İhtilaf Fıkhı – 6 Fıkıh İmamlarının İhtilafı ve Sebepleri

Allah’ın adıyla…

Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd, Rasûlü’ne sâlat ve selam olsun.

İhtilaf fıkhı başlıklı yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Son yazımızda fıkhî ve ameli alanda vuku bulan ihtilaflara değinmeye çalışmıştık. Alimlerin ihtilaf sebeplerini ve bunları bilmenin faydalarından söz etmiştik. Birçok alimin bu konuda müstakil eser verdiğini, kimisinin usül kitaplarının ilgili bölümlerinde bu konuya değindiğini zikrettik. Bu yazımızda fıkıh konusunda yaşanan ihtilafların sebeplerine değineceğiz. Aynı zamanda bu esbaba dayalı olarak vuku bulan ihtilafın İslam’ın kabul edip genişlik tanıdığı ihtilaf cinsinden olduğunu da anlamış olacağız.

1. Usül kaidelerinde vuku bulan ihtilaf

Usül, adından da anlaşılacağı üzere asıldır. Şer’i hükümler onun üzerine bina edilir. Şeriatın aslı olan Kur’an ve Sünnet’e alimler yaklaşırken, bir usül çerçevesinde yaklaşırlar. Doğal olarak usülde ihtilaf eden fukaha, şer’i hükümlerde de ihtilaf edecektir.

Bunun için en uygun örnek ’emir ve nehiy kalıplarının delaleti’ meselesidir. Tüm ulema İslam’ın esası olan Kitap ve Sünnet’in delil olduğunda ittifak halindedirler. Delil olan naslarda, Allah ve Rasûlü’nün bize yönelttiği emirler ve yasaklar vardır. ‘Bunları gördüğümüzde ne anlamalıyız?’ sorusuna, her alim farklı cevaplar vermiştir. Cumhuru fukaha ve Zahiriler arasında yaşanan ihtilaf, bu soruya verdikleri cevapta da saklıdır.

Cumhur ulema, emir ve nehyi varid olduğu konuya göre ele almışlardır. İbadetlerde vuku bulan emirleri vacip, adap babında vuku bulanları ise irşad olarak kabul etmişlerdir. Allah’ın veya Rasûlü’nün ibadetlerle ilgili emirlerini kesin olarak anlamış, adap babından olanlarını da müstehap kabul etmişlerdir.

Ancak Zahiriler bu ayrımı kabul etmediklerinden, cumhurun ‘müstehaptır’ dediği bir çok hükme ‘vaciptir’, terki ise ‘haramdır’ demişlerdir.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisinde:

“Sağ elinle ye ve önünden ye.” (Buhari) buyurmuştur.

Burada zikredilen ‘sağla yeme’ emredilmiştir. Cumhur, sağla yemeyi sünnet kabul eder. Çünkü bu emrin varid olduğu yer, adap babıdır. Zahiriler bu ayrımı yapmadıklarından, bu hükme vacip demişlerdir.

Başka bir hadisinde Rasûl sahabeye emretti:

“Cenazeyi kaldırmada acele ediniz. Şayet salih biriyse onu hak ettiği hayra ulaştırmış olursunuz. Salih biri değilse de bir an önce o şerden kurtulmuş olursunuz.” (Buhari, Müslim)

Cumhuru ulema bunu adap babından sayar ve müstehap der. İbni Hazm rahimehullah ise bunu vacip görmüş ve bu emre uymayanları veya bu emre müstehap diyenleri ağır bir dille kınamıştır.

Nehiy de bunun gibidir. Cumhuru ulema her yasağı aynı kategoride ele almamıştır. İbadetlerde varid olan yasakların kesinlik ifade ettiğini söylerken, insanların kendi aralarındaki sözleşmelerde, nehyi sınıflara ayırmışlardır. Meselenin özü ve temelinde vuku bulan nehyi kesin olarak değerlendirmiş ve sözleşmeleri geçersiz saymışlardır. Ancak bunun dışında kalanlarıysa riayet edilmesi gerekmekle beraber, sözleşmeleri iptal etmeyen yasak olarak değerlendirmişlerdir. Zahiriler ve kısmen hadis ehli bu konuda farklı tutum izlemiştir. Varid olan nehiyleri mutlak olarak ele almış, bu nehiyleri işleyenleri günahkar, amellerini geçersiz saymışlardır.

Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yasakladığı çoğu alışveriş türü bu cinstendir.

“Dışardan gelen satıcıları karşılamayın, şehirli olan dışardan gelenin malını satmasın.” (Piyasayı bilmeyen bedevi köylülerin kandırılmaması içindir.Şehrin girişinde tüccarlar onu aldatıp malını değerinden çok düşük fiyata alabilirler. Ancak şehre girmesi ve piyasayı müşahade etmesi durumunda aldatılma riski azalır.) (Buhari)

“O neceş alıverişini (malı satmak için övmeyi ve fiyatı arttırmayı) yasakladı.” (Buhari)

“Sizden biri kardeşinin anlaştığı mal üzere alışveriş yapmasın.” (Buhari)

Cumhur bu ve benzeri yasakları sözleşmenin aslından saymamıştır. Yapılmaması gerektiğine vurgu yapmakla beraber alışverişi geçerli saymışlardır. Ancak Zahiriler burada farklı tutum izlemiş ve cumhurla ihtilaf etmişlerdir.

Bunun bir örneği de kıyas meselesidir. Kıyası hiç kabul etmeyenler (Zahiriler), geniş anlamda kabul edenler (Hanefiler ve rey ehli) ve dar anlamda kabul edenler (Cumhur) olarak alimler üçe ayrılmışlardır.

Buna binaen ihtilaflar vuku bulmuştur. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem döneminde şöyle bir hadise yaşandı:

Biri:

“__ Ey Allah’ın Rasûlü, helak oldum! dedi. Rasûlullah,

__ Seni helak eden şey nedir?, diye sordu. O kimse,

__ Ramazanda hanımımla cinsel ilişkide bulundum, dedi. Peygamber,

__ Bir köle azad edecek bir şey bulabilecek misin?, buyurdu. Adam,

__ Hayır, dedi. Rasûlullah,

__ İki ay peş peşe oruç tutabilecek misin?, diye sordu. Adam yine,

__ Hayır, dedi. Peygamber,

__ Öyleyse altmış fakiri doyuracak bir şey bulabilecek misin?, buyurdu. Adam yine,

__ Hayır, dedi. Sonra o adam oturdu. Derken Peygamber’e içinde hurma dolu bir zembil getirildi. Rasûlullah, o adama,

__ Bunu al da birilerine sadaka olarak ver, buyurdu. Adam,

__ Bizden daha fakir bir kimseye mi vereceğim? Medine’nin karataşlı iki tarafı arasında buna bizden daha muhtaç bir aile yoktur, dedi. Bunun üzerine Peygamber güldü, hatta yan dişleri göründü. Sonra o adama,

__ Haydi git, bunu ailene yedir, buyurdu.” (Buhari)

Bu hadis Ramazan günü eşiyle beraber olanın kefaretini anlatmıştır. Fukaha yine orucu bozan yeme ve içme vuku bulduğunda, cezanın ne olacağında ihtilaf etmiştir.

İmam Malik ve Ebu Hanife rahimehumullah bu hadise kıyas yaparak aynı kefaretle cezalandırılacağını söylerler.

İmam Ahmed ve hocası İmam Şafii rahimehumullah kıyası kabul etmelerine rağmen birinci görüşü savunmamışlardır. Onlar sadece bir gün kaza tutar demişlerdir. Çünkü kıyası kefaretlerde kabul etmemiş veya cinsel münasabet için zikredilen kefaretin illetini yeme ve içmeye uygun görmemişlerdir.

Zahiriler ise kıyası kabul etmediklerinden, bu kefaretin sadece cinsel ilişkiye özel olduğunu söyler, yeme içmeyi buna dahil etmezler.

Bunun gibi usül kaidelerinde vuku bulan her ihtilaf şer’i ahkama da yansımıştır.

2. Konu hakkındaki delilin alime ulaşmaması

Bir konu hakkında özel veya genel delil vardır. Hakkında özel delil bulunmayan konularda genel anlam ifade eden delillere yönelinir. Bazı konular hakkında özel delil olmasına rağmen o delil alime ulaşmayabilir. Doğal olarak da alim genel anlam ifade eden naslara başvurur. Buna binaen konuyla alakalı özel delile ulaşan alimle, bu delilden haberdar olmayan alimin varacakları netice birbirinden farklı olacak, yani ihtilaf edeceklerdir.

Bu sebep daha ziyade Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem sünnetinin mütevatir seviyesine ulaşmayan ahad rivayetlerinde vuku bulmuştur. Rivayetler tedvin edilip, hadis kitapları yaygınlaşmadan, alimler yaşadıkları bölgelere göre bazı rivayetlerden habersiz kalabiliyorlardı. Özellikle hadisleri rivayet eden sahabeler farklı bölgelere görevli olarak gittiler. İnsanlar, birinin rivayetlerinden haberdar olup, kalan sahabelerin rivayetlerinden mahrum kaldılar. Bu konuda en geniş bilgiye sahip olanlar Hicaz ehliydi. Sahabelerin bir çoğu o bölgede kaldıkları için Allah Rasûlü’nün sünneti yaygındı. Kufe ehli, Ali ve İbni Mesud radıyallahu anhuma gibi sahabelerin rivayetlerini öğrenmişlerdi. Yemen ve civarı, Muaz bin Cebel, Ebu Musa El-Eşari radıyallahu anhuma gibi sahabelerin rivayetlerinden istifade etmişlerdi.

Bu durum sahabe arasında da yaşanabiliyordu. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yanında kalmalarına rağmen bazı olaylara bazısı şahitlik ediyor, bir kısmı olaydan ve Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem hükmünden haberdar olamayabiliyordu.

Bir gün Ebu Bekir’e radıyallahu anh yaşlı bir kadın gelerek mirastan kendisine pay verilmesini istedi. Ebu Bekir de radıyallahu anh:

” ‘Senin bu isteğin hakkında Allah’ın kitabında bir şey yoktur. Rasûlullah’ın sünnetinde de bu konuda bir şey bilmiyorum. Siz dönünüz ben insanlara sorayım.’ dedi. Sonra durumu araştırdı. Muğire b. Şu’be: ‘Peygamber’in onun durumunda olana altıda bir verdiğini gördüm’ demesi üzerine, Ebu Bekir: ‘Seninle birlikte bu haberi işiten var mı?’ diye sorar. O zaman Muhammed b. Mesleme de onun benzerini söyleyince Ebu Bekir kadına altıda bir miras verir.” (Ebu Davud, Muvatta.)

Ebu Bekir radıyallahu anh sürekli Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem yanında olmasına rağmen bu hükümden haberdar değildir. Buna bağlı olarak da genel naslara dönmüştür. Ve Kur’an ayetlerinde nineye pay verilmediği için, kadının hakkı olmadığını düşünmüştür. Sahabeden Allah Rasûlü’nün hükmüne şahitlik edenler onu uyarınca, özel delile göre hüküm vermiştir.

Sahabe arasında vuku bulan bu ve benzeri hadiselerin sonradan gelen fukaha arasında vuku bulması gayet normaldir.

Yine İmam Buhari ve Müslim’in İbni Abbas’tan radıyallahu anh naklettiği bir vakıa, bazı konularda sahabelerin bazı hükümlerden haberdar olmadığının kanıtıdır.

“Ömer, Şam’a çıkıp Serğ mevkiine varınca kendisini Ebu Ubeyde b. El-Cerrah gibi ordu komutanları ve arkadaşları karşıladılar ve ona Şam’da veba olduğunu söylediler. Önce muhacirle iştişare etti. Onlar farklı görüşler sundular.

‘Bana Ensâr’ı çağırın’ dedi. Onları çağırdım. Onlarla da istişare etti. Onlar da aynen muhacirler gibi çeşitli görüşler bildirdiler. ‘Haydi siz de gidebilirsiniz, bana Kureyş’in yaşlılarından Fetih muhacirlerinden olanları çağır!’ dedi. Onları da çağırdım. Onlar söz ve fikir birliği halinde, hatta aralarında iki kişi bile anlaşmazlığa düşmeden görüşlerini şöyle bildirdiler:

‘Orduyu veba bulunan yere sürüklemeni istemiyoruz, geri dönmeni hayırlı görüyoruz.’ Bunun üzerine Ömer şöyle seslendi: ‘Ben deveme binip geri dönüyorum, haydi hazırlanın!’

Hepsi dönmek üzere hazırlandılar. Ebu Ubeyde şöyle dedi: ‘Ey Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?’ cevap verdi:

‘Ey Ebu Ubeyde! Bunu keşke senden başkası söyleseydi!’ Çünkü Ömer ona muhalefet etmekten hoşlanmazdı. İlave etti: ‘Biz Allah’ın bir kaderinden, yine Allah’ın diğer kaderine kaçıyoruz. Vallahi, senin develerin olsa; bir tarafı otluk, öbür tarafi çorak olan bir vadiye inerlerse ve sen de onları tercihen otluk olan yerde otlatsan bu Allah’ın kaderiyle olmuş olmaz mı? Tutup onları çorak yere götürüp otlatsan yine bu da Allah’ın kaderiyle değil midir?’ O sırada bazı işleri için orada bulunmayan Abdurrahman b. Avf çıkageldi. Onların aralarındaki ihtilâfı duyunca, şöyle dedi:

‘Bu hususta benim bir bilgim vardır; Allah Rasûlü’nün, şöyle buyurduğunu duydum: ‘Bir ülkede veba olduğunu duyarsanız, oraya gitmeyin. Eğer veba olan bir yerde bulunursanız sakın oradan çıkmayın!’ Bunun üzerine Ömer, Allah’a hamdu senada bulundu ve sonra oradan ayrıldı.”

Fukaha arasında nassın ulaşmamasına binaen yaşanan ihtilafa örnek olarak şunu verebiliriz.

Mestler üzerine mesh yapma İslam’ın yolculara ve mukim insanlara tanıdığı ruhsatlardandır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem abdest alınıp giyildikten sonra mestler üzerine yolcunun üç gün, mukim olanın bir gün mesh yapabileceğini beyan etmiştir.

Ali radıyallahu anh Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem şöyle aktarır:

“Rasûlullah üç gün ile üç geceyi yolcuya; bir gün ile bir geceyi de evinde olana tahsis etti.” (Müslim)

Kendisine delil ulaşmadığı için Ömer radıyallahu anh ve ona tabi olarak fukahadan İmam Malik rahimehullah mestler üzerine mesh konusunda zaman kaydını kabul etmemişlerdir. Kişi dilediği kadar mesh edebilir demişlerdir. Sahabenin cumhuru ve fukahanın ekseriyeti bu özel delile ittiba ederek meshin müddetini rivayetlerde varid olduğu üzere kayıtlamışlardır.

Nesh edici delilin ulaşmaması

Bu, ayrı bir başlık olarak ele alınacak olabilse de bu maddenin altında incelenmesi daha uygundur. Bilindiği gibi Yüce Allah bir takım hükümleri, gözettiği bazı hikmetlerden dolayı sonradan kaldırmıştır.

“Biz neshettiğimiz veya unutturduğumuz bir ayetin yerine ya ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz. Allah’ın her şeye gücünün yettiğini bilmez misin?” (2/Bakara, 106)

Bunun en güzel örneği kıblenin değişmesidir. Yine Allah’ın helal olan içkiyi zamanla, farklı aşamalar neticesinde haram kılmasıdır.

Bazen değişen hükme dair son karar alime ulaşmaz. Doğal olarak ilk hükmün deliliyle amel eder. Bu sahabe arasında da vuku bulmuştur.

İslam’ın ilk yıllarında eşle yaşanan münasebette meni inzali olmadığı müddetçe gusül abdesti gerekmezdi. İmam Müslim Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem:

“Su (gusül) ancak su akması (meni) ile vacip olur” hadisini nakletmiştir. Ancak Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem daha sonra bu hükmü kaldırmış ve mücerred cinsi münasebetle meni gelmese dahi guslün vacip olduğuna hükmetmiştir. Sahabe bu konuda tartışınca Aişe annemize sormuşlar, o da onlara şu hadisi rivayet etmiştir:

“Erkek kadınla ilişkiye girdiğinde meni gelmese dahi gusül alması gereklidir.” (Buhari, Müslim)

3. Rivayetin subutuna inanmamak

Alimlerden birine Sünnet’in ulaşması yeterli değildir. O alime sahih yollarla ulaşmadığı takdirde onunla amel etmez. Bundan dolayı hadisleri sahih, hasen (amel edilebilir), zayıf (amel edilmez) diye kısımlara ayırmışlardır.

Sahabe arasında dahi bu olmuştur. Bazı sahabeler diğer arkadaşlarının rivayetleriyle ikna olmadıkları için rivayetin mucibince hüküm vermemişlerdir. Teyemmüm konusunda Ömer ve Ammar arasında yaşanan olay bunun örneklerindendir.

“Bir adam Ömer’e gelerek: ‘Ben cünüp oldum, su da bulamadım’, dedi. Ömer ona şöyle dedi: ‘Namaz kılma!’

Bunun üzerine Ammar, Ömer’e: ‘Ey müminlerin emiri! Hatırlamıyor musun? Biz bir seriyyede idik. Cünüp olmuştuk ve su da bulamamıştık. Sen namaz kılmamıştın. Ben ise toprakta yuvarlanıp namaz kılmıştım. (Sonra Rasûlullah’a gelip yaptığımı söylemiştim.) Rasûlullah bana: ‘Avucunla yere bir defa vurman, sonra avucunu üflemen, sonra iki elinle yüzünü ve ellerini mesh etmen, senin için yeterliydi.’ buyurdu. Bunun üzerine Ömer: ‘Allah’tan kork ey Ammar!’ dedi. Ammar: ‘İstersen bunu kimseye söylemem’, dedi. Bunun üzerine Ömer: ‘Aksine söyle, fakat sorumluluğu sana bırakırız dedi.” (Buhari, Müslim)

Fukaha da bu asla binaen ihtilaf ettiler. Örneğin, Ramazan orucunu unutarak yiyen ve içen birisinin durumu nedir? Bu soruya fukaha farklı cevaplar verdiler.

Cumhuru ulema bu konuda sahih olan rivayetlerle ‘orucunu tamamlamalı ve kaza tutmamalıdır’ demişlerdir.

“Kim oruçluyken unutarak yer ya da içerse orucunu tamamlasın. Çünkü Allah onu rızkıyla yedirmiş ve içirmiştir.” (Buhari, Müslim)

İmam Darekutni rahimehullah aynı hadisi:

“Onun üzerine kaza da yoktur” ziyadesiyle rivayet etmiştir.

Cumhur, unutarak böyle bir davranışta bulunanlar kınama almadıkları gibi kaza da tutmazlar demişlerdir. Maliki fukahası ise birinci rivayetle amel edip bu durumda insan şeriat nazarında kınanmaz. Ancak kaza tutar demişlerdir. Çünkü “Onun üzerine kaza yoktur” ziyadesi onların yanında sahih değildir. Maliki fukahasından Kurtubi rahimehullah: ‘Darekutni rivayeti ihtimal içermeyecek şekilde açıktır. Ancak mesele onun sıhhatindedir. Şayet sahih olmuş olsaydı onunla amel etmek vacip olurdu. Fakat sahih değildir’ (Fethu’l Bari) diyerek konuyu izah etmiştir.

Bunun bir örneği de sabah namazında okunan kunut meselesidir. Cumhuru ulema bu konuda rivayet edilen hadisleri zayıf kabul ettiklerinden amel etmemişlerdir. Maliki uleması ve Şafii fukahası bu rivayeti aldıklarından sabah namazında yapılan kunutu sünnetlerden saymışlardır.

Enes radıyallahu anh:

“Allah Rasûlü dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazında kunut yapmayı terk etmedi.” (Ahmed)

4. Ayet kıraatlerinde var olan ihtilaf

Kur’an kıraatlerinde var olan ihtilaf, ahkama da yansımış ve fukahanın ihtilafına sebep olmuştur.

Yemin veren biri yeminine bağlı kalmazsa kefaret ödemek zorundadır.

“Allah, sizi bilinçsiz olarak yaptığınız yeminlerden dolayı hesaba çekmez. Bilinçli olarak yaptığınız yeminlerden dolayı hesaba çeker. Yemininizi bozma karşılığı, kendi ailenize yedirdiğinizden on yoksulu doyurmaktır. Veya giydirmek ya da bir köleyi hürriyete kavuşturmaktır. Kim bunları bulamazsa üç gün oruç tutması gerekir. Bu, bozduğunuz yeminlerin kefaretidir. Yeminlerinizi tutun. Şükredesiniz diye Allah, ayetlerini işte böyle açıklıyor.” (5/Maide, 89)

Bu ayet İbni Mesud radıyallahu anh kıraatinde: “..Peş peşe üç gün oruç tutsun” şeklindedir.

Cumhuru ulema: ‘Allah mutlak olarak orucu farz kılmıştır. Bunun şekline sınırlama getirmemiştir. İster peş peşe isterse de ayrı günlerde oruç tutar’ demişlerdir.

Hanefi fukahası orucun peş peşe üç gün olması gerektiğini bu kıraatle şart saymışlardır. Ayırarak tutulan orucun kefaret yerine geçmeyeceğini söylemişlerdir.

5. Delilin tefsirinde anlaşmazlık

Konu hakkında ortak kabul gören bir delil farklı anlaşılabilmiştir. Bu Arap lugatının genişliği ve bir kelimenin birden fazla anlama gelmesinden kaynaklanır. Allah subhanehu ve teâlâ pak şeriatı için dillerin en geniş ve zengin olanını seçti. Şer’i kavramlar bu dilin kelimeleriyle belirlendi. Doğal olarak Arap dilinin içinde var olan ihtilaf kısmen naslara yansımış ve buna binaen fukaha ihtilaf etmiştir.

Boşanan kadının beklemesi gereken iddet müddetindeki ihtilaf bunun örneklerindendir.

“Boşanmış kadınlar üç kuru müddeti beklerler.” (2/Bakara, 228)

“Kuru” lafzı hem hayız için hem de temizlik için kullanılır. Araplar bu lafzı iki mana için de kullanmışlardır. Doğal olarak fukaha ihtilaf etmiştir. Temizlik dönemi anlamını alanlar üç temizlik müddeti geçirinceye kadar beklemeli derken, hayız anlamı verenler üç hayız dönemi iddetidir demişlerdir.

6. Delillerin çakışması ve tercih yollarında anlaşmazlık

Deliller arasında zahiren çakışma olabilir. Bu delilin kendinden değil insanların anlayışından veya rivayet edenlerin hatalarından kaynaklanır. Hâşa Allah ve Rasûlü çelişmeyeceği gibi, Kur’an’ın veya Sünnet’in kendi bütünlüğü içinde çelişmesi de düşünülemez. Bu tip durumlarda alimler bir metodla yaklaşmışlardır. ‘Zahirde zıtlık var, bu delillerle amel etmeyelim’ kolaycılığına kaçmamış; her delille amel etme gayreti içerisinde olmuşlardır. Bu naslara yaklaşırken izledikleri farklı yollar onların farklı neticeler elde etmesine sebep olmuş ve doğal olarak ihtilaf etmişlerdir. Ancak ilk usül kitaplarından başlamak üzere bu konuya ciddi önem verilmiştir. ‘Tearuz ve tercih’ başlığı altında tafsilatlı olarak konu incelemiştir.

Buna örnek olarak ihtiyaç giderirken Kâbe’ye ön veya arkanın dönülmesiyle alakalı hadisleri verebiliriz.Başta İmam Buhari ve Müslim olmak üzere bir çok hadis imamı Ebu Eyüb El-Ensari ve başka sahabelerden:

“Sizden biri ihtiyaç giderirken Kabe’ye önünü veya arkasını dönmesin.” hadisini nakletmişlerdir. Burada varid olan nehiy kesindir.

Ancak bununla beraber şu hadislerde naklolunmuştur.

İbni Ömer radıyallahu anh:

“Bir gün Hafsa’nın evinin üstüne çıktım. Allah Rasûlü’nün önü Şam’a arkası Kabe’ye dönük şekilde hacet giderdiğini gördüm.” (Buhari, Müslim)

Cabir radıyallahu anh:

“Allah Rasûlü bevl ederken kıbleye yönelmeyi yasakladı. Ancak ölmeden bir yıl önce onu yönelirken gördüm.” (Ebu Davud, Tirmizi)

Bu zahiri zıtlık ifade eden delilleri anlamaya çalışırken farklı görüşler ortaya çıkmıştır.

Kimi alimler mutlak olarak kıbleye yönelmeyi haram saymışlardır. Yasaklayıcı delilin kesin olduğunu diğer delillere tercih edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Diğer deliler için zikrettikleri ihtimaller, onlarla amel etmeye engel olmuştur. İmam Ahmed ve Ebu Hanife rahimehullah bu imamlardandır.

Kimi ulema buradaki yasak, çöl ve benzeri açık alanlar içindir. Kapalı hela ortamlarında böyle bir yasak yoktur demişlerdir. Allah Rasûlü bu davranışı yasakladı ancak kendi evinde İbni Ömer rivayetinde olduğu gibi yaptı. Çünkü evde bulunan hela kapalıydı. İmam Şafii ve hocası Malik rahimehullah bu görüştedir.

Kimi alimler ilk yıllarda saygı için bu yasaklanmıştı. Daha sonra Allah Rasûlü kendi fiiliyle bu uygulamayı ortadan kaldırmıştır. Kıbleye yönelmek mutlak olarak caizdir demişlerdir. Davud Ez-Zahiri rahimehullah bunlardandır.

Kimi alimler yasağın kesinlik ifade etmediğini, yönlendirme amaçlı olduğunu söylediler. Allah Rasûlü bir şeyi emreder ve yapmazsa ya da yasaklar ve kendi yaparsa bu oradaki emrin kesinlik ifade etmediğini gösterir. Bu rivayetler de böyledir.

7. Konu hakkında delil olmaması

Herhangi bir konu hakkında özel delil bulunmayınca alimlerin umumi delillere başvurduğunu söylemiştik. Muasır birçok meseleyi buna örnek olarak verebiliriz. Sigorta meselesinin caiz olup olmaması gibi. Bu mesele hakkında özel nas yoktur. Eski alimler döneminde de vuku bulmamıştır. Doğal olarak muasır alimler konu hakkında ihtilaf etmiştir. Bunun nedeni herkesin meseleyi bağladıkları esasla alakalıdır.

Kimi ulema sigortanın İslam’ın yasakladığı kumar, aldatma ve haksız kazanç elde etmeyi barındırdığını ve bu nedenle haram olduğuna hükmederken, bir başka zümre bunun yardımlaşma, kapitalizmden doğan haksızlıkları hafifletme gibi İslam’ın teşvik ettiği esasları barındırdığına, buna binaen de caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Bir zümre ilim adamı aslolanın bu tip iki yönü olan ve şüphe barındıran akitlerden uzak durma olduğunu beyan etmiş ve mekruh olarak değerlendirmişlerdir.

Bu ve benzeri ‘muasır’ meselelerin çoğu bunun gibidir. Hakkında özel bir nassın bulunmaması veya İslam’da sabit olan bir hükme direkt benzememesi nedeniyle ilim adamları genel delillere dönüp ihtilaf ederler.

Selef döneminde yaşanan ‘topluluğun bir insanı öldürmesi’ hadisesinde vuku bulan ihtilaf da bu cinstendir. Ömer radıyallahu anh döneminde topluluğun kasten öldürdüğü bir şahıs bulundu. Ömer radıyallahu anh bu işe iştirak edenlerin hepsinin öldürülmesine hükmetti. “Bir belde ahalisi böyle bir şey yapacak olsa hepsini öldürürdüm” dedi.

Aynı konuda Abdullah bin Zübeyr radıyallahu anh ve sonradan gelen bazı fukaha itiraz etti. Bu ihtilafın nedeni böyle bir vakıanın Rasûl döneminde yaşanmamış olması ve özel bir hükmün olmayışıdır.

Buraya kadar alimlerin fıkıhta ihtilaf nedenlerini örneklerle izah etmeye çalıştık. Bir yazıda çözülmeyecek olduğunu bilsemde bu konuda var olan ifrat ve tefritin izalesine katkısı olmasını umut ediyorum. Bir zümre fıkıhta var olan ihtilafı geçersiz sayıyor. İhtilafın sebeplerini bilmediklerinden konunun çözüleceğine inanıyor. Oysa en hayırlı nesil olan sahabeler zikrettiğimiz sebeplerden dolayı ihtilaf etmiştir. Onlardan sonra gelen fukahanın aynı sebeplerle ihtilaf etmesi gayet normaldir. Bir başka zümre ise fukahayı masumlaştırıyor. Bir hadisin mezhep imamına ulaşmama ihtimalini dahi kabullenemiyor. ‘Sen biliyorsun ama falanca imam bilmiyordu öyle mi?’ gibi basit söylemlerle onların içtihadlarını nas gibi mutlaklaştırıyor. İki anlayışta hatalıdır, ifrat ve tefriti temsil eder. İhtilaf, İslam’ın red etmediği sebeplere dayandığı için kaçınılmazdır. Ve alimler masum değildir. Bu iki esasla konuya bakıldığında daha sağlıklı neticeler elde edileceğine inanıyoruz. Son olarak da Şeyhu’l İslam İbni Teymiyye’nin rahimehullah sözüyle yazımızı bitirmek istiyorum.

‘Bilinmelidir ki ümmetin yanında kabul görmüş imamlardan hiç biri Allah Rasûlü’nün sünnetine –küçük, büyük- kasıtlı muhalefet etmemiştir. Çünkü onlar Rasûl’e ittibanın vacip olduğunda ve onun dışında herkesin sözünün alınıp terk edileceğinde ittifak halindedirler. Buna rağmen onlardan birinin sözünün, Allah Rasûlü’nden gelen naslara muhalif olduğu görülürse mutlaka o söz için özür aranmalıdır.’ (Ref’ul Melam mukaddimesinden. Fukahanın ihtilaf nedenlerini bilmenin faydaları için bir önceki sayımızda ilgili yazıya bakılabilir.)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver