Din Nasihattir

 

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Allah (cc) her birimize af ve afiyet ihsan eylesin. Bizleri maddi ve manevi hastalıklardan korusun. Yaşımızın ve bulunduğumuz ortamın/şartların hayrına muvaffak kılsın, şerrinden muhafaza etsin.

Bu ayki dergi yazısını kaleme alırken, İsrail’in Ramazan ayında Mescid-i Aksa’ya saldırı haberleri gündeme düştü. Aslında niyetim yazıya başka bir konuyla giriş yapmaktı. Ancak İsrail’in vahşeti kalemimi başka yöne çekti. Kalemim yüreğimin peşinden, böyle durumlarda tefekkür ettiğim Kur’âni bir yasayı yazdı. Şöyle ki;

“Andolsun ki, resûllerimizi apaçık (delillerle) gönderdik. İnsanlar adaleti ayakta tutsunlar diye onlarla beraber Kitab’ı ve mizanı (adalet ölçüsünü) indirdik. (Ayrıca) kendisinde çetin bir güç ve insanlar için faydalar bulunan demiri indirdik. Ta ki Allah, kimlerin gaybta (onu görmedikleri hâlde) Allah’a ve resûllerine yardım edeceğini açığa çıkarıp ayırsın. Şüphesiz ki Allah, (güç ve kuvvet sahibi olan) Kaviy, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) Azîz’dir.”[1]

Yüce Allah Kitab’ı, mizanı (adalet ölçüsünü) ve demiri, yani gücü semadan indirdiğini söylüyor. Allah’a ve Resûl’üne yardımın ancak bu üç araçla olacağını dolaylı olarak anlatıyor.

“İşte böylece biz, her peygambere suçlu günahkârlardan düşman kıldık. Yol gösteren ve yardım eden olarak Rabbin yeter.”[2]

Peygamberlere düşman olan günahkâr mücrimlere karşı, yalnızca El-Hâdî olan Allah’ın hidayeti yetmiyor, En-Nesîr olan Allah’ın yardımı da gerekiyor. Yani güç!

“De ki: ‘Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmemi, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmamı sağla. Kendi katından bana (İslam’ı zafere taşıyacak) yardımcı bir kuvvet ihsan eyle.’ ”[3]

Yüce Allah Mekke’de mustazaf olan Nebi’ye (sav) “gece duası” öğretiyor. İlahi duanın iki boyutu var: Sıdk/Doğruluk ve İslam’ı zafere ulaştıracak yardımcı kuvvet! Yani hem ahlaki üstünlük (doğruluk) hem de maddi/bedeni üstünlük (güç/kuvvet).

Neden Allah (cc) apaçık deliller (Kitap) ile demiri (savaş aletlerini), hidayet ile yardımı ve doğruluk ile gücü yan yana zikrediyor? Çünkü haklı olmanız yetmiyor; güçlü olmanız gerekiyor. Yeryüzünde bazı insanlar güzel sözden, apaçık delilden, ahlaki yaklaşımdan anlamıyor. Kalpleri öyle katılaşmış ki yalnızca kılıç ve cehennem ateşi o katılığı kırabilir; yalnızca korku ve cehennem ateşi kalp hastalıklarını giderebilir.

Bugün İsrail’i bu denli cüretkâr kılan, yalnızca küresel tuğyanın desteği ve coğrafyamızın satılmış siyasileri değil. Meydanlarda heyheylenip arka tarafta İsrail’le siyasi/iktisadi ilişkiler geliştiren marabalar da değil tek sebep… Bizlerin zayıf olması, hidayet ile gücü bir araya toplayan İslami bir yapının olmaması asıl sebep…

Bir diğer sebep ise bölgemizdeki tüm devlet ve örgütlerin, birbirine düşman olması. Neredeyse her biri direkt veya dolaylı bir diğeriyle savaşıyor. Suriye, Irak, Libya ve Yemen yerle bir oldu… Mısır, İran ve Türkiye ekonomik olarak çökmek üzere… Her üç ülkede de sistemi kuran yapılar birbiriyle savaş hâlinde, enerjilerini iç meselelere harcıyorlar.[4] Bölgede kendi başına varlık gösterebilecek hiçbir yapı kalmadı. Devletlerin ve yapıların ajandasında her türlü senaryo var. Bir tek İsrail yok… Elbette bu devlet ve örgütlerden İslami/tevhidi bir çıkış beklemiyoruz. Ancak ulusal, millî, iktisadi, siyasi olarak çöküyorlar… Bu planlı çökertmenin ardındaki motivasyon İsrail’in güvenliği. Batı yüz yıldır bölgeye yerleştirdiği karakolun, yani İsrail’in güvenliği için tüm bölgeyi ve yapıları çökertiyor, zayıflatıyor. Bunu dahi göremiyorlar. Bu manzaraya bakınca insanın aklına şu ayet geliyor:

“Allah kimi saptırmışsa onu hidayet edecek kimse yoktur. Onları azgınlıkları içinde bocalar bir hâlde bırakır.”[5]

Bir Kurban Bayramı’nda Saddam’ı idam ettiler. Usame bin Ladin’i katledip cesedini denize attılar. Bağdadi’yi öldürüp “Her şey yolunda, yalnızca bir köpeğimiz yaralandı.” dediler. Tüm dünyanın gözleri önünde Mursi’yi yavaş yavaş katlettiler. Şimdi gelin, bu dört isme bakın. Arap milliyetçisi Baasçı Saddam, Selefî Usame ve Bağdadi, İhvancı Mursi… Şayet başarılı olsalar bu listeye Erdoğan’ı da ekleyeceklerdi… Adamlar topyekûn coğrafyaya, İslam’a, insanlığa savaş açmışlar… Onlar için sufî, selefî, ihvancı, baasçı; Türk, Kürt, Peştun, Arap fark etmiyor. Kendini İslam’a nispet eden kim varsa vuruyorlar, aşağılıyorlar. Şimdi yine bir Ramazan’da, bayram arifesinde her yıl olduğu gibi Aksa’yı vuruyorlar… Hem de tüm dünyaya izleterek, İslam’ın değerlerini aşağılayarak… Onların başarısı bizi şuna ikna etmiş olmaları: Bu savaş topyekûn İslam’a, coğrafyaya ve insanlığa değil; bu savaş, yalnızca …’ya açılmış bir savaş. Her yapı, boşluğa kendi adını yazıyor ve kendi dışındakilerin satılmış olduğuna inanıyor. Evet, emperyalist tuğyanın başarısı bu…

Daha önce de defalarca yazdım: Elbette mezkûr durum bizi “Hepimiz kardeşiz.” gibi arabesk söylemlere savurmamalı. Zira İslam kardeşliği şer’i iman ve tevhid inancı üzere kurulur. Ancak itikadi hassasiyetimiz, gerçeği görmemize engel olmamalı. Neredeyse bir buçuk asırdır coğrafyada aynı oyun, aynı argüman ve aynı araçlarla sürdürülüyor. Ve biz görmüyoruz. Görmüyor oluşumuz, çok sinsi bir planla karşı karşıya olduğumuzdan değil, kör olmamızdan kaynaklanıyor. Vahyin göz açıcı basiretine, tarihin tecrübesine, çevremizde yaşananlara körüz. Her grup o kadar kendine odaklanmış ki kendisine bakmaktan etrafta olup biteni görmeye fırsat bulamıyor.

Bu konuyu çok yazdım, biliyorum. Her fırsatta da yeniden yazacağım. Sizden de şunu rica ediyorum: Bu girişin ana mesajını unutmayın, unutturmayın: Coğrafyamızda var olan savaş bir gruba, devlete veya mezhebe açılmış değil. Savaş; tüm İslam mensuplarına, coğrafyaya ve insanlığa açılmış bir savaş. Bu savaşı açan modern Haçlıların gözünde yalnızca iki grup var: Fiilen savaştıkları ve ileride savaşacakları; yani kurbanlar ve sırasını bekleyenler…

Soru: “Müslim ile müşrikin ateşi birbirini görmemeli.” mealindeki hadis-i şerifi nasıl anlamalıyız Hocam, açıklar mısınız?

Cerir ibni Abdullah’tan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle demiştir:

“Allah Resûlü (sav) Hasem Kabilesine bizi bir seriyye olarak gönderdi. Onlardan bazı kimseler secde ederek korundular. Böylece onları öldürmek daha da kolay oldu. Cerir dedi ki: ‘Bu olay Allah Resûlü’ne (sav) ulaşınca onlar için yarım diyet ödenmesini emretti ve şöyle buyurdu: ‘Ben müşrikler arasında ikamet eden her Müslim’den beriyim.’ Ashâb: ‘Neden Ey Allah’ın Resûlü?’ diye sordular. O da şöyle cevap verdi: ‘Müslim’le müşrik birbirinden o derece uzak olmalı ki ateşleri, (ışıkları) birbirini görmesin’ ’ ”[6]

Rivayetten de anlaşılacağı gibi Allah Resûlü (sav) bir seriyye görevlendiriyor. Seriyye Hasemlilere doğru yola koyuluyor. Seriyyenin hedefindeki topraklarda Hasemlilerden olmayan Müslimler de var. İslam ordusuna bu durumu göstermek için secdeye kapanıyorlar. Secdeye varmaları kâr etmiyor; İslam ordusu Hasemli Müslimleri katlediyor. Neticede Allah Resûlü tam diyet ödenmesi gereken Hasemli Müslimlere yarım diyet ödüyor. Yarım diyet ödemesinin gerekçesini de, “Müşriklerin arasında ikamet eden Müslimlerden berîyim.” sözüyle açıklıyor. Sahabenin, “Niçin?” sorusuna verdiği bu cevap, müşriklerle bir arada yaşama yasağının ölçüsünü belirliyor. Buna göre; onların ateşleri birbirini görmemelidir. Yani evlerinin birbirine mesafesinin, evde yanan ateşin görülmeyecek kadar olması gerektiğidir.[7]

Yüce Allah müminlere “güvenli bir yurt”, hicret edilebilecek bir İslam beldesi ihsan edebilir. Hicret etmeye güç yetiren her Müslim, bu beldeye hicret etmek zorundadır. Güvenli bir İslam yurduna hicret etmeye güç yetirdiği hâlde, müşriklerin arasında ikamet edenler suç işler; Müslimlere tanınmış bazı haklardan feragat etmiş olur. Hadisin delalet ettiği mezkûr anlama, birçok nas işaret eder:

“Size ne oluyor da (hicret etmeyen) münafıklar hakkında (onlar mümin mi kâfir mi diye tartışan) iki gruba bölünüyorsunuz? Oysa Allah onları kazandıklarından dolayı baş aşağı etmiştir. (Yoksa siz) Allah’ın saptırdığını hidayet etmek mi istiyorsunuz? Kimi de Allah saptırmışsa, sen onun için (bir kurtuluş) yolu bulamazsın. (O münafıklar) küfre girdikleri gibi sizin de küfre girmenizi ve onlarla eşit olmanızı isterler. Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan dost edinmeyin. (Hicret etmeye yanaşmaz) yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan ne bir dost ne de yardımcı edinin.”[8]

Bu ayet, özürsüz hicret etmeyenlerin Müslimlerin gündeminde olmayacağını, onlara “yokmuş” gibi muamele edileceğini gösteriyor.

“Melekler, nefislerine zulmedenlerin canını aldığında: ‘Nerede idiniz/hangi saftaydınız?’ derler. Derler ki: ‘Biz yeryüzünde (müşriklerin safında yer almak zorunda olan, çaresiz) mustazaflardık.’ (Melekler:) ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ derler. Bunların barınağı cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o! Erkek, kadın ve çocuklardan mustazaf olup da (hicrete) hiçbir çare bulamayan ve yol bilmeyenler müstesna. Bunları Allah’ın affetmesi umulur. Allah (günahları affeden) Afuv, (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr’dur.”[9]

Bu ayet, bir özrü olmaksızın hicret etmeyenlerin ikrah hakkından faydalanmadıklarını gösterir. Zira onlar zorla savaşa çıkarılmış ve öldürülmüşlerdir.[10] Buna rağmen ikrah altında gibi değil, suçlu günahkâr muamelesi görmüşlerdir.

“Şüphesiz ki iman edenler, hicret edenler, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler ve (bunları yurtlarında) barındırıp yardım edenler, işte bunlar birbirlerinin dostudurlar. İman edip hicret etmeyenler ise, hicret edinceye kadar sizinle onlar arasında bir dostluk yoktur. Şayet din hususunda sizden yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir topluluğun aleyhine olmadıkça onlara yardım etmelisiniz. Allah, yaptıklarınızı görendir.”[11]

Bu ayet, bir özrü olmadığı hâlde hicret etmeyenlerin İslam devletinin yardımından mahrum olacağını, antlaşmalı kâfirlerin onlara tercih edildiğini gösterir.

Okuduğumuz naslar, güvenli bir hicret yurdu bu- lunmasına rağmen herhangi bir engeli olmadığı hâlde hicret etmeyenlerin birçok haktan mahrum olduğunu gösterir. Bunların başında da İslam devletinin yardımı ve Allah’ın müminlere tanıdığı ikrah özrü gelir. Ancak tüm bu naslar, hicret edebileceği “güvenli bir yurt olduğu” ve “bir özrü olmadığı” hâlde hicret etmeyenlere yöneliktir. Aksi hâlde Allah Resûlü’nün (sav) bizzat kendisi de on üç yıl boyunca Mekke’de müşriklerin arasında ikamet etmiştir. Onun öncesinde enbiyanın (as) büyük çoğunluğu da müşriklerin arasında ikamet etmek zorunda kalmış, gidip dağlarda bayırlarda yaşamaktansa şirk toplumu içinde kalıp onları İslam’a davet etmeyi tercih etmişlerdir.[12]

Dikkat etmemiz gereken bir diğer mesele de İslam topraklarında Müslimlerle bir arada yaşayan zimmilerdir. Bunlar Yahudi, Hristiyan ve diğer müşriklerdir. Zimmi, vergisini (cizye) İslam devletine ödeyerek İslam topraklarında yaşayan gayrimüslimlere verilen isimdir.[13]

İslam, gayrimüslimlerin İslam beldesinde zimmi olarak yaşamasına müsaade etmiştir. Hâliyle her hâlükârda Müslim ile müşrikin ateşi birbirini görecektir. Demek ki bir bütün olarak şeriat, müşrik ile Müslim’in yan yana yaşamasını değil; Müslim’in, İslam devletiyle savaş hâlindeki müşriklerin egemenliğinde yaşamasını yasaklamıştır.

Buraya kadar yazdıklarımızdan şu noktaları çıkarabiliriz:

Hadis, hicret edilebilecek güvenli bir İslam yurdu olduğu için söylenmiştir.

Yasak mutlak değil; Müslim’in, harp hâlinde olduğu kâfirin egemenliğinde yaşamasına dairdir.

Yasak, hicreti özrü olmaksızın terk edenler içindir.

Nasların doğru anlaşılması için bir usule ihtiyaç vardır. Şöyle ki; İslam, bir bütündür. Onu doğru anlamanın yolu, naslara yönelik iki kaideyi gözetmektir:

− İlki, bir konu hakkında varid olan tüm nasları bir araya toplamak ve konu hakkındaki naslardan bir bütün olarak sonuç çıkarmaktır.

İmam Ahmed (rh) şöyle der: “Hadisin tüm yollarını toplamazsan anlayamazsın. (Çünkü) hadisin bir kısmı diğer kısımlarını tefsir eder.”[14]

Ali ibni Medini (rh), “Bir babın tüm (rivayet) yolları toplanmadıkça (rivayetteki) hata açığa çıkmaz.” der.[15]

− İkincisi de o nassı, bütün içinde diğer tüm naslarla ve nassın yaşandığı vakıayla birlikte ele almaktır. Zira şeriat bir bütündür; ancak bir bütün olarak tasavvur edildiğinde doğru anlaşılır. Şeriat, insan vücuduna benzetilebilir:[16] Kolumuz, vücudumuzun bir parçasıdır. Kol, vücut bütünlüğü içinde anlamlıdır. Onu bütünden kopardığımızda artık bir et parçasıdır ve hiçbir anlamı yoktur.

Şeriatı yanlış anlamanın önemli sebeplerinden biri de konu hakkındaki nasları bir araya toplamamak veya nassı şeriatın bütününden ayrı ve müstakil düşünmek, parçacı bir yaklaşımla ele almaktır.

Ateşlerin birbirini görmesine dair hatırlatma!

Bugün, hicret edilecek güvenli bir İslam yurdu yoktur. Hâliyle hadisin hicrete delalet eden tehdidiyle mükellef değiliz. Bununla birlikte hadisin “ateşlerin birbirini görmemesi” kısmıyla ilgili şunu söylemek istiyoruz:

Ne yazık ki bugün ateş evimizin karşısında, göz mesafesinde değildir. Ateş, bizzat evimizin içinde, odalarımızın baş köşesinde, ceplerimizde, yataklarımızda yanmaktadır. Müşriklerin yaktığı ateş, dijital ekranlardan evlerimizi aydınlatmaktadır (!) Asıl dikkat edilmesi gereken konu budur. Yani, diyelim bir İslam yurduyla rızıklandık. Evlerimizi/Şehirlerimizi şirk ehlinden çok uzağa kurduk. Onların yaktığı ateş evlerimizde yanmaya devam ediyorsa, onlardan milyonlarca km uzakta olsak ne değişecek? Allah Resûlü’nün (sav) emrine uymuş mu olacağız? Evet, nassın zahirine bakarsak emre icabet etmiş olacağız. Nassın zahiriyle beraber ruhuna/maksadına/hikmetine baktığımızdaysa nassı çiğnemeye devam etmiş olacağız.

Bugün hamdolsun, dünyanın dört bir yanında küfre başkaldırı var. İnsanlık tarihinde benzeri az görülmüş bir bedel ödeniyor. Bunca emek, çile ve bedele rağmen, her meşrepten yapının itirafıyla, istenen seviyede yol alınmıyor. Bu acı gerçekliğin birçok nedeni var. Önemli nedenlerden biri de küresel/yerel tuğyana başkaldıranların evinde, cebinde, masasında… küfrün ateşinin parlıyor oluşudur. Henüz birer boş levhayken küfre teslim edilen çocukların zihninde/kalbinde küfrün yaktığı ateşin yanıyor olmasıdır. Onların ateşiyle (eğitimiyle) aydınlanan (!) kalpler/zihinler, onların ateşiyle (ürettiği dijital içerikle) beslenen zihinler/kalpler, karmakarışık oluyor. Zahiren ilerlese de mehter takımı gibi başladığı noktanın etrafında dönüp duruyor.

O hâlde kendi felaketine koşar adım yürüyen şirk ve zulüm dünyasını kim durduracak? Arınanlar! Bu dün de böyleydi bugün de böyle… Ürettikleri içeriklere müşteri olup, yaktıkları ateşin izleyicileri olanlar, onların yaktığı ateşe odun taşıyan insanlar, o ateşi nasıl söndürsün?

Soru: Hocam! “Din nasihattir.” hadisini nasıl anlamalıyız? Nasihatten kastedilen, öğüt vermek midir?

Cerîr ibni Abdullah’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlüne namaz kılmak, zekât vermek ve her Müslime karşı nasihat etmek üzere biat ettim.”[17]

Temîm Ed-Dârîy’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav), ‘Din nasihattir.’ dedi. Biz de ‘Kimin için?’ dedik. ‘Allah için, Resûlü için, Müslimlerin liderleri için ve tüm Müslimler için.’ dedi.”[18]

Okuduğumuz hadislerden şunu anlıyoruz: Müslim’in Müslim üzerindeki haklarından biri de ona nasihat etmektir. Peki, nasihat nedir? Görebildiğim kadarıyla insanlar tarafından sıklıkla kullanılan ve çoğunlukla yanlış anlaşılan kavramlardan biridir nasihat. Zira çoğumuz nasihatla öğüdü aynı anlamda kullanıyor ve birine “Yap!” ya da “Yapma!” dediğimizde ona nasihat ettiğimizi sanıyoruz. Şunu belirtmeliyim ki; Arapça’da nasihat kavramını tek bir kelimeyle izah etmek mümkün değildir.[19] Zira nasihat bir kavramdır ve her kavram gibi içine derin anlamlar yüklenmiştir. Öyleyse bu kavrama biraz daha yakından bakalım:

Lugatta Nasihat

“ ‘N-s-h’ kökü, iki şey arasındaki uyum ve o iki şeye yönelik ıslah anlamına gelir. Bunun aslı, terzi (Xayyat) anlamında nasihtir… Nush ve nasihat da bu anlamdan türemiştir; manası, aldatmanın zıddıdır (samimiyettir)… Amel samimi/ihlaslı olmakla vasfedildiğinde ona ‘nasihat’ denir. ‘Nasuh Tevbe’ kavramı da bu anlamdadır. Âdeta o tevbede hiçbir delik, yırtık yoktur; (tevbenin tüm afetlerinden arınmıştır ve) sahihtir/sağlamdır. Develeri sulayıp susuzluğunu giderene, ‘Deveye nasihat etti.’ denir. Balı kovandan sağıp özünü elde edene ‘Bal nasihatçisi’ denir…”[20]

Bir başka âlim, Kur’ân kavramı olan nasihati şöyle açıklar:


نصح muhatabın yararına olan bir işi veya sözü araştırıp bulmaktır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur:

 

فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَةَ رَبّ۪ي وَنَصَحْتُ لَكُمْ وَلٰكِنْ لَا تُحِبُّونَ النَّاصِح۪ينَ

‘(Salih) onlardan yüz çevirdi ve: ‘Ey kavmim! Andolsun, size Rabbimin mesajını ilettim ve size nasihat ettim. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.’ dedi.’[21]

وَقَاسَمَهُمَٓا اِنّ۪ي لَكُمَا لَمِنَ النَّاصِح۪ينَۙ

‘Ve: ‘Şüphesiz ki ben, sizin iyiliğinizi istiyorum/size nasihat veriyorum.’ diye o ikisine yemin etti.’[22]

وَلَا يَنْفَعُكُمْ نُصْح۪ٓي اِنْ اَرَدْتُ اَنْ اَنْصَحَ لَكُمْ اِنْ كَانَ اللّٰهُ يُر۪يدُ اَنْ يُغْوِيَكُمْۜ هُوَ رَبُّكُمْ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَۜ

‘Şayet Allah sizi saptırmak istemişse, ben size nasihat etmek istesem de nasihatimin size bir faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir ve O’na döndürüleceksiniz.’[23]

Bu نصحت له الود ‘Ona tertemiz bir sevgi besledim’ sözünden alınmadır. Onun için ناصح العسل deyimi de balın en saf olanıdır.

Ya da, نصحت الجلد sözünden alınmıştır ki, ‘Deriyi diktim’ demektir. Buna bağlı olarak da ناصح terzi, نصاح ise ipliktir.

Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا تُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ تَوْبَةً نَصُوحًاۜ

‘Ey iman edenler! Allah’a nasuh bir tevbeyle (günaha dönmeme azmiyle) tevbe edin.’[24]

Bu, işaret edilen iki anlamdan biriyle yorumlanabilir. Bunlar da ya ihlas (samimiyet) ya da ihkam (sağlamlaştırma)dır.

Bir kişinin sıfatı olarak çokça samimi olan kişi anlamında ki نصوح ve نصاح formları tıpkı ذهوب ve ذهاب formları gibidir.

Bu bağlamda şair şöyle der:

احببت حبا خالطته نصاحة

‘İçtenlikle yoğurduğum bir sevgiyle sevdim.’ ”[25]

Bu açıklamalardan sonra bir vahiy kavramı olan nasihatin lugatta şu anlamlara geldiğini söyleyebiliriz:

– İhlas, samimiyet, dürüstlük, aldatmamak

– Uyum

– Islah etmek, faydalı olmak

– Eksiğini gidermek, yırtığını dikmek

– Saflaştırmak, özünü posasından ayırmak

– Maddi manevi susuzluğu gidermek

Kur’ân, sünnet ve sahabe örfünde de nasihat kavramı çok geniş anlamlarda kullanılmıştır:

– Tevhide davet etmek, uyarmak

“Size Rabbimin risaletini/mesajlarını iletiyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim.”[26]

– Samimi ve sağlam tevbe etmek

“Ey iman edenler! Allah’a nasuh bir tevbeyle (günaha dönmeme azmiyle) tevbe edin. Umulur ki Rabbiniz, kusurlarınızı örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, Nebi’yi ve beraberindeki müminleri rezil etmeyecektir. Onların nuru önlerinde koşup (parıldar). Sağlarından (amel defterlerini almışlardır). Derler ki: ‘Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, günahlarımızı bağışla. Çünkü sen, her şeye kadîr olansın.’ ”[27]

– Dost edinmek

Cerîr ibni Abdullah’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Ben Allah Resûlüne, ‘Ey Allah’ın Resûlü bana (biatım hakkında) şart koş!’ dedim. (Bana), ‘Allah’a ibadet edersin O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın. Vakti belirlenmiş namazlarını kılar, farz kılınmış zekâtı verirsin. Müslimlere nasihat eder, kafirlerden beri/uzak olursun.’ dedi.”[28]

Hadiste Allah Resûlü (sav) Müslim’e nasihat ile kâfirden beraati zıt anlamlı olarak kullanmıştır. Bu da nasihat ile beraatin zıt anlamlı olduğunu gösterir; ki o da dostluktur, yani vela.

– Öğüt vermek, yol göstermek

Ziyâd ibni Alâka’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Muğîre ibni Şu’be’nin vefat ettiği gün Cerir ibni Abdullah’ın kalkıp (minbere çıkarak) Allah’a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle dediğini işittim:

‘Yalnızca Allah’tan korkun, O’nun (cc) hiçbir ortağı yoktur. (Yeni) İdareciniz gelinceye kadar ağırbaşlı ve sakin olun. O size şimdi gelecektir.’

Daha sonra şunları söyledi:

‘(Vefat etmiş olan) İdareciniz (Muğîre ibni Şu’be) için (Allah’tan) af talep ediniz. Çünkü o affetmeyi severdi.’ Sonra da şunları ilave etti:

‘Ben Nebi’nin (sav) yanına gelerek, ‘Sana İslâm üzere biat ediyorum.’ dedim. O da bana her Müslime nasihat etmeyi şart koştu, ben de ona bu şart üzere biat ettim. Bu mescidin Rabbi’ne yemin ederim ki ben size karşı nasihat ediciyim.’

Daha sonra (Allah’tan) bağışlanma diledi ve minberden indi.”[29]

Hadisin ravilerinden Cerir (ra), yeni atanan yönetici gelene dek sükûnet ve vakar içinde beklemeyi hatırlatmış, bu fiilini de Allah Resûlü’ne (sav) verdiği “her Müslim’e nasihat” sözüyle ilişkilendirmiştir.

– Ticarette güvenilirlik, aldatmamak

Taberani’nin (rh) naklettiğine göre, hadisin ravisi Cerir (ra), çalışanı aracılığıyla 300 dirheme bir at satın alır. Atın sahibine gelir, “Senin atın 300 dirhemden daha hayırlıdır/değerlidir.” der. Böylece aralarında ikinci kez pazarlık başlar ve atın sahibi yüz yüz arttırmasına rağmen Cerir (ra) razı olmaz. Satıcı 800 dirhem teklif ettiğinde kabul eder ve satış gerçekleşir. Bu tutumunu da “Ben Allah Resûlü’ne (sav), her Müslim’e nasihat etmek için biat ettim.” sözüyle izah eder.[30] Yani bir Müslim’in malını ederinden az almamayı, nasihat kabul eder.

Kur’ân, sünnet ve sahabe kullanımından özetle nasihat, şu kavramların her biriyle tanımlanabilir: Samimiyet, dostluk, hayırlı işler yapmak, faydalı olmak, zararlı davranışlardan uzak durmak. İslam âlimleri de Müslim’in Müslim’e nasihatini en geniş anlamıyla açıklar, nasihati öğüde indirgemez:

“Müslümlerin avamına/geneline nasihat etmeye gelince -ki onlar yönetici olanların dışındaki kimselerdir-; onların dünyadaki ve ahiretteki maslahatları için onları irşad etmek, dinlerinde bilmedikleri şeyleri onlara öğretip onlardan eziyeti kaldırmak, bu konuda onlara söz ve fiil ile yardım etmek, avretlerini örtmek, ihtiyaçlarını karşılamak, kendilerine zarar veren şeyleri onlardan def etmek, onlara faydalı olan şeyleri elde etmek, onlara iyiliği emretmek, onları kötülükten rıfk ve ihlas ile nehyetmek, onlara karşı şefkatli olmak, büyüklerine saygı göstermek, küçüklerine merhamet etmek, onlara vakitlerine dikkat ederek güzel öğütte bulunmak, onları aldatmayı ve onlara hased etmeyi terk etmek, kendi nefsi için istediği bir hayrı onlar için de istemek, kendi nefsi için istemediği bir kötülüğü onlar için de istememek, onların mallarını, ırzlarını ve bunların dışındaki hallerini sözle ve fiille savunmak, onları, zikrettiğimiz bütün bu nasihat çeşitleri ile ahlaklanmaya onları teşvik etmek ve onların taatlere olan isteklerini canlandırmak. Muhakkak ki selefte -Allah onlardan razı olsun- nasihatin kendisini dünyasına zarar vermeye kadar götürdüğü kimseler olmuştur. Allah en doğrusunu bilir.”[31]

“Müslimlere Nasihat

Kendisi için istediği şeyleri onlar için de istemek, kendisi için hoşlanmadığı şeylerden onlar için de hoşlanmamak. Onlara karşı şefkatli olmak, küçüklerine karşı merhamet ve büyüklerine karşı saygı göstermek. Onların acılarına üzülüp onların sevinçleriyle sevinmek. İsterse onların sevinci fiyatların düşük, işlerin kesat olması gibi kendi zararına olsun.

Genel olarak Müslimlere zarar veren şeylere üzülmek. Onların iyilik, dirlik ve nimetlerinin devamını istemek. Düşmanlarına galip gelmelerini, her türlü kötülük ve ezadan kurtulmalarını arzulamak.”[32]

Bir insana salt öğüt vermek nasihat değildir. Öğüt, nasihatin yalnızca bir çeşididir ve ancak samimiyet, dostluk, kardeşlik, hayrı ulaştırma ve zararı defetme amacıyla olursa nasihattir. Karşısındakini küçük düşürmek, üstünlük taslamak, zarar vermek, ayıbını açıklamak… şeklinde olursa bu davranışın adı nasihat olmaz…[33]

Öyleyse; bir insan Müslim kardeşlerine nasih olmak istiyorsa önce kalbini yoklasın. O kardeşine karşı sevgi, kardeşlik, onun iyiliğini istemek gibi duygulara sahip midir? Nasihatin birinci adımı kalplerin kardeşe yönelik arınması, arı duru olmasıdır. Pak olmayan bir kalbin sahibi nasih olamaz.

Müslim kardeşine nasihat etmek isteyen kişi ona dua etsin. Bir insanın samimiyette zirve hâli, gıyabında kardeşine dua etmektir. Konuşmayı herkes becerir; zira konuşan, çoğu zaman nefsini tatmin etmek için konuşur da bunu Allah için nasihat zanneder. Gıyapta duaysa, kul ile Rabbi arasındadır. İhlasın ve samimiyetin zirvesidir.

Müslim kardeşine nasihat etmek isteyen kişi, nefsini ve dilini kontrol etsin: Gıybet, yalan söyleme, olmadığı gibi görünme, laf taşıma gibi samimiyeti zedeleyen, aldatma ahlakına dâhil olan ve kardeşine zarar veren amelleri var mıdır? Şayet varsa, başkasına nasihat etmeden diline nasihat etsin. Hiç şüphesiz daha hayırlı bir iş yapmış olacaktır. Zira aldatan, nasihatçi olamaz.

Tüm bunlardan sonra illa sözlü nasihat etmek isteyen kişi şunu sorsun: Nasihat, kardeşine bir iyiliği ulaştırmak, ondan bir zararı defetmektir. Acaba bu işi benden daha iyi yapacak biri var mı? Kırmadan, dökmeden, sorunu yerinde tespit edecek, çözüm üretecek, yaptığı nasihatin sonucunu takip edebilecek bir insan var mı? Gaye nasihatse ve nasihat daha iyiyi kardeşine ulaştırmaksa hikmet ehli bunu daha iyi yapacaktır. Şayet daha iyi birileri varsa nasihat onlara havale edilmelidir. Ki İslam nezdinde bir hayrı yapanla ona aracı olan arasında fark yoktur.[34]

Nasihat Adabını Bilmemek

Nasihat adabını bilmeyen insan çoğu zaman nasihatle hem kendine hem muhatabına zarar verir. Bir başkasına karşı içinde biriktirdiği öfke, kıskançlık ve hoşnutsuzluğu kusmayı nasihat zanneder. Böylece içinde beslediği çirkin duygulara, Müslim kardeşine -nasihat adı altında- eziyet günahını ekler. Muhatabına zarar vermesi ise; onun şevkini kırması, yanlış yola sevk etmesi, daha iyiye teşvik adı altında mevcut hayırdan alıkoymasıdır…

Örneğin yeni bir kardeşimiz Kur’ân öğreniyor, bir harfi yanlış nutkediyordur. Kendini nasihatçi zanneden bir diğeri, o harfi yanlış okumanın zararlarını sıralıyor, akabinde bir şehir efsanesini de ekliyor: Bazı yerlerini yanlış okuyan kişi küfre kadar gidebilir. Fetvasını da verdikten sonra, muhatabı ortada bırakıyor. Ne şevk kalıyor geriye ne de azim… Oysa ne yapmalıydı? O kişinin hocasına ulaşmalı, fark ettiği eksikliği izah etmeliydi. Çünkü o şahsın hocası bir program dâhilinde öğrencisinin hatasını tashih ediyor olabilir. Bazı hataları zamana yaymış olabilir… Bu nasihat adı altında yapılan gereksiz müdahale kardeşin şevkini kırması yanında, hocaya da haksızlıktır. Çünkü bir başkasının alanına müdahale etmektir. Şayet o kardeşimizin bir hocası yok ve kendi kendine öğreniyorsa ne yapmalıydı? Önce onu takdir etmeli, azminden dolayı kutlamalıydı. Sonra “İstersen daha hızlı mesafe kat etmen için sana yardımcı olabilirim, böylece benim de ecir almama vesile olursun.” gibi kalp ısındıran teşvik edici sözler söylemeliydi. Bu da nasihatin ta kendisidir.

Evet, ben yanlış nasihatçiler yüzünden gençliği kararan nice insan biliyorum. Genç üç yıldır hafızlık yapıyor, bitirmesine ramak kalmış. Biri çıkıp o gence Arapça öğrenmenin önemini anlatıyor, zihnini bulandırıyor. Gencin üç yıllık emeğini zayi ediyor. Sonra o genç hafızlığa dönüyor belki; ama ne eski şevk kalmış ne de geçmişi toparlayacak hafıza… Hem Arapça’dan hem hafızlıktan oluyor…

Özellikle cemaatsel çalışmalarda insanlarla bir program dâhilinde ilgilenilir. Öncelikler şahsın durumuna, İslami/kulluk sorunlarına göre belirlenir. Süreci bilmeden yapılan müdahaleler, nasihat olmaktan ziyade eğitim sürecini baltalar. Tecrübeyle sabittir ki bu tarz müdahalelerin zararı faydasından çok olur. Ve tüm bunlardan daha kesin olan şudur ki; önü arkası hesaplanmamış hiçbir konuşma nasihat değil, gevezeliktir. Herkes geveze olabilir, ama herkes nasihatçi olamaz. Unutmayalım; din nasihattir, gevezelik değil!

 


[1] .57/Hadîd, 25

[2] .25/Furkân, 31

[3] .17/İsrâ, 80

[4] .Kastım, Türkiye’de FETÖ-AKP ve AKP-Muhalefet çekişmesi; İran’da Hamaney/Kasım Süleymani-Ruhani/Zarif çekişmesi; Mısır’da Sisi ve İhvan çekişmesi… Denebilir ki her ülkede siyasi çekişmeler var; Türkiye, Mısır ve İran’da siyasi çekişmeler yaşanması da normal… Evet, her ülkede siyasi çekişme var. Hatta dünyadaki en ilginç siyasi çekişmelerden biri de İsrail’de yaşanıyor. Ancak dünyanın hiçbir yerinde siyasi muhalefetler fırsat bulunca birbirini öldürüp hapsetmiyor, varlığını bir diğerinin yok olması üzerinden tanımlamıyor. En önemlisi, ülkesi açık saldırı altındayken düşmanla iş tutup ülkesini çökertmek için uğraşmıyor. Türkiye, İran ve Mısır’daki siyasi çekişmeyi dünyadaki benzerlerinden ayıran budur. Ve kanaatimce bu benzerlik tesadüf değil… Allah (cc) en doğrusunu bilir.

[5] .7/A’râf, 186

[6] .Ebu Davud, 2645; Tirmizi, 1604

[7] .Bu, hadisin zahirinden anlaşılan ilk anlamdır. Sözün söylenme nedeni de bu anlamı desteklemektedir. Şarihlerden Hattabi (rh) iki yan anlam daha zikretmiştir. İlki, Müslim ile kâfirin hükümlerinin aynı olmayacağı; ikincisi, Müslim’in müşrike benzememesi gerektiğidir. (bk. Avnu’l Ma’bûd, 2645 No.lu hadis şerhi) Şeriatın geneline baktığımızda her iki tefsir doğru olsa da, açıklama sadedinde olduğumuz hadisin zahirine uygun değildir. Allah (cc) en doğrusunu bilir.

[8] .4/Nîsa, 88-89

[9] .4/Nîsa, 97-99

[10] .Muhammed ibni Abdirrahman Ebu’l-Esved’den şöyle rivayet edilmiştir:

 “Medîne halkının bir ordu çıkarması kesinleşmişti. Ben de bu orduya yazılmıştım. Derken İbni Abbas’ın azatlı kölesi İkrime ile karşılaştım. Ona, orduya yazıldığımı haber verdim. İkrime, benim orduya katılmamı kesin bir dille yasakladı ve İbni Abbas’ın kendisine şöyle dediğini anlattı: Bazı Müslümanlar (imanlarını gizleyerek) müşriklerle birlikte (Mekke’de) kalmıştı. Allah Resûlü döneminde (yapılan Bedir savaşına katılarak) onların çok görünmesine neden olmuşlardı. Savaşta oklar atılıyordu. Bu oklar müşriklerin içinde bulunan Müslimlere isabet edip onları öldürüyordu. Bazen de onlar, savrulan kılıç darbeleriyle can veriyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah şu ayeti indirdi: ‘Melekler, nefislerine zulmedenlerin canını aldığında: ‘Nerede idiniz/hangi saftaydınız?’ derler. Derler ki: ‘Biz yeryüzünde (müşriklerin safında yer almak zorunda olan, çaresiz) mustazaflardık.’ (Melekler:) ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ derler.’ ” (4/Nîsa, 97) (Buhari, 4596)

[11] .8/Enfâl, 72

[12] .Cevap içinde “güvenli bir hicret yurdu” vurgusu yapmamın özel bir nedeni vardır. Zira İslam tarihinde başta Hariciler olmak üzere birçok grup, etrafını çevirdiği toprak parçasının İslam yurdu olduğunu iddia etmiş, tüm Müslimleri hicret etmeye davet etmiştir. Ne ki bu yapay yurtlar birkaç yıl içinde, zalim sultanların saldırısıyla yıkılmış, insanlık dışı uygulamalarla yerle bir edilmiştir. Maalesef bu Harici ahlakı ilerleyen dönemlerde Harici olmayan topluluklar eliyle devam ettirilmiş; kimisi Avrupa’nın kimisi de savaş bölgelerinin göbeğinde hilafet ve İslam yurdu ilan ederek inananları hicrete davet etmiştir. Başta şeriattan sonra da tarihten ders almamanın neticesi olarak, tarih tekerrür etmiş, aynı akıbete maruz kalmışlardır.

[13] .Bureyde ibni Husayb El-Eslemî’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü bir orduya veya seriyyeye komutan atadığında, komutanın kendisi hakkındaki tavsiyesinde, Allah’tan korkmasını, yanındaki Müslimler hakkındaki tavsiyesinde ise onlara iyi davranmasını o komutana emrederdi. Bunun arkasından (orduya hitaben) şöyle buyururdu: ‘Allah’ın adıyla, Allah yolunda savaşınız. Allah’ı inkâr eden kâfirlere karşı savaşınız. Savaşınız, ama ganimetlere ihanet etmeyiniz, verdiğiniz sözü çiğnemeyiniz, organları parçalayarak işkence etmeyiniz, çocukları öldürmeyiniz.’

Komutana hitaben şöyle devam ederdi: ‘Müşriklerden düşmanınla karşılaştığında onları üç davranıştan birisine çağır. Bunlardan hangisine uyarlarsa onu kabul et. (Önce) onları İslam’a çağır, eğer çağrına uyarlarsa kabul et ve onlardan el çek.’

Bunun arkasından onları muhacirlerin (toplandığı) yurda/ülkeye göç etmeye çağır ve kendilerine şunu bildir: ‘Eğer bunu yaparlarsa muhacirlerin lehine olan haklar kendileri için de tanınacaktır. Muhacirlerin üzerinde olan yükümlülükler kendileri için de geçerli olacaktır.’

Eğer oradan ayrılmayı kabul etmezlerse kendilerine şunu bildir: ‘Müslimlerin şehir dışında yaşayanları (Müslimlerin bedevileri) gibi olurlar ve müminlerin üzerine geçerli olan Allah’ın hükümleri onların üzerlerine de geçerli olur. Savaşta elde edilen ganimetler ile savaşmaksızın elde edilen ganimetlerden onlar için bir hisse olmaz. Ancak Müslimlerle birlikte cihada katılmaları bunun dışında.’

Eğer onlar İslam’a girmeyi kabul etmezlerse o zaman onlardan cizye iste, eğer teklifine uyarlarsa kabul et ve onlardan el çek. Eğer onlar teklifine uymazlarsa Allah’tan yardım dile ve onlarla savaş.

Eğer bir kale halkını kuşatmış isen ve onlar da senden, Allah’ın ve Nebi’sinin güvencesini (zimmetini) istemişler ise Allah’ın ve Nebi’sinin güvencesini (zimmetini) onlara verme. Ancak kendinin ve arkadaşlarının güvencesini ver. Çünkü kendi güvencenizi ve arkadaşlarınızın güvencesini yerine getirmemeniz/çiğnemeniz Allah’ın ve Resûl’ünün güvencesini (zimmetini) yerine getirmemekten/çiğnemekten daha kolaydır.

Eğer bir kale halkını kuşatmış isen ve onlar da senden kendilerine, Allah’ın hükmünü/kararını uygulamanı isterlerse onlara Allah’ın hükmünü/kararını uygulamayı kabul etme, ancak kendi hükmünü/kararını uygulamayı kabul et. Çünkü onlar hakkında Allah’ın hükmüne/kararına isabet edip etmediğini bilemezsin.’ ” (Müslim, 1731)

Sahabe de Ehl-i Kitap dışındaki toplumlardan cizye almıştır:

Bekr ve Ziyâd birlikte Cübeyr ibni Hayye’nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

“Ömer bir ordu kurup bizi bu orduda görevlendirdi. Başımıza da komutan olarak Nu’mân ibni Mukarrin’i atadı. Biz sefere çıkıp düşman topraklarına girince Kisra’nın komutanlarından birisi kırk bin kişilik bir ordu ile bizi karşıladı. Bir tercüman kalkıp: ‘İçinizden biri bizimle konuşsun!’ dedi. Bunun üzerine Muğîre, ‘İstediğini sor bakalım!’ dedi. Tercüman da ‘Siz kimsiniz, burada ne işiniz var?’ dedi. Muğîre ona şöyle cevap verdi: ‘Bizler Araplarız. Daha önce hiç düşünemeyeceğiniz kadar bedbaht, sıkıntılı ve çaresiz bir durumda idik. Açlıktan (nefesimiz kokuyordu) deriyi ve hurma çekirdeklerini gevip emerdik. Sırtımıza giydiğimiz hayvan postları idi. Üstelik ağaçlara ve taşlara tapan bir topluluktuk. Biz bu durumda iken göklerin ve yerlerin Rabbi -O’nun şânı pek yücedir, azametinin ululuğuna sınır yoktur- bize kendi içimizden, anasını ve babasını bildiğimiz bir Peygamber gönderdi. Peygamberimiz, Rabbimizin elçisi bize, siz sadece Allah’a ibadet eden kullar oluncaya veya kendi ellerinizle cizye verinceye kadar sizinle savaşmamızı emretti. Peygamberimiz bize Rabbimizden aldığı vahiy ile, bizden kim öldürülürse onun cennete gideceğini, orada eşi benzeri görülmemiş nimetler içinde olacağını ve sağ kalanların da sizin üzerinize hükümran olacaklarını, söyledi.’ ” (Buhari, 3159)

Fukahamızın bir kısmı Yahudi ve Hristiyanlar dışındaki toplumlardan alınan vergiyi cizye değil, bir süreliğine yapılan antlaşma olarak kabul etmek istemişlerdir. Ancak Allah Resûlü’nün ve sahabesinin uygulaması açıktır. Tevbe Suresi’nin 29. ayeti Ehl-i Kitap hakkında, Allah Resûlü’nün (sav) uygulaması ise diğer müşrikler hakkındadır. En sahih yol, tüm delillerle bir arada amel etmektir. Allah (cc) en doğrusunu bilir.

[14] .El-Cami li Ahlaki’r Ravi, 2/212

[15] .age.

[16] .Benzetme Şatibi’ye (rh) aittir. bk. El-İtisam, 2/62

[17] .Buhari, 57; Müslim, 56

[18] .Müslim, 55

[19] .bk. Fethu’l Bârî, 57 No.lu hadis şerhi, Hattabi’den naklen

[20] .bk. Mu’cem Mekayisu’l Luğa, n-s-h maddesi

[21] .7/A’râf, 79

[22] .7/A’râf, 21

[23] .11/Hûd, 34

[24] .66/Tahrîm, 8

[25] .El-Mufredât Fî Ğarîbi’l Kur’ân, Râğıp El-İsfahânî, n-s-h Maddesi

Türkçesi için bk. Müfredat, Çıra Yayınları, s. 1061

[26] .7/A’râf, 68; Ayrıca bk. 7/A’râf, 21, 79; 11/Hûd 34.

[27] .66/Tahrîm, 8

Selefin nasuh tevbeyle ilgili açıklamaları derlendiğinde samimi bir niyet ve günahtan uzak, sağlam bir tevbe anlamı ortaya çıkar:

– Tevbeden sonra günaha dönmemek (Ömer ibni Hattab (ra), Abdullah ibni Abbas (ra), Mücahid (rh), Hasan-ı Basri (rh) ve Dahhak’tan (rh) naklen)

– Sadık ve samimi tevbe (Katade’den (rh) naklen)

– Nefsinize öğüt verdiğiniz tevbe (Said ibni Müseyyeb’den (rh) naklen)

– Kabul olmayacağına dair endişe, kabul olmasına dair umut ve taatlere devamla birlikte olan tevbe (Said ibni Cubeyr’den naklen) bk. Mevsuatu’t Tefsiri’l Me’sur, 22/42-45, 66/Tahrîm Suresi, 8. ayetin tefsiri

[28] .Ahmed, 19153

[29] .Buhari, 58

[30] .bk. Tuhfetu’l Ehvezî, 1925-26 No.lu hadis şerhi

[31] .El-Minhâc, 55 No.lu hadis şerhi

[32] .Câmiu’l Ulûm ve’l Hikem, s. 80

Türkçesi için bk. Hadislerle İlim ve Hikmet, İbni Receb El- Hanbelî, Semerkand Yayınları, 1/262

[33] .İslam âlimleri nasihat ile kınama/ayıplama arasındaki farkı ortaya koymak için özel çaba harcamıştır. (El-Farku Beyne’n Nasîhati ve’t Te’yîr)

(Türkçesi için bk. Üç Risale, Nasihat ile Kınama Arasındaki Fark, İbni Receb El- Hanbelî, Neda Yayınları)

[34] .“Kim güzel bir aracılıkta bulunursa (aracılık ettiği hayırdan) onun da nasibi olur. Kim de kötü bir aracılık ederse (aracılık ettiği kötülükten) onun da payı olur. Allah her şeyin üzerinde (güç sahibi, koruyucu, gözetleyici, rızık veren) Mukît’tir.” (4/Nîsa, 85)

Ebu Mes’ud El-Ensarî’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

‘Bir adam Nebi’ye (sav) geldi ve şöyle dedi: ‘Bineğim yok oldu, bana binek versen.’ (Allah Resûlü), ‘Verebileceğim bir bineğim yok’ dedi. Derken başka bir adam, ‘Ey Allah’ın Resûlü, ona binek verebilecek birisini kendisine gösterebilirim’ dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (sav), ‘Kim bir hayrı/iyiliği gösterirse ona da bunu yapanın sevabı kadar sevap verilir.’ dedi.” (Müslim, 1893)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver