Deprem ve Seçime (İlk Tur) Dair Değerlendirme

Allah’ın adıyla,

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu.

Bizi bize tanıtan Kur’ân[1] insanın bencil bir varlık olduğunun altını çiziyor:

“Nefislerde bencillik/cimrilik vardır.”[2]

Bencilliğin hayatımıza yansıdığı önemli noktalardan biri; insanın kendisini merkeze alması, olayları insan merkezli değerlendirmesidir. İnsanın cehalet ve kibri de eklenince kendisini merkeze alan insan olayları değerlendirmiyor, aksine tahrif etmiş oluyor. Her tahrif faaliyetinde olduğu gibi insan merkezli değerlendirmeler, neticede insanın inancına zarar veriyor. Çünkü kendisini merkeze alan insan, bazı ölçüler belirliyor. Sonra Yüce Allah’ı bu ölçülere mahkûm ediyor ve O’nun da (cc) insanı merkeze alarak hükmetmesini istiyor. Deprem örneği üzerinden konuşacak olursak şunu görürüz: Deprem, Yüce Allah’ın koyduğu doğa yasalarının bir sonucudur ve herhangi bir doğa yasasından farkı yoktur. Zahiri yıkım olsa da insana ve doğaya birçok faydası vardır.[3]

İnsan depremin faydalarından ziyade yıkım boyutuna odaklanır. Yani kendisini merkeze alır ve depremin kendi hayatına dokunan boyutuyla ilgilenir. Hâliyle masum çocukların ölümü, insanların evsiz kalması ve depremle gelen diğer felaketleri; hakikatte ise kendini merkeze alır. Buradan yola çıkarak neyin adalet ve merhamet olduğunu sorgular. Ona göre üç yaşında bir çocuğun ölmesi ne adalete ne de merhamete sığar. İster ki Yüce Allah da onun adalet ve merhamet anlayışına uygun hükmetsin. Zira bencil, kibirli ve cahil insana göre kâinatın merkezinde insan vardır ve her şey insan merkezlidir. Oysa Yüce Allah için insan yalnızca bu kâinatın bir parçasıdır, hem de küçücük bir parçası…

İnsan, Rabbine karşı haddini bilmeli, kul olmanın gereği olarak O’nun (cc) şer’i ve kevnî yasalarını fıkhetmelidir. Kulluk yasalarını ve kaidelerini anlamalı, tam bir teslimiyetle Mevlasına teslim olmalıdır. Aksi hâlde insan kendi bencillik, cehalet ve kibrinin kurbanı olacak; insan aklını aşan kevnî ve kaderî ayetler karşısında aciz kalacak ve “Akla uygun değil!” diyerek tüm bunları sorgulayacaktır. Örneğin bir kedi, kuş yediğinde bunu tiksinç ve vahşice bulacak, aynı kedi bir fare veya yılan öldürdüğünde normal karşılayacaktır. Bir kurt, kuzu boğazladığında bunu acımasız ve merhametsiz bulacak, aynı kurt bir domuz boğazladığında gayet normal bulacaktır. Oysa kedi ve kurt için her iki olay da birdir, çünkü her iki olayda da tabiatlarının gereğini yapmışlardır. İnsanın kurt ve kediye dair değerlendirmeleri, kendi cahilliğinin ve dar ufkunun neticesidir.

İnsanın en büyük problemi -farkında olsun veya olmasın- ölümlü olmasıdır. Kur’ân’ın ifadesiyle “kaçtığı ölüm” gerçeğidir:

“De ki: ‘O, kendisinden kaçtığınız ölüm, hiç şüphesiz sizi bulacaktır. Sonra, gayb ve şehadet (âleminin) bilgisine sahip olan (Allah’a) döndürüleceksiniz ve yaptıklarınızı size haber verecektir.’ ”[4]

Evet, insan ölümden kaçmaktadır. Çünkü onun tabiatında yaşama isteği, hayatta kalma güdüsü vardır. İnsanın en derinindeki korku, er ya da geç ölecek olmasıdır. Zira ölüm, insan için bir tehdittir. Vahyin, dolayısıyla Rabbimizin insana en büyük ihsanlarından biri de ölümü insan için tehdit olmaktan çıkarması, onun ebedî yaşamın eşiği olduğu gerçeğini insana öğretmesidir. Şöyle de söyleyebiliriz: İnsan nefsi, şeytanın da yardımıyla ölümü bir hiçlik, bir yok oluş olarak değerlendirir. Yaşama isteğiyle dolup taşan nefis, ölümü düşünmekten dahi ürker. Vahiy ise ölümün bir son değil başlangıç olduğunu, insanın ebedî hayata ölümle vasıl olduğunu öğretir… İşte bu ölüm korkusudur ki insanı zehirler, olayları değerlendirirken işin ucunda insan ölümü varsa en akılsızca düşünceleri savunmaya meyleder. Söz konusu ölüm olduğunda insanın nasıl ikilemler yaşadığına dair şu örneği düşünebiliriz: Sonbaharın gelişiyle tüm doğada ölümler başlar ve kışla birlikte neredeyse bütün doğa kış uykusuna/ölümüne yatar. İnsanoğlu bu ölüme dair güzellemeler yapar, bunun gerekliliği ve doğaya faydaları üzerine fikir yürütür. Sonbahar üzerine şiirler yazar, romantizm üretir… Aynı insan, söz konusu insan ölümü olduğunda bütünüyle zıt bir paradigmayla düşünürek insan ölümlerini yalnızca felaket olarak değerlendirir. Oysa sonbaharda ağaca yaprak döktüren, o yaprakla toprağı ve dolayısıyla yaprak döken ağacı besleyen ile insana ölüm takdir edip o ölümle yeni hayatlara yer açan hikmet ve kudret aynıdır. Doğa ölümlerindeki kudret ve hikmeti fark eden insan, söz konusu insan ölümü olduğunda körleşir. Daha doğrusu bencilleşir ve ucu kendine dokunan ölümü yadırgar.

İnsan bu, (arınmamış) tabiatının gereği olarak sürekli tartışır: “İnsan her şeyden fazla tartışmacıdır.”[5] Hemcinsleriyle, daha çok iç dünyasında kendiyle, zaman zaman da Rabbiyle tartışır. Çünkü yaşam bir yolculuktur. İnsan doğduğu ândan ölümüne kadar, kesintisiz bir yürüyüşle Rabbine yürür. Yolculuk esnasında bazı olaylarla karşılaşır, anlamakta zorlanır ve sorgular. Çünkü o, her şeyi bildiğini ve anladığını düşünür. Gördükleri, bildiğini sandıklarıyla çelişiyorsa tartışmaya başlar. Hakikatte ise insan bildiğinden değil, (hakikati ve haddini) bilmediğinden dolayı tartışır. Gelin tam bu noktada Mûsâ (as) ile Hızır (as) arasındaki yolculuğu bir daha hatırlayalım.

“(Hatırlayın!) Hani Musa, yanındaki gence demişti ki: ‘İki denizin buluştuğu yere varıncaya kadar ara vermeden gidecek, (gerekirse bu yolda/uğurda) uzun zaman geçireceğim.’ İki denizin buluştuğu yere ulaştıklarında, balıklarını unuttular. Balık, denizde bir yol tutup gitti. (İki denizin buluştuğu yeri) geçince gence demişti ki: ‘Yiyeceğimizi getir. Andolsun ki bu yolculuğumuzdan (sebep) pek yorulduk.’ (Genç) demişti ki: ‘Kayaya sığındığımız zaman (var ya) hatırladın mı? İşte orada balığı unuttum. Onu hatırlamamı yalnızca şeytan unutturdu. O, ilginç bir şekilde denizde yolunu tuttu ve kaçtı.’ Demişti ki: ‘Bu tam da aradığımız şey!’ İkisi, izlerini takip ederek gerisin geriye döndüler. (Orada) kullarımızdan bir kul buldular. Ona kendi katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ona demişti ki: ‘Sana öğretilen doğrulardan/isabetli bilgilerden bana öğretmen için sana tabi olayım mı?’ Demişti ki: ‘Sen, benimle beraberliğe sabredemezsin! Hem hakikatini kavrayamadığın (sana verilmemiş bilgiye) nasıl sabredeceksin ki?’ (Musa) demişti ki: ‘İnşallah beni sabreden biri olarak bulacaksın ve senin hiçbir emrine karşı gelmeyeceğim.’ Demişti ki: ‘Şayet bana tabi olursan, (ne olursa olsun) sana açıklama yapmadıkça bana hiçbir şey sorma!’ İkisi yola koyulmuşlardı. Nihayet bir gemiye bindiklerinde, (o) gemiyi delmişti. (Musa) demişti ki: ‘İçindeki ahaliyi boğmak için mi onu deldin? Andolsun ki sen, hayret edilesi bir iş yaptın.’ Demişti ki: ‘Beraberliğime/yol arkadaşlığıma sabredemeyeceğini söylememiş miydim sana?’ (Musa:) ‘Unuttuğum bir şeyden dolayı beni yargılama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma.’ demişti. Yola koyuldular. Nihayet bir çocukla karşılaştılar. Onu (çocuğu) öldürdü. (Musa:) ‘Tertemiz bir canı, (kısas gibi) bir can karşılığı olmadan mı öldürdün? Andolsun ki sen, çok çirkin bir hata işledin.’ demişti. Demişti ki: ‘Beraberliğime/yol arkadaşlığıma sabredemeyeceğini söylememiş miydim sana?’ (Musa:) ‘Bir daha bir şey soracak olursam, benimle (yol) arkadaşlığı yapma. (Yolunu ayırdığın takdirde de) seni mazur sayarım.’ demişti. (Tekrar) yola koyulmuş, nihayet bir belde halkına varmışlardı. Onlardan yemek istemişler (fakat halk) onları misafir etmeye yanaşmamıştı. Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar bulmuşlardı. Onu (duvarı onarıp) düzeltmişti. (Musa:) ‘İsteseydin (bu hizmetin) karşılığında ücret alabilirdin.’ demişti. ‘Bu benimle senin arandaki ayrılık (zamanıdır). Sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin tevilini/hakikatini sana haber vereceğim.’ demişti. ‘Gemiye gelince, o, denizde çalışan yoksul insanlarındı. Onu kusurlu hâle getirmek istedim. (Çünkü) onların önünde (sağlam olan) her gemiye zorla el koyan bir yönetici vardı. Çocuğa gelince, onun anne babası mümin kimselerdi. (Çocuğun sevgisinin) onları azgınlığa ve küfre sevk etmesinden çekindik. İstedik ki Rableri onlara (ölenin yerine) daha hayırlı, temiz ve merhametlisini ihsan etsin. Duvara gelince, o, şehirde (yaşayan) iki yetime aitti. Altında da o ikisine ait bir hazine vardı. Onların babası salih bir kimseydi. Rabbin onların yetişkinlik çağına erişip hazinelerini çıkarmalarını istedi. (Bu,) Rabbinden bir rahmettir. (Bunları) kendiliğimden yapmadım. İşte, sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin hakikati budur.’ ”[6]

Dikkat edersek bu bir yolculuk. Yolculuğun nedeni, Mûsâ’ya (as) sorulan, “İnsanların en bilgilisi kim?” sorusudur. [7] Mûsâ (as) bu soruya, “En iyi bilen benim.” diye cevap verir. Bunun üzerine Yüce Allah, Mûsâ’ya (as) insan bilgisinin Allah’ın (cc) bilgisi karşısındaki konumunu göstermek için bir ders verir. Yolculuk başlar. Hızır (as) kaderi temsil eder, Mûsâ (as) ise biz hayat yolcularını… Mûsâ (as), Yüce Allah’ın Hızır (as) eliyle takdir ettiği bazı olayları anlayamaz. Çünkü o (as); bildiğini düşünmekte, bilgisi ile kader çatışınca itiraz etmektedir. İlk etapta bizler de ona (as) hak veririz. Akabinde Yüce Allah takdirin ardındaki hikmeti açıklayınca yine Mûsâ (as) gibi teslim oluruz. Hikmetten habersizken merhametsizlik ve adaletsizlik gibi görünen olayların, hikmetini öğrendikten sonra merhamet ve adaletin ta kendisi olduğunu anlarız. Fakat bu kıssanın hayatın bizzat kendisi olduğunu ve her birimizin zaman zaman birer Mûsâ olduğunu görür müyüz, emin değilim…[8]

Yukarıda okuduğumuz bilgiler bir derece bilgimizi arttırdı ve ufkumuzu genişletti. Bir derecelik fark dahi olaylara bakışımızı etkiledi. Bu olayları takdir eden irade ise sınırsız bilgi, hikmet ve kuşatıcılığa sahip; âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. İnsanın kendine yapacağı en faydalı şey; bencillik, cehalet ve kibrinin farkına varması, Allah’a (cc) karşı haddini bilmesidir. Yapabiliyorsa kendini öz nefsinin şerrinden koruması, tartışmacı oluşunun bilgiden değil, (had) bilmezlikten kaynaklandığını anlamasıdır. İnsan, vahiyle aydınlanmamış aklın ilkel akıl olduğunu ve en basit çıkarları merkeze alarak düşündüğünü unutmamalıdır. Ve insan kendini merkeze aldığında hakikat zayi olmaktadır.

Seçimlere Dair!

Bu yazıyı hazırlarken seçim sonuçları açıklanıyordu. Çok büyük bir değişiklik olmazsa seçimler ikinci tura kaldı gibi görünüyor. Seçimlerin ilk turuna dair bazı değerlendirmelerde bulunmak istiyorum. Bilindiği gibi her seçim aynı zamanda bir toplum röntgeni, davetçiler için bir ankettir. Seçim sonuçlarına göre;

Yaşadığımız çağın (ve insanlık tarihinin) en tehlikeli ve aldatıcı dini, egemenliği göklerden yere indiren demokrasi dinidir. Tarih boyunca hiçbir din bu denli farklı inanç ve meşrepte insanı bir araya toplayamamış, ortak bir ayine dâhil edememiştir. Bu da göstermektedir ki davetin gündemi yalnızca Allah’a (cc) kulluk, O’nun (cc) hükümlerine boyun eğmek ve egemenliğin kayıtsız şartsız Allah’a ait olduğunu vurgulamak olmalıdır.

Sosyal medya verilerine göre Millet İttifakı açık ara öndeydi ve ezici çoğunlukla seçimi kazanıyordu. Sandıkların açılmasıyla birlikte bir daha anladık ki sosyal medya verileri olguya değil, algıya dayanmaktadır ve yanıltıcıdır. Hangi mücadele olursa olsun belirleyici olan meydanlar, bire bir temas, gözünün içine bakarak konuştuklarımızdır. Takipçi sayısı, izlenme oranı ve sanal katılım yalnızca birer rakamdır. Bizi kabul eden ve destekleyenleri değil, bizi izleyen insan sayısını gösterir. Bu sonuçlar sosyal medyayı aktif kullanan tevhid davetçilerine önemli şeyler söylemektedir: Sosyal medya rakamları iştah kabartıcı olsa da hakikatte karşılığı yoktur. Sosyal medya yalnızca bir araçtır. Amaç hâline gelirse bir çalışmayı yanıltması yanında onu asıl olandan, yani meydanlardan ve bire bir temastan alıkoyabilir. Hiç unutmamak gerekir: Bir tıkla sizinle bağ kuran, bir tıkla o bağı koparabilir. Dünyayı değiştirecek olanlar izleyiciler değil, hayata müdahil olanlardır.

Davete muhatap olan bu toplum, duygusal bir toplumdur. Düşünce ve tavırları belirleyen din, akıl, yaşanan gerçekler veya evrensel ilkeler değil; fanatiklik ve menfaatlerdir. Kur’ân’ın ifadesiyle cahiliye hamiyyesi ve kör taklittir. İttifaklarda birleşenler birbirine benzemeyen; dahası, din, ideoloji ve yaşam tercihleri taban tabana zıt partilerdir. Bunca farklılığı bir araya getiren nedir ve bu ittifaklar ne anlama gelmektedir? Tevhid davetçisi her ne kadar modern görünümlü, peçete çatal nezaketine sahip insanlarla muhatap olsa da hakikatte fanatikçe taraf tutan ve en ilkel menfaatleri göz önünde bulundurarak dinleyen bir topluma davet yapmaktadır. Delillerin güçlü, üslubun nezih ve araçların çeşitli olması muhatabın saldırganlaşmayacağı anlamına gelmemektedir.

Türkiye toplumu tam ortadan ikiye bölünmüş, keskin çizgilerle birbirinden ayrılmıştır. Bu denli keskin ayrılıklar, genelde iç çatışmayla sonuçlanır. İç çatışma, kazananı olmayan bir kaostur; Suriye’dir, Irak’tır, Libya’dır, Yemen’dir, Sudan’dır, Mısır’dır… Türkiye toplumu ya tevhidin birleştirici sükûnet iklimine teslim olacak -ki bundan olabildiğince uzaktır- ya da yapıcı bir siyaset etrafında toplumsal sözleşme imzalayacaktır. Aksi hâlde can, mal, namus emniyetini yok eden ve hiçbir kazananı olmayan bir sürece adım adım sürüklenecektir. Tevhid davetçilerinin bir sorumluluğu da topluma şunu hatırlatmaktır: Sağcılık ile solculuk gibi iki ideolojiden birine, kapitalizm ile sosyalizm gibi iki düzenden birine, kravatlı diktatörlük (demokrasi) ile fesli diktatörlük (saltanat) gibi iki siyasi zorbalıktan birine mahkûm değiliz. Üçüncü bir yola, esenlik getirecek bir alternatife sahibiz. Ya hep birlikte Allah’ın ipine tutunup yalnızca O’na teslim olacak, O’nun vahyini hâkim kılacağız ya da Allah Resûlü’nün (sav) Medine Sözleşmesi gibi bir Türkiye Sözleşmesi akdedeceğiz. Bizim tek sorumluluğumuz hatırlatmak, hatırlatmak ve yine hatırlatmaktır.

Seçimi kimin kazandığı veya kaybettiğinin tevhid daveti açısından bir önemi yoktur. Zira tevhid ehlinin siyasi partiler, şahıslar veya ittifaklarla bir derdi, meselesi yoktur. Tevhid inancının, uluhiyet iddiasında olan sistemle; insanlara yasa, dolayısıyla din vazeden anlayışla meselesi vardır. Siyasi partiler, şahıslar ve ittifaklar batıl düzenin neticesidir. Şirkin yeşili, siyahı, beyazı, kızılı yoktur. Şirk bir dindir ve her rengiyle İslam’ın karşısındadır. Sistem ısrarla ve programlı bir şekilde dikkatleri dağıtmakta, bizleri şahıslarla/partilerle meşgul olmaya davet etmektedir. Modern cahilî sistem var oldukça liderini, partisini ve etbasını oluşturacak; vadesi dolanı yenisiyle değiştirecektir. Mümkün mertebe bu dönüşüm toplumun tüm kesimlerini razı etmeyi hedefleyecek, bir laik Kemalistlerden bir muhafazakârlardan olacak şekilde dönüşümlü devam edecektir. Türkiye siyasi tarihinde akış şu şekildedir: Önce laik Kemalist tek parti, ardından muhafazakâr Menderes, ardından 1960 ve 1980 Kemalist cunta, ardından muhafazakâr Özal, ardından 28 Şubat Kemalist cunta, ardından muhafazakâr Ak Parti… Bu akışı görmek için derin siyasi analizlere ve keskin zekâlara ihtiyaç yoktur. Katı Laik Mustafa Kemal ile ılımlı Laik Kazım Karabekir arasındaki rekabet -veya sistemin devamı için uzlaşı- bugün de sürmektedir.

Allah Resûlü (sav) Mekkelilere, “Allah’a kulluk edin ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın.” ve “Allah’a kulluk edin, tağutlardan kaçının.” dedi. Elbette yeri geldiğinde Lat/Menat/Uzza gibi cansız ve Ebû Cehil gibi canlı putlara işaret etti, onlara açıktan tavır aldı. Ancak meselenin Lat veya Ebû Cehil değil, şirk ve tuğyan zihniyeti olduğunu; Lat ve Ebû Cehil’in yalnızca Araplardaki şirk ve tuğyanın bir tezahürü olduğunu ashabına öğretti… Allah Resûlü’nün (sav) terbiyesinden geçen ashab (r.anhum); onun kabrinin,[9] Rıdvan Beyatı ağacının[10] ve Makâm-ı İbrâhîm’in putlaştırılmasına[11] karşı net tavır aldılar. İran, Roma ve Mısır’ın canlı cansız tüm putlarını hemen fark edip cephe aldılar. Bugünün muvahhidlerinin de böylesi bir hassasiyet ve bilince ihtiyacı vardır.

Allah’a emanet olunuz.


[1]. “Andolsun ki size, içinde sizi anlatan/sizi şerefe ulaştıracak (öğütler barındıran) bir Kitap indirdik. Akletmez misiniz?” (21/Enbiyâ, 10)

[2]. bk. 4/Nisâ, 128

[3]. Depremin faydalarına dair bir kardeşimizin hazırladığı bilgi notunu paylaşmak istiyorum:

           Depremin doğaya/evrene faydaları:

           – Yeryüzü sularının %97.2’si acı ve tuzludur. İçme sularının ise %98’ini yer altı suları oluşturur. Yer altı sularının dibe inme sebeplerinden en önemlisi depremin oluşturduğu yarıklar ve gözeneklerdir. Deprem olmasa bu yarıklara taşınan kumlar, hareketsizlikten zamanla çimentolaşacak ve kimyasal süreçle kapanacaktır. Depremin sürekliliği sayesinde çatlak ve boğazlar yeniden oluşmakta, kapanan ve dolan çatlaklar yenilenmektedir. Depremin bu gayreti olmasaydı var olan tatlı su yaşam alanı yok olur, çatlak ve boğazlar dolarak yer altı tatlı suyu kapana kısılırdı.

           –  İnsanların üzerinde yaşadığı yeryüzünün granit yapısı depremlerle kırılır. Depremler olmadan yer kabuğunun yüzeyindeki kayalarda gözenekler ve çatlaklar oluşturmak mümkün değildir. Parçalanan kayaçlar rüzgâr, su ve buzullarla taşınmakta, kum ve çakıl taşlarına dönüşmektedir. Bu kırılan ve ufalanan kayaçlar dolgu alanlarına istiflenerek gözenekli, bol mineralli verimli aüivyon ovaların meydana gelmesine sebep olur. Bu ovalar en verimli alanlar olduğundan deprem vesilesiyle verimli topraklar oluşmuş olur.

           – Kullanılabilen su miktarının %98’ini oluşturan yer altı suları sızdıktan sonra 4000 m kadar aşağı inebilir. Isıdan dolayı daha fazla inemeyen sular yerküre ile bu aralıkta kalırlar. Bu yer altı sularının yarı sonsuz hareket alanı mevcuttur. Bu suyun enerjisini aldığı, suyu hareket ettiren güç depremlerdir.

           – Depremin kırdığı, ufaladığı yeryüzünden sızan sular havuzlarına dolana kadar insan yaşamı için gerekli olan minerallerle taşınırlar. İnsan yaşamı için gerekli olan tüm mineraller eriyik vaziyette sunulmuş olur.

           – Deprem, yer altı tatlı sularına cisim dalgalarıyla kinetik enerji yükler. Bu enerjiyle tatlı suyun itme kuvveti iki katına çıkmış olur. Bu durum tatlı su denizi ile acı su denizi arasındaki yüzeyde, yüzeye teğet olarak tatlı sudan oluşan bir duvar teşekkül etmektedir. Tatlı suyun kinetik enerjisiyle oluşan mânia, acı su denizi ile tatlı su ayrımındaki berzah olsa gerektir. Dolayısıyla bu suretle tatlı su, acı sudan korunmuş olur. (Detaylı bilgi için bk. Depremin Faydaları, Ali Bayraktar, Beta Yayınları, s. 89-92)

[4].  62/Cuma, 8

[5].  bk. 18/Kehf, 54

[6]. 18/Kehf, 60-82

[7]. bk. Buhari, 122; Müslim, 2380

[8]. Hızır (as) ile Mûsâ (as) kıssasının yanlış anlaşılmaması için Hızır’ın (as) şer’i yasaları değil, kaderi temsil ettiği unutulmamalıdır. İnsanın kul olarak sorumluluğu kaderi anlamak ve şeriata teslim olmaktır. Detay için bk. Tevhid Dergisi, S 123, s. 6, ilgili içeriğe ulaşmak için karekodu okutabilirsiniz.

[9]. Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

           “Allah’ım, benim kabrimi put kılma. Allah, nebilerin kabirlerini mescid edinen topluluğa lanet etmiştir.” (Ahmed, 7358; Muvatta 475)

[10].  Nâfi’den (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

           “Ömer’e insanların, altında biat edilen ağaca uğradıkları söylendi. Ömer de ağacın kesilmesini emretti ve ağaç kesildi.” (Musannefu İbni Ebî Şeybe, 7545)

[11]. Abdullah ibni Zubeyr (ra), Makam-ı İbrâhîm’e el sürenleri görünce şöyle demiştir:

           “Bununla emrolunmadınız! Siz yalnızca onun yanında namaz kılmakla emrolundunuz.” (Musannefu ibni Ebi Şeybe, 15512)

           Katâde de (rh) benzer bir tepki göstermiş ve “Onun yanında namaz kılmakla emrolundular, ona dokunmakla değil…” demiştir. (Tefsiru’t Taberi, 2/35, Bakara Suresi 125. ayetin tefsiri)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver