Bir Felaketin Ardından

Allah’ın adıyla,

Allah’a hamd, Resûlü’ne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

“Andolsun ki sizleri biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve meyvelerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele! Onlar ki başlarına bir musibet geldiğinde: ‘Şüphesiz ki biz Allah’a aitiz/Allah’tan geldik ve hiç şüphesiz yine O’na döneceğiz.’ derler. Bunlar, Rablerinden üzerlerine bir övgü/destek ve rahmet olanlardır. Ve yine bunlar hidayete erenlerin ta kendileridir.”[1]

Ummu Seleme Annemizden (r.anha) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Başına musibet gelen hiçbir Müslim yoktur ki Allah’ın emrettiği gibi,

إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ، اللَّهُمَّ اؤْجُرْنِي فِي مُصِيبَتِي وَاَخْلِفْ لِي خَيْرًا مِنْهَا

‘ ‘Şüphesiz ki biz Allah’a aitiz/Allah’tan geldik ve hiç şüphesiz yine O’na döneceğiz.’[2] Allah’ım musibetim hususunda bana ecir ver ve bana bunun arkasından daha hayırlısını ihsan eyle.’ dediğinde Allah ona mutlaka ondan daha hayırlısını verir.”[3]

İbni Abbâs’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) sıkıntı ânında şöyle dua ederdi:

لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ الْعَظِيمُ الْحَلِيمُ، لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ، لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَرَبُّ الْأَرْضِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِِ

‘Ey Azîm ve Halîm olup kendisinden başka ilah olmayan Allah’ım! Ey göklerin ve yerin Rabbi olup kendisinden başka ilah olmayan ve büyük arşın sahibi olan Allah’ım!’ ”[4]

Esmâ binti Umeys’ten (r.anha) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) bana, ‘Sana sıkıntı zamanlarında okuyacağın birtakım kelimeler öğreteyim mi?’ dedi ve şöyle buyurdu:

اَللّٰهُ اَللّٰهُ رَبِّي لَا اُشْرِكُ بِهِ شَيْئًا

‘Allah, o Allah ki benim rabbimdir. O’na hiçbir şeyi ortak koşmam.’ ”[5]

Bir felaketin ardından söyleyeceğimiz ilk söz, “Şüphesiz ki biz Allah’a aitiz/Allah’tan geldik ve hiç şüphesiz yine O’na döneceğiz.” demektir. Darlıkta da genişlikte de, nimette de musibette de yalnızca O’nun (cc) kulu ve O’nun mülküyüz. O (cc) bizim rabbimizdir, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayız…

Her felaket bir ayet, her ayet de insanlığa yol gösteren bir öğretmendir. Ülkece yaşadığımız deprem felaketi de bizlere bir şeyler öğreten, yol gösteren ayetlerdendir. Bu ayki yazımızda deprem ayetinden öğrendiklerimizi yazmaya gayret edeceğiz. Çaba bizden, başarı Allah’tandır (cc).

Dilimizin Vahiyle Uyumlu Olması

Dindar insanlar, yaşadıkları her olayı din zaviyesinden okur, dinî kavramlarla değerlendirirler. Bu, gayet normal ve anlaşılır bir durumdur. Zira hayatın her alanında kul olduğunu bilen ve her olaya kulluk bilinciyle yaklaşan insanların, depremi de Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde anlayacağı bir gerçektir. Ancak bir başka gerçek şudur ki bazen dinin dili ile dindarın dili arasında bariz fark oluşabilmektedir. Din adına her konuşan, dini temsil edemeyebilmektedir. Bu tip felaketlerle karşılaşan Müslim, önce şu soruyu sormalıdır: Enbiya, yani imamlarımız, böylesi toplumsal felaketler karşısında nasıl bir dil kullanır, nasıl bir öncelikler fıkhı oluştururlardı?

İlk örneğimiz Mûsâ (as):

“Andolsun ki biz, Firavun ailesini düşünüp öğüt alırlar diye uzun yıllar kıtlık ve meyvelerden eksiltme ile imtihan ettik. Onlara bir iyilik geldiğinde: ‘Biz bunu hak ettik.’ derlerdi. Başlarına bir kötülük geldiğinde: ‘Musa’nın ve beraberinde olanların uğursuzluğudur.’ (derlerdi.) Dikkat edin! Onların uğursuzluk (saydıkları musibetlerin tamamı) Allah katındandır. Fakat onların birçoğu bilmezler. Demişlerdi ki: ‘Bizi büyülemek için ne ayet/mucize getirirsen getir, yine de sana iman etmeyeceğiz.’ (Bunun üzerine) ayrı ayrı ayetler/mucizeler olan tufan, çekirge, (bit, pire, böcek vb.) haşerat, kurbağalar ve kan yolladık üzerlerine. Yine büyüklenip kibre kapıldılar ve suçlu günahkâr bir toplum oldular. Azap üzerlerine çökünce: ‘Ey Musa! Senin yanında bulunan (Allah’ın) ahdiyle bizim için Rabbine dua et. Bu azabı bizden giderirsen, andolsun ki sana iman edecek ve İsrailoğullarını seninle beraber yollayacağız!’ demişlerdi. (Sözlerini tutup tutmayacaklarını sınamak için) bir zamana kadar azabı kaldırınca, (bir de ne göresin) onlar sözlerini bozmuşlar bile.”[6]

Küfür ve inatları nedeniyle Firavun ve avanesi türlü musibetlerle cezalandırıldı, doğal afetlerle sınandılar. Doğal afetlerle cezalandırılan Mısır halkı Mûsâ’dan (as) kendileri için dua etmesini istediler. Şayet başlarına gelen felaket sonlanırsa iman edeceklerine ve İsrailoğullarını Mûsâ (as) ile göndereceklerine söz verdiler… Mûsâ (as) onların talebine icabet etti, onlar için duacı oldu. Ne ki onlar sözlerini tutmadılar, Yüce Allah da onları yok edici azabıyla yakaladı, köklerini kuruttu. Burada dikkatimizi çeken nokta, Mûsâ’nın (as) onların talebine icabet ederek başlarına gelen musibetin sonlanması için elinden gelen çabayı göstermesi, yani duacı olmasıdır.

İkinci örneğimiz Allah Resûlü’nden (sav):

Abdullah ibni Mes’ûd’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

‘İnsanları bürüyüp kuşatacaktır. Bu, can yakıcı bir azaptır.’[7] ayetinde sözü edilen azap gerçekleşmiştir. Kureyş’in kendisine karşı isyanı sürdürmek istemesi üzerine Nebi (sav), Yûsuf Nebi Dönemi’nde yaşanan yedi kıtlık yılının onların başlarına gelmesi için beddua etti. Bu yüzden müşrikler, kıtlık ve zorlukla karşı karşıya kaldılar. Öyle bir duruma düştüler ki kemikleri yiyorlardı. Bu sırada içlerinden biri göğe baktığında içinde bulundukları zor durumdan dolayı kendisi ile gök arasında bir duman gördü. Bunun üzerine Yüce Allah şu ayeti indirdi:

‘O hâlde, göğün apaçık bir dumanla geleceği günü gözetle. İnsanları bürüyüp kuşatacaktır. Bu, can yakıcı bir azaptır.’[8]

Sonra Nebi’nin yanına geldiler ve ona, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Allah’tan Mudar’a yağmur vermesini dile! Zira onlar helak oldu.’ dediler.

Nebi de (sav), ‘Mudar’a mı? Doğrusu sen çok ileri giden birisin!’ dedi. Sonra Nebi (sav) onlar için yağmur diledi ve bunun üzerine yağmur yağdı. Akabinde de şu ayet indi:

‘Biz, kısa bir süreliğine azabı sizden gidereceğiz, (fakat) siz, yine (şirke) dönecek olanlarsınız.’[9]

Kureyşli müşrikler refaha kavuşunca refah döneminde içinde bulundukları hâle döndüler. Bunun üzerine Yüce Allah, ‘En büyük yakalayışla yakalayacağımız gün, hiç şüphesiz biz, intikam alıcılarız.’[10] ayetini indirdi. Bu ayetteki yakalama ile Bedir Savaşı kastedilmiştir.”[11]

Bazı rivayetlerde bu dua talebine gelen kişinin Ebû Sufyan olduğu belirtilir.[12] Allah Resûlü (sav) onlara beddua etmesine ve onların ıslah olmayacağını bilmesine rağmen dua taleplerine icabet etmiş, başlarına gelen musibetin sonlanması için elinden geleni ortaya koymuştur.

İki imamımızın örnekliğinden anlıyoruz ki; bir kavmin başına musibet geldiğinde, kimliklerine bakmaksızın o musibetin kalkması için çaba gösterilir. Musibetin nedeni onların zalimliği ve nebilerin bedduası olsa dahi durum değişmez. Başa gelen musibetlerin nedenlerini konuşmak, musibete uğrayan kavmi suçlamak… nebilerin metodu değildir. Çünkü ev yanarken aslolan yangını söndürmek, yananların kurtuluşu için çabalamaktır. Yangının nedenleri ve çözüm yolları, yangın söndürüldükten sonranın konusudur.

Kader ve Şeriat Dengesi

Dengeli bir kulluk için, Kader ile Şeriat dengesini iyi kurmak zorundayız. Zira kulluk sorumluluğumuzun bir bölümü şer’i yasalara, bir bölümü de kevnî/kaderî yasalara bakar. Bu iki İlahi yasa arasında denge kurulmazsa kulluğun dengesi, yani istikameti bozulur. Kader yasasından kastımız Allah’ın (cc) her şeyi bildiği,[13] bilgisini yazdığı,[14] yazdıklarını dilediği[15] ve yaratıp takdir ettiğidir.[16] Başta deprem olmak üzere tüm yaşananlar bu dört ilke ışığında anlaşılmalıdır. Şer’i yasalardan kastımız ise Yüce Allah’ın yaşanan olaya dair insana yüklediği sorumluluklar, insanın mesuliyetler karşısında takındığı tavır ve bu iradi tavrın şer’i karşılığı meselesidir. Allah (cc) bize kadere imanı emrettiği gibi şeriata boyun eğmeyi de emreder. Yani başımıza gelen her musibetin Allah’ın (cc) ilmi, iradesi, izni ve yaratmasıyla olduğuna inandığımız gibi şeriatın suçlu kabul ettiklerini tespit etmemiz ve sorumluları cezalandırmamız da gerekir.

“Deprem Allah’ın (cc) kaderidir.” dediğimizde “Deprem Allah’ın (cc) izni ve iradesiyle gerçekleşti.” demiş oluruz. Ardından şer’i yasalara yönelmemiz gerekir: Fay hattının üzerine yapı inşa edilmesine kim müsaade etti? Deprem yönetmeliğine aykırı yapılara kim ruhsat verdi? Yıkılması gereken binaların ömrünü imar aflarıyla kim uzattı? Ruhsat aldıktan sonra binalarda değişiklik yaparak kimler hatalı davrandı?.. Bu soruların cevabı suçlu günahkârların tespit edilmesi ve cezalandırılması için elzemdir. Zira deprem bir kaderse, ki öyledir, gerekli tedbirleri almayarak cinayete sebep olmak da bir suçtur ve bir karşılığı vardır. Depremin Allah’tan (cc) olduğuna inanmak da suçluları cezalandırmak da dinimizin, Kadere ve Şeriata olan imanımızın gereğidir.

Şirk toplumları Kader ve Şeriat dengesini yitirmiş toplumlardır. Modern şirk toplumları Allah’ın (cc) kaderini yok sayan, her şeyi doğa yasalarıyla açıklamaya çalışan inkârcı ve azgın toplumlardır. Geleneksel şirk toplumları ise her şeyi kadere fatura edip insan sorumluluğunu yok sayan, yani Allah’a (cc) iftira eden müfteri toplumlardır. Biz doğu toplumlarında birinci eğilim olmakla birlikte daha ziyade ikinci eğilim mevcuttur. Bunun bir nedeni de Doğu toplumlarında siyasetin dine musallat oluşu ve sömürü düzenini dinle meşrulaştırma çabasıdır. Doğu toplumlarında görülen her türlü güzellik kralın, sultanın, hakanın, başkanın, reisin, ağanın… başarısı; her türlü olumsuzluk da kaderin tecellisi, Allah’ın (cc) iradesidir… Elbette Yüce Allah seküler toplumların azgın ve inkârcı tavrından da geleneksel toplumların iftiracı tavrından da berîdir, münezzehtir. O (cc), doğaya bazı yasalar yerleştirdiği gibi insana da o yasalara karşı tedbir alacak akıl ve donanım bahşetmiştir. Mümin olsun, kâfir olsun fark etmez; O’nun (cc) verdiği akılla tedbir alanlar, hazırlık yapanlar ve yeryüzünü imar edenler, O’nun (cc) koruması altındadır. Japonya klasikleşmiş ancak öğretici örneklerdendir. Deprem kuşağında olan Japonya’da 8 ve 9 şiddetlerinde depremler olsa da birkaç dakikalık sarsıntıdan sonra hayat akmaya devam etmektedir. Bunun nedeni Japonların deprem ülkesi olduklarının bilincine varıp depreme karşı mühendisî tedbirler almalarındandır. Bunca tedbirden sonra depremde can kaybı olursa bir Japon Müslim gönül rahatlığıyla, “Allah’ın (cc) dilediği oldu.” deme hakkına sahiptir. Ancak bizim gibi tedbir almayan ülkelerin yapması gereken, suçluları cezalandırmak ve depreme yönelik tedbirler almaktır. Ondan da öncelikli olan, sorumluluğu kadere fatura ederek Allah’a (cc) iftira etmeyi bırakmaktır. Kaldı ki bu depremde de görüldüğü üzere depremden en çok etkilenen bölgelerde bile usullere uygun inşa edilmiş binalara hiçbir şey olmamış, tek bir camları bile kırılmamıştır.

Mademki Deprem Ülkesiyiz!

Mademki deprem ülkesiyiz; tüm hazırlıklarımızı buna göre yapacak, tedbirlerimizi alacağız. Ev yapanlarımız depreme uygun yapılar inşa edecek, ev alanlarımız deprem testlerinden geçmiş güvenli yapılardan ev almaya gayret edecek. Her birimiz deprem ânında bilinçli davranabilmek için gerekli bilgileri edinecek, deprem için gerekli hazırlıkları yapacak. Cemaatlerimiz arama kurtarma ekipleri oluşturacak, imkânları nispetinde depremzedelere yardım için ön hazırlık yapacak…

Yaşadığımız depremlerin hiçbiri sürpriz değil. Kahramanmaraş depreminden kırk sekiz saat önce dahi bazı uzmanlar, bölgede büyük bir deprem beklendiğine dair uyarılarda bulunmuştu. Uzun zamandır ve özellikle de şu günlerde Kuzey Anadolu Fay Hattı’na, bilhassa İstanbul’a dair uyarılarda bulunuyorlar. Yüce Allah’ın nefislerimizde ve ufuklarda gösterdiği ayetlerle insanoğlu fay hareketliliğini takip edebiliyor, öngörülerde bulunabiliyor. Mademki deprem ülkesiyiz ve yaşadığımız Kahramanmaraş depremi son deprem olmayacak; öyleyse Allah’ın (cc) ayetlerini gören, anlayan ve gerekli dersleri alarak akleden kalplerle hareket edecek ve her birimiz elimizden geleni yapacağız. Kalpleri katılaştığı için akletmeyen, Allah’ın (cc) gösterdiğini görmeyen, nefisleri kendilerine unutturulduğu için maddi ve manevi maslahatları elde edemeyen gafiller gibi olmayacağız. Akıllı insanlar/toplumlar yaşananlardan ibret alır, maddi ve manevi hazırlık içinde olurlar. Gafiller ise birkaç gün ah vah edip hayatlarına kaldıkları yerden devam ederler, felaket kendi başlarına gelene dek yaşamlarında bir şey değişmez.

Doğal Afetler Şer’i Sınırları İptal Etmez!

Bizler musibette de afiyette de Allah’ın (cc) kullarıyız, şer’i sorumluluklarımız vardır. Yaşadığımız doğal afetler kulluk sorumluluğumuzu ve şer’i sınırları iptal etmez. Atacağımız her adımda “Bu meşru mudur?” sorusunu sormalı, afet duygusallığıyla yanlış şeyler yapmamalıyız.

Örneğin İslam hukukunda yalan söylemek ile yalanı yaymak arasında hiçbir fark yoktur; her iki eylemin sahibi de fasıktır, yalancıdır:

“Her duyduğunu aktarması kişiye yalan olarak yeter.”[17]

Deprem bölgesiyle ilgili haberlerin acıklı olması, o haberi yaymak için yeterli değildir. Haberin doğru olduğundan emin olma sorumluluğumuz vardır. Sonra haber doğru olsa bile o haberin toplum psikolojisi üzerindeki etkisini hesaba katmalı, ümitsizlik ve paniğe neden olacak haberleri yaymamalıyız:

“Onlara emniyete ya da korkuya dair bir haber geldiğinde (haberin olumlu olumsuz etkisini hesaba katmadan) onu yayarlar. Şayet onu (kimseye anlatmadan önce) Resûl’e ya da yöneticilerine götürselerdi, olaylardan sonuç çıkarma kabiliyeti olanlar, o haberin (doğru mu, yanlış mı, bırakacağı etki faydalı mı, zararlı mı) hakikatini bilirlerdi. Allah’ın sizin üzerinizde lütfu ve rahmeti olmasaydı azınız müstesna, şeytana uymuştunuz.”[18]

Musibet ânında muvahhidlerin görevi Allah’a (cc) karşı hüsn-ü zannı güçlendirmek, insanların moralini yüksek tutmaktır. Musibet ânında ihtiyaç duyduğumuz güç, umuttur. Beden gücüyle aşılamayan nice zorluk umut dolu bir kalp ve Allah’a (cc) hüsn-ü zanla aşılır. Bir bilginin önünü arkasını, toplum üzerindeki etkisini hesaba katmadan onu yayanlar; İslami öğretilerle terbiye olmamış, şeytanın adımlarına uyan insanlardır.

Bir diğer mesele şudur: Her insanın saygınlığı ve saygınlığına bağlı olarak mahremiyeti vardır. Birinin özel mülküne izinsiz giremediğimiz gibi izinsiz fotoğraflarını da paylaşamayız. Hangimiz yıkıma uğramış, mahremiyeti çiğnenmiş hâlde fotoğraflarımızın paylaşılmasını isteriz? Kendimiz için istemediğimizi başkası için de istemeyeceğiz. Daha fazla ah vah edebilmek için insanların acısını istismar edemeyiz. Depremin kendisi yeterli bir felaket, kalbi olanları sarsacak bir acıdır. İnsanların yıkıma uğramış fotoğraflarıyla depremin büyüklüğünü gösteremeyiz, ancak kul hakkına gireriz.

Büyük Afetler Büyük Değişimlerin Habercisidir!

Tarihçi ve ümran biliminin kurucusu İbni Haldun (rh) yaşadığı dönemin doğal afetlerinden olan veba salgını için şöyle der: “Derken o korkunç veba doğuda da batıda da ümrana saldırdı ve bizim kuşaktan önemli bir kısmını alıp götürerek milletleri kırdı geçirdi. O felaket, medeniyetin/ümranın kıymetli birikimlerinin çoğunu sildi süpürdü. İhtiyarlamış, vadeleri yaklaşmış hanedanları, beklenmedik bir anda yakaladı, güçlerini zayıflattı, ömürlerini kısalttı. Devletler kaybolup yok olmaya doğru gittiler. Nüfusla birlikte yeryüzünün ümranı da azaldı. Şehirler, evler boşaldı, yollar silindi, köyler ıssızlaştı, hanedanlar ve kabileler zayıfladı. Yaşanılan dünyanın çehresi değişti… Böylesine genel bir altüst olunca sanki varlıkların tamamı değişmiş, sanki bütün dünya başkalaşmış gibi oldu. Sanki yeni bir yaratılış, yeni bir dünya ortaya çıktı…”[19]

İbni Haldun’un yaptığı tespitler Mağrib özelinde evrensel tespitlerdir. İnsanlık tarihi şahittir ki büyük depremler, salgınlar, savaşlar… toplum yapısında köklü değişiklikler yapmış; ekonomi, siyaset ve bayındırlık bu değişimden nasibini almıştır. Hiç şüphesiz yaşadığımız deprem de Türkiye toplumunda köklü değişikliklere sebep olacaktır. Bunun en yakın şahidi 99 depremidir. 99 depremi Türkiye’de bir asırlık parantezi kapatmış, Kemalist askerî cunta iktidarını yerle bir etmiş; gettolara itilen muhafazakârları iktidara taşımıştır. Yaşadığımız depremin de siyasi arenada etkileri olacağı, bazı parantezleri kapatıp yeni parantezler açacağı muhakkaktır. Muvahhidler, Yüce Allah’tan bu sürecin hayrını istemeli, cahiliyenin tüm itikadi ve ahlaki kirlerinden uzak durarak kulluk sorumluluklarını yerine getirmelidir. Neyin hayır neyin şer olduğunu bilecek olan yalnızca Allah’tır. O (cc), en hayırlı koruyucu ve merhametlilerin en merhametlisidir.

Davet Sorumluluğu!

Büyük afetlerin bir diğer etkisi; insanları fabrika ayarlarına döndürmesi, Rabblerini hatırlamalarına vesile olmasıdır. Yani afet sonrası kalpler Allah’a (cc) yönelmiş, hayrı kabule hazır hâle gelmiştir. Dikkatli bir dil kullanarak bu insanları Allah’a (cc) ve tevhide davet etmek; Kur’ân ve Sünnetle buluşmalarını sağlamak her birimizin görevidir. Umulur ki Allah (cc) bu felaketi yeni bir doğuşa, arınmaya ve tevhid üzere kulluğa vesile kılar.

Afete uğrayan insanlar hassaslaşır, hâliyle onlara davet yaparken özenli bir dil kullanmak gerekir. Amacımız depremin nedenlerine yoğunlaşarak insanları suçlamak değil, onlara yaratılış gayelerini hatırlatmak ve Allah’a (cc) yönelip kalplerinin tevhidle tanışmasını sağlamaktır…

İçimizdeki Sefihler ve Kapıdaki Tehlike

“İçimizdeki sefihlerin/kıt akıllıların yaptığından dolayı bizi helak mı edeceksin? O, senin sınamandan başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırır, dilediğini de hidayet edersin. Sen, bizim velimizsin/dostumuzsun. Bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.”[20]

Büyük felaketlerden sonra toplumda öfke açığa çıkar ve toplumsal öfke ortak bir hedefe yönelir. 99 depremini baz alırsak, toplumsal öfke siyasi iktidara yönelmiş ve akabinde siyasi değişikliğe neden olmuştu. Bugün ise bu öfke bilinçli olarak Suriyeli mazlumlara yönlendirilmek isteniyor. İçimizdeki istihbarat artığı kafatasçı siyasetçiler, yalan haberler ve bilinçli toplum mühendisliğiyle Suriyelileri topluma hedef gösteriyor. Bu provokasyonun sonuçlarını hesaba katamayan kıt akıllılar, bir başka toplumsal felaketin zemin taşlarını döşüyor. Anadolu insanı yardımseverdir, eyvallah; ancak aynı zamanda duygusal bir toplumdur ve kışkırtılmaya müsaittir. Daha önce Rumlara, Ermenilere, Alevilere… karşı kışkırtılmış, kıyamete dek utanç duyacağımız hadiseler yaşanmıştır.

Suriyelilere yönelik her habere dikkatle yaklaşmalı, bu mazlum halkın on yıldır çektiği çileye bir çile de biz eklememeliyiz. Uzun yıllardır Suriyelileri hedef gösteren bir zihniyetin olduğunu hatırda tutmalı, kafatasçı istihbarat artıklarına inat, mazlum insanları imkânlarımız dâhilinde korumalıyız.

Dünya Hayatının Misali ve Allah’ın Çağrısı

“Bilin ki; dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, aranızda övünme (aracı), malları ve evlatları çoğaltma (yarışından) ibarettir. (Bitirdiği) ekin çiftçilerin hoşuna giden yağmur gibi. (Göz alıcı tazelik ve canlılıktan sonra) kuruyuverir, onun sapsarı olduğunu görürsün. Sonra da etrafa saçılan kırıntılara dönüşür. Ahiretteyse çetin bir azap, Allah’tan bağışlanma ve razılık vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir faydalanmadan başka bir şey değildir. Rabbinizin mağfiretine ve genişliği gök ve yerin genişliği gibi/kadar olan cennete koşun. (O,) Allah’a ve resûllerine iman edenler için hazırlanmıştır. Bu, Allah’ın lütuf ve ihsanıdır, onu dilediğine verir. Allah, büyük bir lütuf sahibidir. Yeryüzünde veya nefislerinizde meydana gelen her musibet, onu yaratmadan önce mutlaka bir Kitap’ta yazılıdır. Şüphesiz ki bu, Allah’a kolaydır. (Her şeyin Levh-i Mahfuz’da yazılı olması) elinizden kaçana üzülmemeniz, size verilenle de şımarmamanız içindir. Allah, kibirli ve böbürlenen kimseleri sevmez.”[21]

Okuduğumuz ayet, Yüce Allah’ın dünya hayatı için verdiği misallerden biridir. Ne acı ki insanoğlu başına yıkıcı bir felaket gelmeden, dünya hayatının hakikatini kavrayamamaktadır. Bazen dünyanın ardında koşuşturmaktan; onun oyun, eğlence ve övünmesiyle oyalanmaktan Rabbini ve kulluk sorumluluklarını unutabilmektedir. Oysa hoşumuza giden meskenler, kesada uğramasından korktuğumuz ticaret, kendisiyle övündüğümüz çocuklar ve mallar; en nihayetinde geçici dünyevi lezzetlerdir. En küçük bir musibetle bizi yüzüstü bırakmakta, yok olup gitmektedir. Felaketler her birimize bu hakikati hatırlatmak, bugün bize asli sorumluluklarımızı unutturan her şeyin bir gün bizi yüzüstü bırakacağını hissettirmek içindir. Yüce Allah bizi daha hayırlı olana, mağfiretine ve cennetine davet etmekte; bunun için de Allah’a ve Resûl’üne iman etmemizi istemektedir.

Okuduğumuz ayetler, sahabe toplumunu Allah (cc) yolunda infaka davet eden İlahi çağrıdan sonra nazil olmuştur:

“Allah’a ve Resûl’üne iman edin. Sizi, kendisinde yetkili kıldığı (mallardan) infak edin. Sizden iman edip infakta bulunanlara büyük bir mükâfat vardır. Size ne oluyor ki; Resûl sizi Rabbinize iman etmeye davet ettiği hâlde, Allah’a iman etmiyorsunuz? Hem muhakkak ki sizden, (iman edeceğinize dair) kesin bir söz almıştı. Şayet iman etmiş kimselerseniz (bu çağrının ve sözünüzün gereğini yerine getirin). Sizi, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, kulunun üzerine apaçık ayetler indiren O’dur. Şüphesiz ki Allah, sizlere karşı (şefkatli olan) Raûf ve (merhametli olan) Rahîm’dir. Göklerin ve yerin mirası Allah’a ait olmasına rağmen, ne oluyor size ki infak etmiyorsunuz? İçinizden, fetihten önce infakta bulunup savaşan (kimse, böyle olmayanla) bir olmaz. Bunlar Allah katında, fetihten sonra infak edip savaşanlardan daha büyük bir dereceye sahiptir. (Bununla beraber) Allah, hepsine güzellik vadetmiştir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a güzel bir borç verip de Allah’ın ona kat kat fazlasını vereceği o (bahtiyar) kimdir? Ve onun için değerli bir mükâfat vardır.”[22]

Sonra dolaylı olarak insanları Allah yolunda infaktan alıkoyan sebepleri izaha koyulmuştur. Sureye göre ilk neden kalplerde var olan hastalık, yani nifaktır.[23] İkinci neden, zamanın uzamasıyla kalplerin katılaşması, hayra karşı isteksizliktir.[24] Üçüncü neden ise yukarıda okuduğumuz ayetler, yani dünya sevgisi ve dünyayla oyalanmaktır. Evet, dünyanın oyalayıcılığından kurtulmanın yolu, onun hakikati üzerine tefekkür etmek ve Allah yolunda “malik olduklarımızdan” infak etmektir. Malımızı, gençliğimizi, vaktimizi, yeteneklerimizi; hiçbir şey bulamıyorsak duamızı, tebessümümüzü ve umut aşılayan kelimelerimizi harcamaktır.

Şayet depremden hissemize bir şey düşecekse bu, Rabbimizin şu sözleri olsun:

“İman edenlerin, Allah’ın zikrine ve (Kur’ân ayetlerinden) inen hakka karşı kalplerinin yumuşamasının zamanı gelmedi mi? Bundan önce kendilerine Kitap verilen, uzun bir zamanın geçmesiyle de kalpleri katılaşan ve birçoğu da fasık olan kimseler gibi olmasınlar. Bilin ki Allah, ölümünden sonra yeryüzüne hayat verir. Akletmeniz için ayetleri size açıkladık. Hiç şüphesiz, sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar ve Allah’a güzel bir borç verenler, onlara (ecirleri) kat kat arttırılır ve onlar için değerli bir mükâfat vardır. Allah’a ve resûllerine iman edenler, işte bunlar, Rableri katında sıddıklar (özü sözü doğru olanlar) ve şehitlerdir/şahitlerdir. Onlara mükâfatları ve nurları vardır. Ayetlerimizi inkâr edip yalanlayanlarsa işte bunlar, cehennem ehlilerdir.”[25]


[1]. 2/Bakara, 155-157

[2]. 2/Bakara, 156

[3]. Müslim, 918

[4]. Buhari, 6346; Müslim, 2730

[5]. Ebu Davud, 1525; İbni Mace, 3882

[6]. 7/A’râf, 130-135

[7]. 44/Duhân, 11

[8]. 44/Duhân, 10-11

[9]. 44/Duhân, 15

[10]. 44/Duhân, 16

[11]. Buhari, 4821; Müslim, 2798

[12]. bk. Buhari, 4824

[13]. bk. 6/En’âm, 59

[14]. bk. 22/Hac, 70

[15]. bk. 76/İnsân, 30

[16]. bk. 39/Zumer, 62

[17]. Müslim, Mukaddime, 5

[18]. 4/Nisâ, 83

[19]. Mukaddime, İbni Haldun, Timaş Yayınları, s. 61 (çev. Cemal Aydın)

[20]. bk. 7/A’râf, 155

[21]. 57/Hadîd, 20-23

[22]. 57/Hadîd, 7-11

[23]. bk. 57/Hadîd, 12-15

[24]. bk. 57/Hadîd, 16-19

[25]. 57/Hadîd, 16-19

Önerilen makaleler

1 Yorum

  • Aişa 1 yıl önce Cevapla

    Allah Subhanə va Teale Ebu Hanzala kardeşimizi esaretden kurtarsın. Allah ilmine bereket versin Allahumme Amin.

Cevap Ver