Ehli Tevhidin İmtihanı: Çözüm Süreci

İnsanları farklı renk ve dillerde yaratıp, bunu azametine delil kılan Allah’a hamd olsun.

Salât ve selam; ırk, nesep, zenginlik kavramlarıyla insanları değerlendirmeyi cahiliye olarak ayaklarının altına alan Rasûl’e, ailesine ve pak ashabının üzerine olsun.

Adına ‘Çözüm Süreci’ denen bir zaman dilimini yaşıyoruz. AKP hükümeti 90 yıldır devletin ana sorunu olan ‘Kürt Meselesi’ni çözmek adına bir süreç başlattı. Bugün ‘Kürt Sorunu’ olarak resmen kabul edilen meseleyi, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren değerlendireceğiz. Her ne kadar Kürtlerin sorunları cumhuriyet öncesinde var olsa da, sorunun netleşmesi, kemikleşip genişlemesi ve devletin resmî politikalarıyla süregelmesi, cumhuriyetin kuruluşuyla başlar.

Aslında cumhuriyet, Kürtlere düşmanlık üzere kurulmamıştı. Lakin üzerine kurulduğu esaslar, devamı için seçtiği ilkeler ve bunların hayata yansıması olan inkılaplar, ‘Kürt Sorunu’nu kaçınılmaz kılıyordu.

Yani cumhuriyet, iki ayak üzerine kuruluyordu. Laiklik ve modernlik…

Lozan sonrası gidişattan memnun olmayan Kazım Karabekir’in; Atatürk’le yaptığı bir görüşmede şu ilginç sözleri duyulur: ‘Gelişmek için önlerindeki engel, halkın din ve namus anlayışıdır. Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak, gelişmiş Batı toplumları arasında yerlerini alabilmek için namus ve din kavramının değişmesi gerekmektedir.’

Lozan sonrası yapılan inkılaplara bakıldığında, hemen hepsinin bu iki esası ifsada yönelik olduğu görülecektir. Toplumun altı asırlık kabulleriyle oynayan cumhuriyet kadroları, bunun kolay olmayacağını çok iyi biliyorlardı. İçeriden ve dışarıdan bu yeni sürece itirazlara karşı ‘Milliyetçilik’ ilkesiyle çözüm bulmuşlardı. Toplumu Türk milliyetçiliği etrafında kenetleyecek; imparatorluk bakiyesi çok uluslu Osmanlı toplumu, Türklük potasında eriyecekti.

Diyebiliriz ki cumhuriyet; dine karşı laiklik, namus ve ahlaka karşı Batı modernizmi üzerine kuruldu. Bu yeni yapının harcı ‘Milliyetçilik’ olarak belirlendi.

Doğal olarak asli hedefi Kürtler olmasa da; dindar, gelenekçi ve Türk ırkından olmayan Kürtler, sorun olmaya başlamıştı. Âdeta yeni kurulan cumhuriyet, Kürtlerle doku uyuşmazlığı yaşıyordu. Bu durum peş peşe ‘Kürt Kıyamları ve İsyanları’nı ateşledi. 1925 Şeyh Said Kıyamı, 1930 Ağrı aşiretler isyanı, 1937-38 Dersim’de yaşananlar bunlardan bazılarıydı. Bu durum, yeni cumhuriyeti ürkütmüş ve cumhuriyet, en ciddi tehlike olarak dindar Kürtleri görmeye başlamıştı. Sindirme ve kıyımla başlayan müdahaleler daha sonra da ret ve inkar politikalarına dönüşmüştü. ‘Kürt diye bir millet yoktur, Kürtler dağlı Türklerdir’ hezeyanları, Kürtçe’nin yasaklanması gibi akıl almaz bir hâle bürünmüştü. Irkı yok sayılan, dili yasaklanan, geleneksel kimliği asimileye tabi tutulan Kürtler, fiziki ve psikolojik olarak da sistematik işkenceye uğramışlardı.

Öyleyse; cumhuriyetin üzerine bina edildiği laiklik, modernizm ve milliyetçilik; dindar ve gelenekçi Kürt vatandaşları rahatsız etmiş, gidişata sözlü ve fiilî olarak itirazda bulunmuşlardır.

Cumhuriyetin kurucu kadroları, bu tepkileri varlıklarının önündeki en büyük engel görmüş, Kürtlere şiddet, baskı ve asimile politikaları uygulamışlardır.

Bu politikalar, istenilen sonucu vermediği gibi Kürtlerin muhalefetini pekiştirmiş ve sisteme karşı varlıklarını koruma adına sistem karşıtı örgütlenmeye gitmişlerdir.

Zaman zaman kimlik ve milli duygularla isyanlar olmuşsa da, Kürt isyanlarının geneli ‘İslami Muhalefet’ şeklindedir. Şeriat talebi, İslam’ın yürürlükten kaldırılıp Batılı kanunlarla hükmetme, Kürtleri isyana teşvik etmiştir. Resmî tarih tezi bunun zıddını iddia etse de Kürt kıyamlarının ‘Dinî’ olduğu su götürmez bir gerçektir.

Resmî tarih tezi; milliyetçilik harcıyla insanları bir araya getirmeyi hedeflediğinden kuruluş dönemi isyanlarını etnik kimliklere dayandırmayı tercih etmiştir.

1970 sonralarında Kürt muhalefetinde eksen kayması olmuş, önce Sol bir söylem öne çıkmış, daha sonra Sol söylemin Kürt halk tabanında rağbet görmediği anlaşılınca kimlik vurgusu ön plana çıkarılmıştır. Bu yeni muhalefetin mimarı; Kürt Solunu tamamen tasfiye eden, önceleri Apocular olarak anılan daha sonra PKK ismini kullanan örgüttür.

PKK, öncelikle Kürt muhalifleri tasfiye etmiş, sahada Kürt  halkı adına verilen mücadeleyi tekeline almıştır. 80 askerî darbesiyle birlikte devlet eliyle Kürtlere reva gören insanlık dışı zulümler, köy yakma, tecavüz, Diyarbakır Cezaevi kısa zamanda örgüte kitlesel katılımlarla sonuçlanmıştır. 1980-1990 yılları arasını anlatması bakımından yıllarca PKK’nın dağ kadrosunda bulunmuş bir militanın şu sözleri manidardır: ‘O gün ve şartlarda kim köyümüze gelse, onun peşinden giderdik.’

Zulüm, inkâr ve ret öyle bir hâl almıştı ki insanlar silahlı mücadele dışında bir şeyin sorunu çözemeyeceğine inanmıştı. Son 30 yıldır on binlerce insanın ölümüne neden olan, binlerce insanın akıl almaz işkencelere maruz kaldığı, insanların göçe zorlandığı ve ülkenin duygusal olarak ikiye ayrıldığı, maddi anlamda bir bölgenin felç olduğu çok yönlü bir sorun…

AKP’nin iddiası; çözüm süreci ile amaçlanan genelde doksan yılın, özelde ise PKK ile başlayan otuz yıllık sürecin mağduriyetinin telafisi, hakların iadesi ve bu sorunu sebepleriyle beraber ortadan kaldırmaktır.

Çözüm Sürecine Bakışımız

Çözüm sürecine dair söylenenler ve oluşturulan umutların vakıada bir karşılığı olması durumunda takdir edilir. Bir halkın dilini, örfünü hatta varlığını inkâr, Allah’ın subhanehu ve teâlâ azametine delil olan ayetlerini inkâr etmektir.

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (49/Hucurat, 13)

“O’nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.” (30/Rum, 22)

İsrailoğulları, Allah’ın ayetlerini inkâr, Peygamberlerini katletme, Allah’ın subhanehu ve teâlâ yasaklarını hafife alma gibi cürümlerine rağmen Firavun’un tuğyanları altında ezildiklerinde, Musa aleyhisselam tevhid davetinin yanında onların kurtuluşunu gündemleştirmiştir.

“Haydi Firavun’a gidip deyin ki: ‘Gerçekten biz, âlemlerin Rabbinin elçisiyiz; İsrailoğulları’nı bizimle beraber gönder…’ ” (26/Şuara, 16-17)

“Haydi, ona gidin de deyin ki: ‘Biz, senin Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğulları’nı hemen bizimle birlikte gönder; onlara eziyet etme! Biz, senin Rabbinden bir ayet getirdik. Kurtuluş, hidayete uyanlarındır.’ ” (20/Taha, 47)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Hilfu’l Fudul’a mazlum olan ve güçlüler tarafından ezilip horlanan müşriklerin haklarını muhafaza etmek için katılmıştır. Buradan anlıyoruz ki; İslam’ın ‘hak’ olarak gördüğü şeyler, birileri tarafından çiğnendiğinde, İslam’ın yasakladığı bir yola başvurmadan, meşru yollarla mazlum olana yardım edilebilir.

Bu babdan, şayet AKP hükümeti iddia ettiği gibi hakları gasp edilmiş Kürt halkının mağduriyetini giderecekse, sahabenin putperest Perslerin karşısında, kitap ehli Romalıların kazanmasını istediği gibi, bizler de bu sürecin başarıyla tamamlanmasını temenni ederdik.

Ancak süreç ilerledikçe, süreçten umulanın aksine gelişmeler yaşanıyor. Konunun anlaşılması açısından sürecin resmî olarak iki tarafı kabul edilen AKP ve PKK’nin yaptıklarına bakmak gerekiyor.

AKP;

Sürecin sağlıklı işlemesi için yasalar çıkarıp, görüşmeleri yasal zemine oturtuyor.

Kürtçeyi ‘Seçmeli Dil’ hâline getiriyor.

KCK tutuklularını ve tutuklu milletvekillerini serbest bırakıyor.

Bölgede ismi değiştirilen yerlerin isimlerinin Kürtçe olarak değişmesine müsaade ediyor.

Köye dönüş projesiyle; yakılan, yıkılan köylerin imarına katkıda bulunuyor.

Bölgenin kalkınması için iş adamlarına teşvik programları hazırlıyor.

PKK ise;

Yol kesiyor, devletin polisini dahi kontrol noktalarında durdurup, kimlik sorgulaması yapıyor.

Kontrol noktalarında insanları alıkoyup dağa kaldırıyor.

KCK mahkemelerini kurup, halkın sorunlarını bu mahkemelere taşımasını istiyor.

Bölgede bulunan gruplara bildiri dağıtıp, örgütten olmayan herkesin devrimle beraber bölgeyi terk etmesi gerektiğini ilan ediyor.

Esnaftan vergi topluyor. Vergi ödemeye yaklaşmayanların dükkanlarını molotofluyor, isimlerini yayınlayıp ‘ölüm listeleri’ oluşturuyor.

Barış döneminde, ilk silahlı eylemi başlatan militanın heykelini dikiyor.

Bu tabloya bakan biri, iddia edilen süreç ve AKP’nin yaptıklarıyla vakıanın uyuşmadığını görecektir. Kaçınılmaz olarak, akıllara şu sorular gelmektedir:

AKP, silah bırakma ve çözüm süreci adı altında bölgeyi PKK’ye mi terk ediyor?

AKP, bölünmeyi ve bölgeyi PKK’ye teslim etmeyi kabul etmiyorsa, PKK’nin bu tutumlarına neden sessiz kalıyor?

AKP, Müslümanları çözüm süreci karşılığında gözden çıkarıp, PKK’nin insafına mı terk etti?

Özellikle AKP’ye oy vermeyen kesimler, gözden çıkarılan bu kitleye dahil midir?

Devlet, Kürtleri inkâr edip, JİTEM conilerinin insafına terk etmekle çözülmek istenen sorunu içinden çıkılmaz bir hâle getirdi! AKP kendisine oy vermeyen kesimleri bu tutumuyla yok sayıp yeni bir sorun mu başlatacaktır?

PKK’nin saldırı ve tehditleri iki kesim üzerinde yoğunlaşmaktadır. Demokrasiyi itikadi olarak reddetmiş ve tüm partileri aynı kategoride değerlendiren ‘Tevhid Ehli Müslümanlar’, oyunu AKP’ye değil de farklı bir siyasi partiye veren İslamcılar(!)…

AKP’li yetkililere bakılırsa, Lice olayları ve bayrak indirme hadisesi dışında çözüm süreci hiç olmadığı kadar iyi gidiyor. Basit provokatif sabotajlar dışında iki tarafın çözüm iradesinde hiçbir değişiklik yok. Anlaşılan silahlı saldırıya uğrayan, İstanbul’un göbeğinde uzun namlulu silahlarla taranan, yol ortasında kaçırılan Müslümanları, AKP sorun olarak görmüyor.

Cumhuriyetin kurucuları laikleşme ve modernleşme adına Kürtleri gözden çıkardılar. Bu gözden çıkarma; ülkeye 90 yıllık bir fatura olarak döndü. Bugün AKP de çözüm adına birilerini gözden çıkarıyorsa, önümüzdeki 90 yılın faturasını hazırlıyor olduğunu bilmelidir.

Tehditler ve Saldırılar Karşısında Müslümanlar

Son dönemde PKK, tehdidi ve saldırılarının dozajını arttırmıştır. İslami kuruluşlar ve yayınevlerini tehdit ediyor, yayınevlerinin kapatılmasını ve Müslümanların bölgeyi terk etmelerini talep ediyor. Bu tehditlere aldırmayanlara yönelik silahlı saldırılar düzenliyor. Doğuda olduğu gibi Türkiye’nin batısında da benzer faaliyetler içerisinde bulunuyor. Bizleri kahreden, kendini ‘İslami Basın’ olarak isimlendiren medyanın dahi üç maymunu oynamasıdır.

Bu tehdit ve saldırılar karşısında tavrımız ise; Rabbimizin yardımıyla geri adım atmamak, davetimizi ve çalışma sahalarını terk etmemek ve değerlerimizi müdafaa etmek yönündedir.

“Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler (dokunulmazlıklar) karşılıklıdır. Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah muttakilerle beraberdir. Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah dürüstleri sever.” (2/Bakara, 194-195)

Tehditler karşısında sebat etmeyi ve İslami değerlerimizi müdafaa etmeyi ‘elleriyle kendini ateşe atmak’ olarak değerlendiren, Müslümanlara kabadayılık taslayıp, kâfirlerin tehditleri karşısında ‘pılını pırtını toplama hamallığına’ soyunanlara Ebu Eyyub El-Ensari’nin radıyallahu anh şu sözlerini hatırlatma gereği duyuyoruz.

“İstanbul’u fetih için yola çıkan ordudan bir muhacir, kendini düşman saflarının içine atmış ve düşmanın saflarını yarmıştı. Ordudan birileri: “Elleriyle kendini tehlikeye attı” ayetini okuyup bu durumu kınadılar. Orada hazır bulunan Ebu Eyyub El-Ensari itiraz etti: ‘Bu ayet bizler hakkında indiğinden onun anlamını en iyi bizler biliriz. Biz ensar topluluğu Allah Rasûlü’yle beraber savaştık. Bir zaman sonra İslam kuvvetlendi ve Allah dinini izhar etti. Ensar olarak aramızda toplandık ve fısıldaşarak: ‘Bizler savaştık ve Allah dininizi izhar etti. Artık biz ailelerimize dönelim, bahçelerimizi ıslah edelim’ dedik. Allah bu ayetleri indirdi.” (Tirmizi)

Tüm kardeşlerimiz bilmelidir ki;

İslam, mala veya ırza saldırıyı müdafaayı cihad kabul etmiş, bu uğurda ölmeyi  şehadet saymıştır.

“Malını müdafaa ederken öldürülen şehittir.” (Muttefekun aleyh)

“— Ey Allah’ın Rasûlü! Adamın biri bana gelip malımı almak istese, ne yapmalıyım, diye sordu.

— Ona malını verme, dedi. Allah Rasûlü.

— Peki almak için benimle savaşırsa?

— Sen de onunla savaş, dedi. Allah Rasûlü.

— Peki beni öldürürse?

— Sen şehitsin, dedi. Allah Rasûlü.

— Ben onu öldürürsem?

— O ateştedir, dedi. Allah Rasûlü.” (Müslim)

Bugün saldırı İslam’adır. İslami çalışmanın son bulması, tevhid davetinin sonlanması ve bu davete gönül vermiş hizmet ehlinin bölgeleri değiştirilmek istenmektedir. Düzenin bozulması, kazanımların kaybedilmesi, temel hedefler arasındadır. Bu saldırının ‘IŞİD’ adı altında olması Müslümanları aldatmamalıdır. PKK, 90’lı yıllarda yaşadığı güç zehirlenmesine benzer bir ruh hâliyle, her zaman engel olarak gördüğü İslam’ı ve özelde tevhid davetini hedef almaktadır.

Kardeşlerimiz bilmelidir ki;

İnsanlığımızın ve imanımızın gereği olarak her daim imtihan edilmekteyiz.

“Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (21/Enbiya, 35)

“Elif Lam Mim. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (29/Ankebut, 1-3)

Sahabede olduğu gibi her merhale tamamlandığında Allah subhanehu ve teâlâ bizleri farklı bir şeyle imtihan edecektir. Allah bizleri inancımızla imtihan etti. İçinde yaşadığımız toplumdan ayrıştık. Sonra ‘dünya’yla imtihan etti. O’nun dinini yüceltmek için kimimiz işini, kimimiz kariyerini, kimimiz eğitim hayatını terk etti. Sonra çocuklarımızla imtihan olduk. Cahiliye düzenini reddetmek adına kimimiz yuvasını yıktı. Sonra özgürlüğümüzle imtihan olduk. Şimdi Allah, bizleri canımızla imtihan etmek istiyor. Cennet karşılığında O’na sattığımız canları, bu davaya siper etmemizi istiyor.

Her yaşadığımız imtihan, bizleri ayrıştırdı. Bu, Allah’ın sünnetiydi.

“Allah temiz ile pisi ayırt etmeden müminleri hâllerine terk edecek değildi…” (3/Âl-i İmran, 179)

Her imtihanda olduğu gibi Rabbimiz iddialarında sadık olanlarla yalancı olanları ayıracak ve sevdiği kullarına gösterecektir.

“İnsanlardan kimi vardır ki: ‘Allah’a inandık’ der; fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah’ın azabı gibi tutar. Hâlbuki Rabbinden bir nusret gelecek olsa, mutlaka: ‘Doğrusu biz de sizinle beraberdik’ derler. İyi de Allah, herkesin kalbindekileri en iyi bilen değil midir? Allah, elbette (O’na gönülden) iman edenleri de bilir, ikiyüzlüleri de bilir (ortaya çıkaracaktır).” (29/Ankebut, 10-11)

Kardeşlerimizin bilmesini isteriz ki;

Allah’ın takdir etmiş olduğu hayattan başkası yoktur. O’nun subhanehu ve teâlâ yazdığı ecel tahakkuk etti mi ne bir saniye fazlası ne de azı söz konusu olmaz. Cahiliye şairlerinden Antere’nin dediği gibi…

‘Ebu Ubel! Ölümden nasıl kaçış olsun ki? Semada olan Rabbim onu takdir etmişse!’

Bir başkası;

‘…Madem kaçış yoktur ölümden, korkakça ölmek ne büyük utançtır?’

Bu noktada Uhud ehlinin psikolojisini ele alan, onların iç dünyalarını ve kalplerini terbiye eden şu ayetler düşünülmelidir:

“Sonra o kederin arkasından Allah size bir güven indirdi ki, (bu güvenin yol açtığı) uyuklama hâli bir kısmınızı kaplıyordu. Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah’a karşı haksız yere cahiliye devrindekine benzer düşüncelere kapılıyorlar: ‘Bu işten bize ne!’ diyorlardı. De ki: ‘İş (zafer, yardım, her şeyin karar ve buyruğu) tamamen Allah’a aittir.’ Onlar, sana açıklayamadıklarını içlerinde gizliyorlar. ‘Bu işten bize bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik’ diyorlar. Şöyle de: ‘Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi. Allah, içinizdekileri yoklamak ve kalplerinizdekileri temizlemek için (böyle yaptı). Allah, içinizde ne varsa hepsini bilir.’…” (3/Âl-i İmran, 154)

Kardeşlerimizin bilmesini isteriz ki;

Allah’a cennet karşılığında satılmış canların toprağın altında ve üstünde, bedenlerimizde veya arşın kandillerinde asılı kuşların içinde olması arasında fark yoktur. Olmamalıdır da…

Bu canlar Allah’a satılmıştır. Allah subhanehu ve teâlâ onları alıncaya dek O’nun dinine hizmet etmeyle memurdur. Allah’ın dinine hizmetin her dönemde bizden istediği farklılaşabilir.

Yerinde daveti; bazen infak, kimi zaman hicret ya da mücadele… Kâfirlerin İslami çalışmayı hedef aldığı ve tevhidî çalışmaları bitirmeye azmettiği dönemde ‘ateşte yanmak pahasına’ Uhdudlar da, sabır da bu dinine hizmet kapsamındadır. Son ferdine kadar öleceklerini bilmelerine rağmen tuttukları nöbeti bırakmayan, kendilerini adadıkları akidenin savunuculuğunu terk etmeyenlere Rabbleri şu sözlerle karşılık verdi:

“İman edip salih ameller işleyenlere ise, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur.” (85/Buruc, 11)

Biz böyle inanıyoruz… PKK yıllardır tevhidî çalışmalara yönelik sürdürdüğü düşmanlık ve kinini kusacak fırsatı yakaladığını düşünmektedir. İslam’a savaş açmamış olacak, IŞİD adı altında tevhidî çalışmalara yönelik istediğini elde edecektir. Ve öyle bir yapıdır ki, istediklerini vermek onları durdurmayacak. Daha fazlasını talep etmeye sevk edecektir. Gidişat da bunu göstermektedir.

İstediklerini aldıkları veya ürktüklerini fark ettikleri yapılara her geçen gün yeni istekler dayatmaktadırlar. Bu istekler ‘çarşaflı kadınların sokaklarda görünmesi’ noktasına kadar ulaşmış durumdadır.

Böyle bir yapının karşısında maslahat gözetmek veya geri adım atmak sadece Müslümanlara karşı iştahlarını kabartacak ve dayatma listesinin maddelerini fazlalaştıracaktır.

Sabır, maslahat ve davet merhalesi söylemleri; henüz başlamamış ve başlama ihtimali olan olumsuz süreçlerin kavramlarıdır. Başlamış ve fiilî olarak saldırıya dönüşmüş bir sürecin değil…

Elbette, Müslümanların görevi davettir. Davet ise; çatışmadan, kavga etmeden inandığını anlatmaktır. Özellikle Türkiye gibi İslami hareketlere erken doğum yaptırmayı, onları kendi istekleri dışında farklı merhalelere çekmeyi ‘devlet politikası’ gibi uygulayan bir ülkede çok daha dikkatli olunması gerektiği izahtan varestedir.

Ancak burada saldırı, Müslümanların varlığınadır. Hedef; tevhidî Müslümanları ve davetlerini bitirmektir. Durum böyle olunca, müdafaa ve sebat, Müslümanların zorunlu olarak boyunlarının borcudur. Burada özellikle dikkat edilmesi gereken şey; insanları saldırıya ve çatışmaya değil, meşru müdafaaya ve çalışma sahalarında ‘ribata’ davettir. Bunun neye mâl olacağı hususunda farklı hesaplar içinde olmamalıyız. Her konuda öncülüğü misyon edinmiş ve burada yaptıkları fedakârlıklar, Allah ve müminler tarafından bilinen kardeşlerimize büyük görev düşmektedir.

Tevhid ve sünneti müdafaa ve İslami çalışmanın bekası için; paralel zulme direnen, zindanları mesken edinen, bir daha alınacağını bilmesine rağmen ‘ribatını’ terk etmeyenlere yeni bir görev düşmektedir.

Bu defaki fedakârlık özgürlüğümüze değil, canlarımıza da mâl olsa; canlarımız rıza-ı ilahiden, firdevs cennetlerinden ve tarihe şerefle yazılmaktan daha kıymetli değildir.

Ey gençliğini Allah’a adayan bu davanın yiğit muvahhidleri! Sizin dostunuz Allah, Rasûlü ve imtihanlarını başarıyla atlatmış sadık kardeşlerinizdir.

Sizin bunların dışında dosta, yardımcıya ve kendisiyle izzet bulacağınız kaynağa ihtiyacınız yoktur.

Birilerinin sizleri yardımsız bırakması moralinizi bozmasın. Sizleri hareket tarihinizden ders almaya davet ediyoruz. Siz hangi işinizde, yolun başında destek gördünüz ki, bu şerefli mücadelenizde destek görmeyi umuyorsunuz?

Akidenize ‘aşırılık’ diyerek yüz çeviren, net ve anlaşılır davetinize ‘tedbirsizlik’ diyenler bugün sizleri taklit etmiyor mu?

Ciddiyet ve vakarınızı, disiplin ve itaatinizi; kurbanı oldukları ‘post-modern cahiliye’ ile bağdaştıramadıkları için sizleri kıyasıya eleştiren, sofilikle suçlayanlar bugün sizden menhecini ithal etmiyor mu?

Davet merkezlerine ‘fişleme merkezi’ diyen, mescidlerinizi herc edenlerin mescid açma yarışını görmüyor musunuz?

Minnet, fazilet ve şükranlarımız Allah’adır.

Bu yaşananlardan ders almalıyız. Gidişatı değiştirmeyi görev bilenler; canlarını ortaya koymaktan çekinmeyen ve hayatta dikili ağacı olmayanların yardımsız bırakması ve muhalefetlerinden etkilenmeden yerlerinde sebat edenlerdir. Allah’a yemin olsun ki, sizler buna layık insanlarsınız!

Rabbimizden yardım istiyor ve O’nun yüceliğine sığınıyoruz.

Rabbimiz üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl, kâfirler topluluğuna karşı bize yardımcı ol.

Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver