İhtilaf Fıkhı – 8 Menheci İhtilaflar

Allah’ın Adıyla

İnsanları ihtilaf ettikleri hususlarda hidayet eden Allah’a hamd olsun. Salât ve selam, dinin ve nimetin kendisiyle tamamlandığı Muhammed Mustafa’ya, onun sallallahu aleyhi ve sellem âline, ashabına ve tabilerinin üzerine olsun.

Buraya kadar olan yazı dizimizde akide ve fıkıhta ihtilaf konusuna değinmeye çalıştık. Bu yazımızla beraber Rabbimizin inayetiyle ‘Menhecte ihtilaf’ konusuna başlayacağız.

Menhec kelimesi ne-he-ce aslından türemiştir. Lugat olarak; açık ve belirgin yol demektir. Menhec kelimesi de; üzerinde seyredilen ve takip edilen açık, belirgin yol anlamındadır. (Lisanu’l Arab; 2/383)

Istılah anlamı da lugat anlamına yakındır. Hangi alanda kullanılırsa kullanılsın menhec, takip edilen yol ve metod anlamındadır.

Konuya girmeden önce, menhec kelimesinden ne kastettiğimizi izah etmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü bu kelime İslamî çevrelerde zaman zaman değişik anlamlarda kullanılıyor. Örneğin, Suudi Arabistan’da ilim tahsil etmiş veya o havzanın kitaplarıyla hemhal bir çevrenin bu kelimeden anladığıyla; Mısır, Suriye gibi yerlerde ilim tahsil etmiş insanların bu kelimeden anladığı farklıdır. Metod olarak İhvan-ı Müslim’in çizgisine yakın olan birinde bu kelimenin çağrıştırdığı anlamla, cihadi hareketlere yakın birinde çağrıştırdığı anlam da farklıdır.

Hadis ehli/Selefi havzalarda menhec; itikadî meselelere yaklaşım metodu, dinin asıllarına dair nasların nasıl anlaşılması gerektiğini ifade eder.

Suriye, Mısır ve benzeri; kelam ehlinin yoğunlukta olduğu yerlerde menhec, daha ziyade bu meselelerin yazılış ve anlatım metodunu ifade eder.

Sahada İslam adına hareket eden cemaatler ise bu kelimeyi daha ziyade hareket metodu anlamında kullanırlar. Bizim bu yazımızda ele alacağımız anlam sonuncusudur. Menhec ihtilafı dediğimizde kastımız: hareket metodlarında vuku bulan ihtilaftır. Yazdıklarımız ve zikredeceğimiz mülahazalar başka anlamlara yorulmamalıdır.

Akidenin asıllarında ittifak eden, amellerinde şirk olmayan ve şirk taifelerinden beri olan İslamî hareketlerin sahada farklı metodlarla çalışması caiz midir? Caizse bunun kuralları nelerdir?

Allah subhanehu ve teâlâ Peygamberlerini insanlara göndermekle kendinin nasıl razı edileceğini göstermek istemiştir. Her Peygamber geldiği toplumu iki kısma ayırmıştır. Kendine iman edip taraftar olan Müslümanlar, onlara muhalefet edip düşmanlık yapan müşrikler… Gerek Müslümanların eğitilmesi ve İslam davasına ensar kılınması gerekse muhaliflerin hakka daveti ve onlarla mücadelede bir metod takip etmişlerdir. Bazı noktalarda ittifak halinde olan Peygamberlerin, bazı noktalarda farklı metodlar izlediklerini görüyoruz. Onların ittifak ettikleri şey, insanların tevhide davet edilip şirkten sakındırılması ve bu davetin öncelenmesidir. Bu konuda tüm Peygamberler ittifak halindedir.

“Senden önce hiçbir Rasûl göndermedik ki ona: ‘Benden başka ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (21/Enbiya, 25)

“Andolsun ki biz her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin ve tağut’tan sakının’ diye (emretmeleri için) bir Peygamber gönderdik…” (16/Nahl, 36)

“Hani İbrahim babası Azer’e: ‘Putları ilah mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni ve kavmini apaçık sapıklık içerisinde görüyorum.’ demişti.” (6/En’am, 74)

“Andolsun ki Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.’ (7/Araf, 59)

“Ad kavmine de kardeşleri Hud’u (gönderdik). O dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibadet edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?’ (7/Araf, 65)

“Semud kavmine de kardeşleri Salih’i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibadet edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.’ (7/Araf, 73)

“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibadet edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.’ (7/Araf, 85)

Tüm Peygamberler aynı noktadan başlamış, aynı konulara vurgu yapmışlardır. Bu, onların arasındaki ortak noktadır.

Bununla beraber kavimlerine bu hakikati anlatma üslupları, davetlerini yayarken kullandıkları vesileler, bunu yaparken içinde bulundukları gizlilik veya açıklık ise farklıdır. Çünkü bu saydığımız maddeler; vakıa, insanların durumu, muhaliflerin tepkisine göre değişir.

Örneğin, Musa ve Harun aleyhimusselam davetlerine tevhidle başlamış, insanları tevhide davet etmişlerdir. Davetlerinde ilk dikkat çektikleri husus Firavun’un tağutluğu olmuştur. Ancak bunu anlatma üslupları farklı olmuştur. İşe yumuşaklıkla başlamış ve Ben-i İsrail’in durumunu gündeme getirmişlerdir.

“Biz o ikisine: ‘Firavun’a gidin o tağutlaştı. Ona yumuşak söz söyleyin umulur ki korkar veya öğüt alır’ dedik.” (20/Taha, 43-44)

Aynı noktadan başlayan ve tevhidî bir gündeme sahip olan İbrahim aleyhisselam ise yolun başında onlara sert davranmış, farklı bir metod izlemiştir.

“Hani İbrahim babası Azer’e: ‘Putları ilah mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni ve kavmini apaçık sapıklık içerisinde görüyorum’ demişti.” (6/En’am, 74)

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’tan başka ibadet ettiklerinizden beriyiz. Sizi tekfir ettik ve siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar bizimle sizin aranızda ebedi düşmanlık ve kin belirmiştir…” (60/Mumtehine, 4)

Allah Rasûlü ise davetini halkına daha farklı bir üslupla ulaştırmıştır. Öncelikle kendine dikkat çekmiştir. Onların arasında sevilen, saygı duyulan ve kendinden emin olan bir insan olduğunu onlara ikrar ettirmiş, bundan sonra davetini bir misalle onlara ulaştırmıştır.

Rasûl-i Ekrem bir gün Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkelilere İslamiyet’i tebliğ etmeye karar verdi ve orada toplananlara şöyle seslendi:

” ‘Ey Kureyşliler! Size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?’, ‘Evet, senin yalan söylediğine şahit olmadık’ cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti: ‘Öyleyse ben büyük bir azaba duçar olacağınızı size haber veriyorum… Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demedikçe size ne bu dünyada ne de ahirette bir faydam dokunur…’ “

Bu örnekler onların kavimlerine hitap ederken farklı üsluplar kullandıklarını gösterir. Yani İslam’ın temeli olan tevhid konusunda ihtilaf yoktur. Ancak bunun anlatım üslubunda muhalif olan müşriklere gösterilecek sertlik ve yumuşak üslup Peygamberden Peygambere farklılık arz etmiştir.

Yine bu örneklerden anlayacağımız başka bir nokta, muhatapların seçimi meselesidir. Musa aleyhisselam ve İbrahim aleyhisselam kavimlerinin en tepe noktasından davete başladılar.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ise önce bireylere davetini ulaştırmış, daha sonra kendi aile efradına açılmış, bundan sonra Kureyş’in ileri gelenlerine davetini götürmüştür. İçeriği ve özü bir olan davet, kavimlerine farklı muhatap kitleleri üzerinden ulaşmıştır.

Bunun gibi bir başka mesele, gizlilik ve açıklık konusudur. Kur’an ve Sünnet’te bizlere mücadeleleri anlatılan Peygamberler ve salihler bu konuda farklı tutumlar içindedirler. Bazısı davetin ilk gününden meydan okuyup ve açık bir metod izlerken, bazıları böyle davranmamıştır.

Kur’an’da mücadeleleri anlatılan Kehf ashabı ve Uhdud ashabına baktığımızda tam bir gizlilik görürüz.

“Yoksa sen Kehf ve Rakim ashabının bizim şaşılacak ayetlerimizden olduklarını mı sandın? O gençler mağaraya sığınmış ve şöyle demişlerdi: ‘Ey Rabbimiz! Bize kendi katından bir rahmet ver ve bize işimizde bir başarı hazırla.’ Bunun üzerine mağarada nice yıllar onları ağır bir uykuya daldırdık. Sonra iki gruptan hangisinin bekledikleri süreyi iyi hesap ettiğini bilmek (ortaya çıkarmak) için onları uyandırdık. Biz sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatıyoruz. Onlar Rabblerine iman etmiş gençlerdi. Biz de hidayetlerini artırmıştık. Biz onların kalplerini sağlam kılmıştık. (Kralın önünde) durduklarında şöyle dediler: ‘Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başkasına tapmayacağız. Aksi takdirde, andolsun ki çok saçma bir söz söylemiş oluruz. İşte şunlar kavmimiz; O’ndan başka ilahlar edindiler. Onlar (tanrıları) hakkında açık bir delil getirmeli değiller mi? Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?’ ” (18/Kehf, 9-15)

Bunlar kendi aralarında iman eden ve imanlarını gizleyen insanlardı. İmanlarında olgunlaşınça yaşadıkları dönemin tağutlarına başkaldırıp hakikati haykırdılar. Bunun akabinde davalarını açıktan anlatmayıp kaçtılar. Ve yüce Allah subhanehu ve teâlâ onları mağarada uyutmak suretiyle yüzlerce yıl gizledi.

Uhdud ashabının öncüsü olan genç de aynı şekilde yıllarca gizlendi. Ve davetini bireysel olarak yaydı.

“…Kahroldu o hendeğin sahipleri, o çıralı ateşin; onlar (yakanlar) da başlarına oturmuşlar, müminlere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı. Onlardan, sırf Aziz ve Hamîd olan Allah’a iman ettikleri için intikam aldılar. O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü kendisine aittir ve Allah her şeye şahittir. Şüphesiz inanmış erkeklerle inanmış kadınlara işkence edip sonra tevbe de etmeyenlere cehennem azabı ve (orada) yanma cezası vardır. İman edip salih ameller işleyenlere ise, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur.” (85/Buruc, 4-11)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu kıssanın tafsilatını anlatmıştır. Mücadelesi Kur’an ve Sünnet’e konu olan bu genç için:

“Sizden öncekiler arasında bir hükümdar vardı. Bu hükümdarın bir sihirbazı vardı. Sihirbaz, ihtiyarlayınca hükümdara:

__ Ben ihtiyarladım. Bundan dolayı bana bir çocuk gönder de sihri ona öğreteyim, dedi.

O da, ona sihri öğretmek için kendisine bir çocuk gönderdi. Çocuk, yola koyulduğu vakit bir rahibe rast geldi. Hemen yanına oturarak, konuşmasını dinledi ve beğendi.

Artık sihirbazın yanına giderken rahibe uğrar, yanında otururdu. Sihirbaza geldiğinde ise, sihirbaz kendisini döverdi. Çocuk bunu, rahibe şikayet ederdi.

Rahip, şunu söyledi:

__ Sihirbazdan korktuğun vakit, ‘beni, ailem salmadı.’ de! Ailenden korktuğun vakit, ‘beni, sihirbaz salmadı’ deyiver!

Çocuk, bu minval üzere devam ederken, büyük bir hayvanın üzerine geldi. Bu canavar, insanları hapsetmişti.

(Çocuk, kendi kendine:)

__ Sihirbaz mı efdal, yoksa rahip mi bugün anlayacağım, dedi.

Ve bir taş alarak:

__ Allah’ım, eğer rahibin işi, senin indinde sihirbazın işinden daha makbul ise, bu hayvanı öldür de insanlar işlerine gitsinler, dedi.

Ve taşı attı, hayvanı öldürdü. İnsanlar işlerine gittiler. Bu olaydan hemen sonra rahibe gelerek (olayı) ona haber verdi.

Rahip, ona:

__ Ey oğulcuğum, bugün sen, benden daha faziletlisin! Senin halin, gördüğüm raddeye ulaşmış. Sen, muhakkak imtihan olunacaksın. Şayet imtihan olunursan, benim nerede olduğumu söyleme, dedi.

Çocuk, körlerle, abraşları düzeltiyor, sair ilaçlardan insanları tedavi ediyordu. Derken hükümdarın maiyyetinde bulunanlardan kör olmuş birisi, bunu işitti. Ve kendisine birçok hediyeler getirerek:

__ Eğer beni düzeltebilirsen, şuradaki şeylerin hepsi senin olsun! dedi.

Çocuk:

__ Ben, hiçbir kimseyi düzeltemem. Şifayı ancak Allah verir! Eğer sen, Allah’a iman ediyorsan, ben Allah’a dua ederim. O da şifa verir, dedi.

Adam Allah’a iman etti. Allah da şifasını verdi. Daha sonra hükümdarın yanına gelerek eskiden oturduğu gibi oturdu.

Hükümdar, ona:

__ Senin gözünü kim iade etti? diye sordu.

Adam:

__ Rabbim! cevabını verdi.

(Hükümdar:)

__ Senin, benden başka Rabbin var mı? dedi.

(Adam:)

__ Benim Rabbim de, senin Rabbin de Allah’tır, cevabını verdi.

Bunun üzerine hükümdar, onu tutukladı. Kendisine işkence yapmaya başladı. Nihayet o adam, çocuğun yerini söyledi. Çocuğu da getirdiler.

Hükümdar, ona:

__ Ey oğlum; sihrin, körleri düzeltecek ve şöyle şöyle yapacağın dereceyi bulmuş, dedi.

Çocuk:

__ Ben, hiç kimseyi düzeltemem. Şifayı veren ancak Allah’tır! dedi.

Bunun üzerine hükümdar, onu da tevkif etti. Ona, işkence yapmaya başladı. Nihayet çocuk, rahibin yerini söyledi. Rahibi de getirdiler. Kendisine:

__ Dininden dön! denildi.

O, razı olmadı. Derken hükümdar, bir testere istedi ve onu başının ortasına koyarak yardı. Hatta iki parçası yere düştü. Sonra çocuk getirildi. Ona da:

__ Dininden dön! denildi.

Fakat o da kabul etmedi…” (Müslim)

Bu genç, rahibin yönlendirmesiyle imanını ve davetini gizlemiştir. Davet onların istekleri dışında yayılmıştır. Adam işkenceye dayanamadığı için genci, genç işkence sonunda rahibi göstermiştir. Bu da içinde bulundukları şartlar nedeniyle davette gizliliği esas aldıklarını gösterir.

Aynı yöntemi kısmen (Burada ‘kısmen’ ifadesi kullanmamız kasıtlıdır. Çünkü hakkı gizlemeden seçici bir davet yapmakla hakkı gizlemek ve tevhidi anlatmamak, birbirinden farklı şeylerdir. Davette gizli dönemden kast edilen de budur. Bazılarının gizlilik dönemini; hakkı saptırmak, müşrikler gibi yaşamak, onların Allah’ın dışında ibadet ettikleri ilahlara ibadet ve saygı olarak anlamaları yanlıştır. Bugün içinde yaşadığı şirk toplumunun en büyük putu olan demokrasiyle İslam’a hizmet ettiklerini zannedenler bunu ‘gizlilik dönemi’ olarak isimlendiriyor. Yine kavimlerinin putlarına gösterdikleri saygı törenlerinde onlarla beraber olmaya, tağutlarının helak yıl dönümünde onlarla beraber yas tutmaya, İslamî yönetimin kaldırılıp yerine küfür nizamının kurulduğu günü bayram olarak kutlamalarına ‘gizlilik dönemi’ diyorlar. Hiçbir Peygamber gizlilik döneminde müşriklerle beraber Allah’a şirk koşmamıştır. Onların ilahlarını tazim etmemiş, kendinden önce var olan Peygamberlere olan düşmanlıklarını onlarla beraber bayram edinmemiştir. Gizlilik, davette seçici olmak ve belli bir taraftar kitlesine ulaşıncaya kadar dikkatli davranmaktır. Yoksa gizlilik müşrikleşmek değildir.) Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem davetinde de görürüz. O sallallahu aleyhi ve sellem davetinin ilk yıllarında seçici davranmış ve davetini kontrollü bir şekilde yaymıştır. Belli bir taraftar sayısına ulaşmadan Kureyş’i karşısına almak istememiştir. Onun Kureyş’in bilgisi dışında Taif’te destek araması da böyle anlaşılmalıdır. Açıktan onlara muhalefet etmekten sakınmış, plan ve programını onlara belli etmeden icra etmiştir.

Daveti bizlere Kitap ve Sünnetle anlatılan bazı Peygamberler ise ilk günden açıktan hareket etmişlerdir. Yukarıda örnekleri verilen İbrahim, Musa ve diğer Peygamberler aleyhimusselam geldikleri gibi kavimlerinin karşısına dikilmiş, açıktan meydan okumuşlardır.

Bunun gibi bir diğer mesele, tevhid davetinin yanında gündeme getirdikleri konulardır. Her Peygamber, kavminin yaptığı haramları gündeme getirmiştir. Cahiliyye toplumları Allah’a şirk koştukları gibi O’nun hudutlarını da çiğnerler. Allah’ın subhanehu ve teâlâ haram kıldığı zahirî ve batınî münkerler onlarda vardır. Haramlar onlar için bir yaşam biçimidir. Ancak Peygamberlerin tevhidin yanında gündeme getirdikleri yasaklar farklıdır. En yaygın ve zararlı olanı öncelikle konu edinmişlerdir.

Lut aleyhisselam:

“Allah’ın sizler için yarattığı kadınları bırakıp erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Bilakis sizler haddi aşan bir kavimsiniz.” (26/Şuara, 165-166)

Şuayb aleyhisselam:

“Ölçü ve tartıda hile yapmayın hüsrana uğrayanlardan olursunuz.” (26/Şuara, 181)

Musa ve Harun aleyhimusselam:

“Ona gidin ve deyin ki: ‘Biz sana gönderilmiş Allah’ın elçileriyiz. İsrailoğulları’nı bizimle beraber gönder ve onlara azap etme. Biz sana Rabbinden ayetlerle geldik. Selam hidayete uyanlara olsun.’ ” (20/Taha, 47)

Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem davetini Cafer radıyallahu anh, Necaşi’ye şu sözlerle anlatmıştır:

‘Ey hükümdar! Biz cahil bir millet idik. Putlara tapardık, ölmüş hayvan leşini yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münasebetlerimizi keser, komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız, zayıf olanlarımızı ezerdi.

Allah subhanehu ve teâlâ bize; kendimizden, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar, biz bu vaziyette idik. O Peygamber bizi; Allah’ın subhanehu ve teâlâ varlığına ve birliğine inanmaya, O’na ibâdete, bizim ve atalarımızın tapınageldiği taşları ve putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emânete hıyanet etmemeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlaksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi menetti.’

Lut aleyhisselam tevhidî davetinin yanında cinsel sapkınlıkları konu edinmiş, Şuayb aleyhisselam onların ticaret ahlakına dikkat etmelerini istemiş, Musa aleyhisselam ezilen ve hakları gasp edilmiş bir halkın özgürlüğünü talep etmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem cahiliyyenin en koyu döneminde geldiği için birden fazla münkere dikkat çekmiş, onları arındırmak istemiştir.

Yine mücadeleleri Kur’an ve Sünnet’e konu edinilen Peygamberlerin davetlerini insanlara ulaştırmak ve onların dikkatlerini çekmek için kullandıkları vesileler de farklıdır.

İbrahim aleyhisselam yıldızlarla Allah’a şirk koşmanın yaygın olduğu bir dönemde, onlara yıldızların ibadete layık olmadığını gösteren bir tartışmayla tevhidi anlatmış; putları fiili olarak kırarak, onların fayda ve zarar vermediğini onlara göstermiştir.

“Böylece İbrahim’e -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: ‘Bu benim rabbimdir.’ Fakat (yıldız) kayboluverince: ‘Ben kaybolup gidenleri sevmem’ demişti. Ardından ayı (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: ‘Bu benim rabbim’ demiş, fakat o da kayboluverince: ‘Andolsun’ demişti, ‘Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum.’ Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: ‘İşte bu benim rabbim, bu en büyük’ demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım. Gerçek şu ki; ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.’ ” (6/En’am, 75-79)

Musa aleyhisselam gücün ve sihrin yaygın olduğu bir ortamda önce gücün kaynağı olan Firavun’un karşısına çıkmış ve onun acziyetini insanlara göstermiştir. Sonra bilginin kaynağı olan sihirbazların karşısına çıkmıştır. Allah subhanehu ve teâlâ ona zahiri sihre benzeyen bir mucize vermiş ve bu vesileyle hakla batılı açığa çıkarmıştır.

“Dedi ki: ‘Ey Musa, sen bizi sihrinle yurdumuzdan sürüp çıkarmaya mı gelmiş bulunuyorsun? Madem böyle, biz de sana buna benzer bir sihirle geleceğiz; şimdi bir buluşma zamanı ve yeri tespit et, bizim de senin de karşı olamayacağımız; açık, geniş bir yer olsun’ dedi. (Musa) dedi ki: ‘Buluşma zamanımız, (ülkenin ulusal) bayram günü ve insanların toplanacağı kuşluk vakti (olsun).’ … ‘Ey Musa’ dediler. Ya sen (asanı) at veya önce biz atalım.’ Dedi ki: ‘Hayır, siz atın.’ Sonra hemen (ne görsün) sihirlerinden dolayı ipleri ve asaları kendisine gerçekten koşuyormuş gibi göründü. Musa, bu yüzden kendi içinde bir tür korku duymaya başladı. ‘Korkma’ dedik. ‘Muhakkak sen üstün geleceksin. Sağ elindekini atıver, onların yaptıklarını yutacaktır; çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa kurtulamaz.’ Bunun üzerine büyücüler secdeye kapandılar: ‘Harun’un ve Musa’nın Rabbine iman ettik’ dediler.” (20/Taha, 57-70)

İsa aleyhisselam tıbbın yaygın olduğu bir dönemde hastaları iyileştirerek şifanın ve onunla beraber herşeyin Allah’tan olduğuna dikkat çekmiştir.

“İsrailoğulları’na elçi kılacak. (O, İsrailoğulları’na şöyle diyecek:) ‘Gerçek şu; ben size Rabbinizden bir ayetle geldim. Ben size çamurdan kuş biçiminde bir şey oluşturur, içine üfürürüm, o da hemencecik Allah’ın izniyle kuş oluverir. Ve Allah’ın izniyle doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüyü diriltirim. Yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber veririm. Şüphesiz, eğer inanmışsanız bunda sizin için kesin bir ayet vardır.” (3/Âl-i İmran, 49)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şiirin ve hitabetin revaçta olduğu bir topluma Kur’an gibi belağatı düşmanları tarafından kabul edilmiş güçlü bir sözle geldi. Onların dikkatini tevhide çekti.

Örneğin, O sallallahu aleyhi ve sellem İbrahim’den aleyhisselam daha güçlü olduğu ve korunduğu halde, onların putlarını kırmadı. Onun kavminde putperestlik daha yaygındı. Onların dikkatini çekmek istediğinde atalarının sapıklığına değindi. Çünkü onların putlara olan bağlılığı putlar hakkındaki inaçtan değil, atalarının masum olduğuna inanmalarındandı. İbrahim’in kavminde ise putçuluk daha ziyade inanç esaslıydı. Bundan dolayı biri putları, bir diğeri ataları taklidi baltaladı.

Buraya kadar anlattıklarımızdan; Peygamberlerin esas konularının tevhid olmasıyla beraber üslup, gizlilik açıklık, vesileler, muhatap kitlesi olarak farklılık arz ettiklerini gördük. Onların bu anlamdaki menhecleri ve hareket metodları farklıydı. Diyebiliriz ki;

Aynı akideye sahip olan, tevhidin esaslarında müttefik, şirkten ve ehlinden beri olan İslamî yapıların bazı hareket metodlarında ihtilaf etmeleri normaldir. İçinde yaşanılan bölge, kültür, toplumda revaç bulan şeyler, kullanılmaya müsait vesileler, muhatap kitlesinin seviyesi, bölgenin siyasi yapısı; vakıadan vakıaya farklılık arz edebilir. Böyle olunca da hareketlerin bu anlamdaki metodları farklı olabilir. Türkiye’nin doğusu ve batısı, güneyi ve kuzeyi arasındaki farklar dahi çok barizdir. Aynı ülkenin sınırları içinde farklı bölgelerin insan yapısı, kültürel ve siyasî durumu dahi çok farklıdır. Bir toprakta dahi durum buyken, farklı kıta ve coğrafyalarda hareket eden Müslümanların hareket metodlarının farklılık arz etmesi gayet normaldir. Burada ölçü;

Tevhidin esaslarına inanmada, şirkten ve ehlinden itikadî ve amelî olarak beri olmada ve cahiliyye toplumlarında daveti tevhid ve şirk merkezli yapmada birlik olmalıdır. Bu noktalarda yaşanan ihtilaf, menhecî değil akidevî bir ihtilaftır. Sahiplerinin, İslam-küfür ihtilafı kapsamında ele alınmasını gerektirir. Bu noktalarda ittifak eden Müslüman cemaatlerin; gizlilik ve açıklık hususunda, davetin üslubundaki sertlik ve yumuşaklık noktasında, seçici davet ve kitlesel davet konularında, tevhidin yanında konu edinecekleri münkerler hakkında ihtilaf edip farklı menheclere tabi olmaları normaldir.

Bu konuya dair vereceğimiz bazı örnekler konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Diktatörlükle yönetilen bir ülkeyle, demokrasinin tatbik edildiği ve fikir hürriyetinin bulunduğu bir ülkede var olan iki hareketin, menhecî bir takım ihtilaflarının olması gayet normaldir.

Diktatörlük olan ülkede hareket, gizliliğe dikkat edecektir. Çünkü bu tip ülkelerde muhalif seslere kesinlikle müsade edilmez. Diğerinde ise hareket, bazı konularda gizlilik ilkesine riayet etse de daha açık hareket eder.

Birinde, hareketin kullandığı dil çok daha yumuşak olacaktır. Yönetim muhalif olanları rahatça öldürüp, uzun yıllar kimsenin haberi olmadan zindanlarda tutabiliyor. Hem fertlerini korumak, hem de hareketin genel güvenliği açısından yönetimin tuğyanına açıktan dil uzatmazlar. Diğer ülkelerde ise yönetime, demokrasiye, başta bulunanların tuğyanına dair çok açık sözler sarf edilebilir. Çünkü bunlar, demokratik ülkelerde fikir hürriyeti kapsamında ele alınır.

Birinde cemaatin karşılaştığı bu zorluklar nedeniyle bireyleri daha samimi ve olgundur. Çünkü musibetler hakiki dava adamı yetiştirir. Zorluk zamanında nifak olmaz. İnsanlar bu tip hareketlere katıldıklarında başlarına gelecek olanı bilirler. Ancak rahatlığın olduğu yerlerde samimiyet ve olgunluk daha azdır. İnsanlar söylediklerinin bedelini ödemeyince şahıslar iddia aşamasında kalırlar. Bundan dolayı imtihanlar esnasında iki taifenin duruşu ve sebatı bir olmaz.

Birinde hareket kenetlenmiştir. Emir, itaat ve cemaat şuuru çok belirgindir. Bireysel hareket tarzına neredeyse hiç rastlanmaz. Çünkü bu İslam’ın emridir. Bunun yanında bu ortam, bu İslami emrin en rahat tatbik alanıdır. Dışarıdan saldırı ve baskı arttıkça insanlar içeriden kenetlenir. Diğer ülkede ise dışarıdan saldırı nadir olduğundan kenetlenme istendiği oranda olmaz. Cemaatsel kavramlar teorik olarak kabul edilse de pratikte hakkıyla tatbiki zordur.

Bunun gibi daha birçok kıyaslama yapılabilir. Bu tip farklılıklarda Müslümanların birbirine anlayış göstermesi gerekir. Birinin diğer kardeşlerinin menhecini katı, gizli ve sert bulması; bir diğerinin kardeşlerini gevşeklik ve samimiyetsizlikle etiketlemesi doğru değildir. Bu durumlar vakıanın ve şartların oluşturduğu genel durumlardır. Bir ülke sınırları içinde dahi bu gözlemlenebilir. Türkiye’nin doğusunda, yıllarca devam eden çatışma süreci ve saldırılar o bölgenin Müslümanlarını daha siyasî ve gizli kılmıştır. Bölgedeki siyasî doku sokaklara dahi yansımıştır. Sokaklar adeta insanlara siyaset öğreten okul görevi görmektedir. Aynısını batı için söylemek pek mümkün değildir. Bu vakıa farklılığından kaynaklı olarak doğu ve batı Müslümanları arasında bariz farklar bulunmaktır. Bireyler ve yeni oluşmakta olan tevhidî yapılarda, bölgenin siyasî izlerinin bulunması gayet normaldir. Onların batıda yetişmiş kardeşlerine bakış açışı veya batıda yetişmiş Müslümanların onlara bakışı bu zaviyeden olursa, meşru olan bu farklılık zenginliğimiz olur. Aksi halde vakıa farklılığı nedeniyle kaçınılması mümkün olmayan bir durum, ihtilaf sebebi olur.

Bunun bir örneği de cihad meydanlarında çokça vuku bulan bazı ihtilaflardır. Ki bunun başında: savaş esnasında müşriklerden veya bidat taifelerinden yardım alma’ meselesi gelir. Allah Rasûlü’nün uygulamaları farklı farklı olduğu için, sonrasında ulema bu konuda ihtilaf etmiştir.

a.

“Bedir günü kahramanlığıyla meşhur bir adam Allah Rasûlü’ne geldi. Sahabe onu görünce çok sevindi. ‘Ben seninle savaşıp ganimet olarak aldığın mallardan almaya geldim.’ dedi. Allah Rasûlü: ‘Sen Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyor musun?’ diye sordu. Adam ‘Hayır’ cevabı verdi. Rasûl: ‘Git, ben müşriklerden yardım almam’ dedi.”

Bu hadisle, asıl olan onlardan yardım almamaktır, derler. Bununla beraber bu hükmün illetlerini zikrederler. Kafirlere güven olamayacağı, bunun safları kirletip Allah’ın yardımına engel olabileceğini söylerler.

b.

“Sizler ve Rumlar sulh yapacak ve arkanızda olan düşmanla beraberce savaşacaksınız.” (Ahmed, Ebu Davud) demesi ve benzeri naslarla müşriklerden yardım almanın caiz olduğunu söylerler.

c.

-Yardım alınacak Müslümanların bulunmaması.

-İmamın yardım alacağı kafirlere güvenmesi.

-Emirleri veren ve kontrolü sağlayanın Müslümanlardan olması.

Önceki yazılarımızda zikrettiğimiz gibi; ihtilaf anında mutlak serbestiyet söz konusu değildir. Mutlaka tercih yapılmalıdır. Bununla beraber ihtilaf, delile ve farklı uygulamalara dayalı bir ihtilafsa bunu meşru ihtilaf olarak değerlendirmek gerekir. Siz bu konuda tercihinizi yapabilirsiniz. Ancak tercihi sizden farklı olan ve bu konuda farklı bir menhece sahip olan kardeşlerinizi kınayamazsınız. Evet, nasihat edebilir, bu tercihin zararlarını yazılı ve sözlü aktarabilir, kendinizi ve etbaınızı bu durumdan korumak için çaba gösterebilirsiniz. Ancak İslam’da meşru ihtilaf kapsamında olan bir durumu, İslam dışı bir ihtilaf olarak göremezsiniz.

Cihad bölgelerinde bazı saflarda dininden ve ahlakından razı olunmayan insanlar görebiliriz. Şayet bu durum sancak sahiplerinin bu insanları Müslüman görmesinden veya vela bera hukukunu önemsememesinden kaynaklanıyorsa bu akidevî bir ihtilaftır. Bunu inkar etmek ve karşı çıkmak tevhid sınırlarını müdafaa etmek babındandır. Ancak bu durum müşrikten yardım alma konusunda varolan ihtilaftan kaynaklanıyorsa, bunu inkar etmek doğru değildir. Nasihat etme hakkına sahip olsak da karşı çıkmak ve bunu düşmanlık gerektiren ihtilaf kapsamına almak, fıkıhsızlık örneği olur.

Faydanın tamamlanması ve yazıyı nihayete erdirmeden, menhec farklılığı meselesinde birkaç hususu hatırlatmanın faydalı olacağına inanıyorum.

İslam davasına hizmet ederken bir metoda tabi olacak, bir menhec üzere hareket edeceğiz. Bu durum bizleri başkalarının metodlarını karalamaya, küçümsemeye götürmemelidir. Farklı metod ve yöntemlerin sahada ciddi faydaları vardır. İslamî bir otoritenin bulunmadığı yerlerde toplayıcı bir menhecin olması mümkün değildir. Çünkü insanları bir araya toplayacak tek unsur, otorite ve devlettir. Teorik olarak da, pratikte de devlet olmadan tüm Müslümanları bir çatı altında toparlayabilmiş bir hareket mevcut değildir. Bundan dolayı sahada bulunan ve menhecini, ehil insanların belirlediği farklı menheclerin iyi taraflarını görmeliyiz. Ta ki ihtilaf ve ayrılık nedeni olmasın. Bazen bir yapının ciddiyeti ve kaideleri ciddi ve samimi insanları topladığı gibi, bu seviyede olmayan insanları toplamasına engeldir. Bu konuda daha esnek hareket eden diğer bir yapı da, bu insanları toparlayabilir. Kısa vadede sizin sıkıntı olarak gördüğünüz esneklik, uzun vadede İslam’a ve Müslümanlara faydalar sağlar. Piyasada kalan ve her türlü yönlendirmeye açık olan insanlar, bu şekilde kontrol altına alınır. Bu hem hareketler için, hem de bireyler için hayırdır. İslamî otoritenin olmadığı yerlerde en ciddi sıkıntı, İslamî hareketlerin başka eller tarafından yönlendirilmesidir. Daha açık bir ifadeyle; başkalarının hedefleri doğrultusunda farkında olmadan kullanılmasıdır. Bu genelde kontrolsüz ve başıboş bireyler üzerinden sağlanır. Bir bireyin yapacağı bir hata, onun gibi düşünen, aynı değerlerden beslenen tüm Müslümanlara mal edilebilir. Bu da hareketlerin hem güvenlik açısından, hem de ilerleme açısından ciddi zararlara uğramasına sebep olur. Bundan dolayı başıboş ve kontrolsüz bireyler, pimi çekilmiş ve patlamaya hazır bomba konumundadırlar. Nerede nasıl bir hatayla Müslümanlara zarar verebilecekleri kestirilemez. Bunları toparlayacak, İslamî terbiye ve eğitim sınırları içine alacak; farklı menheclere sahip hareketlere ihtiyaç vardır.

Bir başka mesele de;

Hareketler, içinde bulundukları vakıaya göre eğitim materyalleri üretir ve fertlerini yönlendiriler. Yazılanlar ve konuşulanlar kendi vakıalarının ihtiyaçlarına ve fertlerinin eğitim seviyesine göredir. Bunları kontrolsüz bir şekilde tercüme etmek, başka vakıalarda eğitim programı kılmak doğru değildir. Bu, hareketlerle kendi vakıaları arasında kopukluk oluşturur. Özellikle imkanların genişlemesiyle beraber bu sıkıntı iyice hissedilir oldu. Başka coğrafyada yaşayan alimlerin kitapları veya bazı videoları Türkçe’ye kazandırıldı. Vakıa farklılığından kaynaklı olarak anlaşılmayan veya ilmi seviyeden dolayı tam idrak edilmeyen meseleler oldu. Bu bazılarını; Müslüman kardeşlerini reddetmeye, kimini de ameline şirk veya bidat bulaştırmaya kadar götürdü. Her hareket kendi eğitim metaryallerini ve hareket metodunu nassın yönlendirmesi ve vakıanın gereklerine göre belirlemelidir. İthal menhec ve eğitim metoduyla hareket etmek doğru olmadığı gibi sağlıklı da değildir. Genelde insanlar yeniliğe meyyaldir. Gördükleri ve duydukları yeni şeyler onlara cazip gelir. Ancak zaman içinde bu yenilikler vakıayla uyuşmayınca çelişki başlar. Çelişki ise sahih akidenin de, salih amelin de temel dinamiği olan yakine zıttır. İkisinden birini mutlaka zedeler.

Rabbimden temennim bu yazı dizisini bizler için hayra vesile kılmasıdır. Doğrular Allah’tan ve Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem pak sünnetindendir. Yanlışlar bilgimin eksikliğinden, nefsimden ve şeytandandır.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver