebu Bekir biliyor. Benim de onlar içinde akrabalarım var. Ebu Bekir akrabalarımı sana bildirene kadar bekle!’ buyurdu.

Hasan, Ebu Bekir’in yanına gitti, sonra Allah Resûlü’nün (sav) yanına gelip dedi ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Ebu Bekir, akrabalarını bana söyledi. Seni hak ile gönderene yemin olsun ki seni onların içinden hamurdan kıl çeker gibi çekip çıkaracağım!’

(Aişe şöyle devam ediyor:) ‘Allah Resûlü’nün (sav) Hasan’a, ‘Yüce Allah ve Resûl’ünü savunduğun sürece Ruhu’l Kudüs de seni destekleyecektir!’ buyurduğunu işittim.

Yine Allah Resûlü’nün (sav) şöyle buyurduğunu işittim: ‘Hasan onları hicvetti. Hem kendi rahatladı hem de bizi rahatlattı.’… ”[9]

Abdurrahman ibni Ka’b ibni Mâlik (rh), babasından (ra) şöyle rivayet etmiştir:

“Allah Resûlü’ne (sav), ‘Yüce Allah şiir hakkında bir şeyler indirmiş. Ne indirdi?’ dedim.

Bunun üzerine bana, ‘Şüphesiz ki müminler kılıçları ve dilleriyle cihad ederler. Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki sizin (dilinizle mücadeleniz) tıpkı onlara attığınız ok atışları gibidir.’ dedi.”[10]

Yukarıda onun (sav) şiir okuduğu, şiir dinlediği ve müminleri şiir söylemeye teşvik ettiğine dair örnekler okuduk. Okuduğumuz örneklere dair şunları ekleyebiliriz:

Allah Resûlü (sav) cahiliyenin kullandığı iletişim/etkileşim aracını, onlardan farklı kullandı. Yüce Allah’ın koyduğu dört ayrı ölçüyü esas aldı ve İslam şiirini oluşturdu:

“Şairlere ise azgınlar uymaktadır. Onların her vadide şuursuzca dolandığını görmedin mi? Ve onlar, yapmadıkları şeyleri (yapmış gibi) söylüyorlar. İman eden, salih amel işleyen, Allah’ı çokça zikreden, zulme uğradıktan sonra öçlerini alan (şairler) müstesna. Zulmedenler çok yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini bilecekler.”[11]

İslam şiiri; iman, salih amel, Allah’ı çokça zikretmek, Müslimlere yönelik zulme cevap vermek ve intikam içerikli bir şiirdir. Cahiliye şiiri gibi eğlence, vakit öldürme, hakaret, gıybet, laf taşıma, asılsız haber yayma… şiiri değildir.

Şimdi başlıktaki soruya dönelim: Sosyal medya günümüzün iletişim/etkileşim aracıdır. Bu çağın insanı olarak bizler de sosyal medyayı kullanıyoruz, kullanacağız. Ancak bizim sosyal medya kullanmamız ile cahiliye insanının kullanımı arasında fark olmalı. Bizim sosyal medya kullanımımız imana, salih amele, Allah’ı (cc) zikre vesile olan ve müminlere yapılan zulme cevap üreten bir kullanım olmalı. Aksi hâlde biz sosyal medyayı değil, sosyal medya bizi kullanır. Bir araç olan sosyal medya ilkesiz kullanıldığında diğer tüm araçlar gibi ahlak ve değerler sistemi transferi yapar. Biz onu kullandıkça o da bizi dönüştürür. O mecrayı var eden dünya görüşünü ve ahlak anlayışını bize nakleder. Sosyal medyayı var eden dünya görüşü ve ahlak anlayışı nedir?

Teşhircilik: İslam bir mahremiyet medeniyetidir. Cahiliye ise teşhircidir. Yediğini, içtiğini, giydiğini, bedenini, kısaca her şeyini teşhir eder. Cahiliye görgüsüzdür. Sergilediği yapay nezaketin ardında tam bir ilkellik saklar. Hayâyı utangaçlık, mahremiyeti gericilik diye mahkûm eder, hayatın dışına iter. Onun görgüden anladığı çatal, bıçak ve peçete nezaketidir; gösterişe dayanır. Şayet sosyal medya İslam’ın belirlediği dört ilke gözetilmeden kullanılırsa, bizi birer teşhirciye dönüştürür. Çocuğumuzu, evimizi, aldığımız ürünleri, soframızı kamuya açarız. Aldığı yeni bir ürün fark edilsin diye gayriinsani hareketler yapan bir görgüsüz gibi önce paylaşır, sonra insanlar görsün diye tepiniriz. Vücudunu teşhir ediyor diye eleştirdiğimiz insanları, farklı bir formda yeniden ürettiğimizin farkına dahi varmayız. Unutmamak gerekir; bacak teşhir etmekle araba teşhir etmek şer’i hüküm açısından aynı olmasa da iki eylemin müessiri aynıdır: Teşhircilik!

Gözetlemek/Röntgencilik: İslami namus/iffet anlayışı dil ve gözden başlar. Bu nedenle iffet/namus öğretileri içeren Nûr Suresi, dile ve göze sınır koyarak işe başlar. İslami öğretide göz, her gördüğüne bakamaz; gözlerin kısılması bir zorunluluktur:

“Mümin erkeklere: ‘Gözlerini (haramdan) kısmalarını ve iffetlerini korumalarını’ söyle. Bu, onlar için en hayırlı/temiz olandır. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Mümin kadınlara da: ‘Gözlerini (haramdan) kısmalarını ve iffetlerini muhafaza etmelerini’ söyle… ”[12]

Sosyal medyayı üreten zihniyet ise gözü ve dili/klavyeyi tüm sınırlardan azade kılan, kışkırtıcı ve davetkâr bir anlayışa sahiptir. Teşhircilik ahlakıyla genele arz ettiği mahremiyete bizi müşteri kılar. Böylece bizi insanların evine, özeline, hatta yatak odasına dâhil eder; “Buyurun, izleyin!” der. Teşhircilik ile röntgencilik birbirini besler. Her insan aynı ânda hem teşhirci hem de izleyicidir. Bir bütün olarak toplum -ödünç bir ifadeyle- seyir ve gösteri toplumudur. Âdeta ekran, İlahi sınırları silikleştiren bir meşrulaştırıcı görevi görür. Misafirliğe gittiğimizde bakmaktan hayâ ettiğimiz şeylere ekran karşısında rahatlıkla bakarız. Dahası beğendiğimizi belli ederek röntgenciliğimizi de teşhir ederiz.

Vakit öldürmek: İslam’da vakit; emanet, kulluk sermayesi ve hepsinden öte bir nimettir. Beş vakit namazla disiplin altına alınmış, kulluk sorumluluğuyla tahkim edilmiştir. İslam’da vakit öldürme kavramı yoktur. Zira İslam ahlakının temel ilkelerinden biri de malayani ve boş/lağv cinsi şeylerden yüz çevirmektir. İslam’da -uyku dışındaki- dinlenme dahi, eylemle/işle yapılır. Bir işten yorulunca başka bir işe koşularak vücut/zihin dinlendirilir:

“(Öyleyse) boş kaldığında hemen (ibadet ve taate koyul ve) yorul. Ve yalnızca Rabbine rağbet et/yönel.”[13]

Sosyal medya ise vakit öldürmek içindir. Özel tekniklerle insanı ayartır, oradan oraya sürükler… O kadar fazla şeye maruz bırakır ki günün sonunda insanın aklında hiçbir şey kalmaz. Şöyle bir kitle oluşturmayı hedefler: Her şeyden haberdar ama hiçbir şeyin hakikatine nüfuz edemeyen, her şeye dair fikri olan ama hiçbir şeyi dört başı mamur, kuşatıcı bir bilgiyle idrak etmeyen insan topluluğu. Yani fikri bilgiye ve amele dönüşmeyen, her sesin ardından sürüklenen fertlerden oluşan bir toplum…

Özgürlük (!): İslam’da insan, kuldur; Yüce Allah’ın şer’i ve kevnî iradesine (şeriat ve kaderine) boyun eğmiştir. Yüce Allah ona isimler öğretmiş ve sınırlar çizmiştir. Böylece onu, tabiatında var olan cehalet ve zulümden korumuştur. İlk insandan bu yana kulluk, Yüce Allah’ın öğrettiği isimler ve çizdiği sınırlara bağlıdır. Sosyal medyayı var eden zihniyet ise tüm sınırları reddeden hastalıklı bir özgürlük anlayışına sahiptir. Kulluğu reddeden özgürlük, insanın özünü/fıtratını gürleştirmez; tam aksine budar. Örneğin Allah’a kul olan bir insan; bir başkasına suç isnat edemez, onunla ilgili duyduğu her bilgiyi yayamaz, onun hoşnut olmadığı bir şeyi başkalarına aktaramaz. Zira birincisi iftira, ikincisi yalan, üçüncüsü gıybettir. Her biri Allah’ın sınırlarını çiğnemek ve kul hakkına girmek demektir, ki hepsi büyük günahlardandır. Sosyal medyada kişilere ait bilgilerin çoğunluğu iftira, yalan ve gıybet cinsindendir. Zinada dört, diğer suçlarda iki adil şahidin şahitlik etmediği hiçbir suç sabit olmaz; iddia sahibini şer’i cezaya müstehak bir müfteri yapar. Karşımızdaki azılı bir kâfir, hatta tağut dahi olsa sonuç değişmez. İslam’ın vazettiği suç ve ceza ilkeleri tüm insanlık için geçerlidir. Ve insanın en çok dikkat etmesi gereken topluluk, düşman oldukları zümre, yani zalim müstekbirlerdir. Zira adil şahitliğin en zoru, düşmanlara karşı olanıdır:

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adaletli şahitler olun. Bir kavme olan öfkeniz/kininiz, sizi adaletsizlik yapmaya sevk etmesin. Adaletli olun! O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”[14]

Tüm bunlardan sonra sorumuzu bir daha soralım: Sosyal medya mı bizi kullanıyor, biz mi sosyal medyayı? Eğer sosyal medyayı imanımızı arttırmak, salih amel işlemek, Allah’ı (cc) zikretmek ve zulme uğrayanlara destek olmak için kullanıyorsak biz sosyal medyayı kullanıyoruz demektir. Şayet sosyal medyada bir şeyleri teşhir ediyor, teşhir edilenleri izliyor, vakit öldürüyor ve şer’i ilkelerden uzak linç kültürüne iştirak ediyorsak sosyal medya bizi kullanıyor demektir. Yani? Yanisi şu: Yüce Allah bizi cahiliyeden kurtardıktan sonra biz, nimete nankörlük etmiş, yeniden cahiliyeyi hayatımıza sokmuşuz demektir. Cahiliyenin gönüllü davet edildiği bir kalbe kulluk, iman ve salih amel ağır gelir. Zira kalbin iklimi, sayılanlara uygun değildir. Teşhircilik, röntgencilik, vakit öldürme ve kul hakkıyla kirlenen bir kalp; kulluk ikliminden uzaklaşır. Böyle bir kalp katılaşmaya, gaflete, Rabbinden uzaklaşmaya müsaittir. Biraz daha açık, kitabın ortasından konuşalım: Gün boyu sosyal medyada teşhircilik/röntgencilik yapıp akşamına da o kirli gözlerle Useyd ibni Hudeyr (ra) gibi Kur’ân okuyamayız.[15] Gün boyu o site senin, bu site benim vakit öldürüp akşamına da o kalple Ebu Bekir (ra) gibi namaz kılamayız.[16]

Şayet derseniz bu yalnızca kadınların sorunu mu ki kadınlara ayırdığınız yazıya konu ettiniz? Değil elbet, ama “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” kabilinden kabul edin… Allah’a emanet olun. Allah (cc) yardımcınız olsun.

 


[1]. 66/Tahrîm, 11

[2]. Arapça “iş işten geçtikten sonra” manasında bir deyim, “Basra harap olduktan sonra”

[3]. Umare İbni Hadid (rh) Sahr El-Ğamidi’den (ra) şöyle rivayet etmiştir:

“Nebi (sav) şöyle dua etti: ‘Allah’ım, ümmetime gündüzün ilk vakitlerini bereketli kıl.’

O (sav), bir seriyye göndereceğinde gündüzün ilk vakitlerinde gönderirdi. Sahr tüccar bir kimseydi ve kervanını sabah erkenden çıkarırdı. Bu yüzden zenginleşti ve malı çoğaldı.” (Ebu Davud, 2606; Tirmizi, 1212)

[4]. Buhari, 3269; Müslim, 776

[5]. Buhari, 89; Müslim, 1479

[6]. Buhari, 2802; Müslim, 1796

[7]. Müslim, 2255

[8]. Tirmizi, 2848

[9]. Müslim, 2490

[10]. Ahmed, 27174

[11]. 26/Şuarâ, 224-227

[12]. 24/Nûr, 30-31

[13]. 94/İnşirâh, 7-8

[14]. 5/Mâide, 8

[15]. Muhammed ibni İbrahim (rh), Usayd ibni Hudayr’dan (ra) şöyle rivayet etmiştir:

“Usayd ibni Hudayr, bir gece Bakara Suresi’ni okudu. Atı da yanında bağlıydı. Derken at huysuzlandı. Hudayr susunca at da sakinleşti. Tekrar okumaya başlayınca at da huysuzlanmaya başladı. Tekrar susunca at da sustu. Sonra yeniden okumaya başladı. At yine huysuzlandı. Usayd da okumayı bıraktı. Çünkü oğlu Yahya, atın yakınındaydı. Hayvanın ona zarar vermesinden korktu. Oğlunu, bulunduğu yere doğru götürürken başını kaldırıp semaya baktı, ama gökyüzünü göremeyecek kadar her tarafın kaplandığını gördü. Sabah olunca Allah Resûlü’ne (sav) gidip durumu anlattı.

Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) ona, ‘Oku, ey Hudayr’ın oğlu! Oku, Ey Hudayr’ın oğlu!’ dedi.

O da şöyle cevap verdi: ‘Ey Allah’ın Elçisi! Atın, oğlum Yahya’yı tepmesinden korktum. Çünkü ona yakın bir yerdeydi. Başımı Mushaf’tan kaldırıp onun yanına gittim. Bu esnada başımı göğe çevirdim. Orada buluta benzer bir şey vardı. İçinde lambaları andıran parıltılar gördüm. Çıktım, ama onları göremedim.’

Allah Resûlü (sav) ona, ‘Onların ne olduğunu biliyor musun?’ diye sordu.

O, ‘Hayır.’ cevabını verince şöyle buyurdu: ‘Onlar meleklerdi. Senin sesini duymak için yaklaşmışlardı. Eğer okumaya devam etseydin sabaha kadar orada olurlardı. Herkes de onlara bakar ve onları görürdü. Zira melekler böylesi durumlarda insanlardan uzaklaşmazlar.’ ” (Buhari, 5018; Müslim, 796)

[16]. Aişe Annemizden (r.anha) şöyle rivayet edilmiştir:

“…Müslimler belalara maruz kalınca Ebu Bekir, Habeşistan topraklarına doğru hicret etmek üzere çıkıp gitti. Nihayet Berk El-Ğimâd denilen yere ulaşınca Kâre Kabilesi’nin efendisi olan İbni Dağine onunla karşılaştı.

Ona, ‘Ey Ebu Bekir, nereye gitmek istiyorsun? diye sordu.

Ebu Bekir ona dedi ki: ‘Kavmim beni dışarı çıkardı. Bu nedenle ben de yeryüzünde dolaşmak ve Rabbime ibadet etmek istiyorum.’

İbni Dağine dedi ki: ‘Ey Ebu Bekir, senin gibi birisi ne çıkar ne de çıkartılır. Çünkü sen hiçbir şeye sahip olmayana mal verirsin. Akrabalık bağını gözetirsin, çaresiz kalmış kimselerin yükünü kaldırmasına yardım edersin. Misafire ikram edersin. Haklı olunan hâllerde, karşı karşıya kalınan musibetlere karşı da yardımcı olursun. Ben seni himayeme alıyorum. Geri dön ve kendi şehrinde Rabbine ibadet et.’

Ebu Bekir geri döndü, İbni Dağine de onunla beraber bineğine binerek gitti.

İbni Dağine akşama doğru Kureyş eşrafını dolaşarak onlara dedi ki: ‘Şüphesiz Ebu Bekir gibi bir kimse ne yurdundan çıkar ne de çıkartılır. Sizler hiçbir şeyi olmayana bir şeyler veren, akrabalık bağını gözeten, yükünü kaldıramayan kimsenin yükünü taşımasına yardımcı olan, misafire ikram edip ağırlayan, haklı olunan hâllerde, musibetlerle karşı karşıya kalındığı takdirde yardımcı olan birisini mi şehrinizin dışına çıkartacaksınız?’

Kureyş, İbni Dağine’nin onu himayesine almasına karşı çıkmadı, ancak İbni Dağine’ye dediler ki: ‘O hâlde Ebû Bekir’e söyle de Rabbine evinde ibadet etsin, orada namazını kılsın ve orada dilediği kadar (Kur’ân) okusun. Bunları yaparak bizleri rahatsız etmesin ve bu işini açık bir şekilde yapmasın. Çünkü bizler kadınlarımızın ve çocuklarımızın fitneye maruz kalmalarından (dinleri hakkında tereddüte düşmelerinden) korkuyoruz.’

İbni Dağine bunları Ebu Bekir’e söyledi. Ebu Bekir bir süre böyle devam etti. Evinde Rabbine ibadet ediyor, namazını açıktan kılmıyor, evinin dışında bir yerde Kur’ân okumuyordu. Daha sonra Ebu Bekir’in hatırına bir başka fikir geldi. Evinin avlusuna bir mescid bina etti. Artık orada namaz kılıyor, Kur’ân okuyordu. Bunun akabinde müşriklerin kadınları ve çocukları onun etrafında gelip toplanmaya başladı. Onun bu hâline hayret ediyor ve onu seyrediyorlardı.

Ebû Bekir Kur’ân okuduğu vakit gözlerine hâkim olamayarak çokça ağlayan bir adamdı. Bu hâl Kureyş’in müşrik eşrafını korkutmaya başladı.

Bu nedenle İbni Dağine’ye haber gönderdiler ve yanlarına gelince dediler ki: ‘Biz senin Ebu Bekir’i himaye etmeni kabul etmiştik. Ancak Rabbine kendi evinde ibadet etmesi şartıyla buna razı olmuştuk. O, bu şartı çiğneyerek evinin avlusunda bir mescid bina etti, açıkça namaz kılmaya ve orada Kur’ân okumaya başladı. Bizler de hanımlarımızı ve çocuklarımızı dinleri hususunda tereddüte düşürmesinden korktuk. Ona bu işten vazgeçmesini söyle. Şayet yalnızca kendi evi içinde Rabbine ibadet etmekle yetinmeyi arzu ederse yapsın. Şayet bunu açıkça yapmaktan başka bir teklifi kabul etmezse ondan, senin himayeni tekrar sana geri iade etmesini söyle. Çünkü biz senin himayeni bozmak istemedik. Fakat bizler Ebu Bekir’in açıkça ibadet etmesini de kabul etmiyoruz.’

(Aişe şöyle devam etti:) Bunun üzerine İbni Dağine, Ebu Bekir’e gelerek dedi ki: ‘Benim senin için nasıl akitleştiğimi biliyorsun. Ya bu akdin hududu içinde kalırsın yahut da bana himayemi geri verirsin. Çünkü ben Arapların, kendisine himaye verdiğim bir kimseye karşı bu ahdimi bozduğumu işitmesini istemiyorum.’

Bunun üzerine Ebu Bekir, ‘Ben de senin himayeni sana geri iade ediyorum. Buna karşılık Yüce Allah’ın himayesine razıyım.’ dedi.” (Buhari, 3905)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver