Zühre: Parıldayan Bir Gezegen

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…

Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım.

“O, gökte de ilah olandır yerde de ilah olandır. O, (hüküm ve hikmet sahibi olan) El-Hakîm, (her şeyi bilen) El-Alîm’dir. Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yalnızca kendisine ait olduğu (Allah) ne yücedir. Son saatin (kıyametin) bilgisi O’nun katındadır ve O’na döndürüleceksiniz.”[1]

Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri yoktan var eden, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’a hamd, bizlere Allah’ın ayetlerini okuyan, bizleri arındıran, bizlere Kitab’ı ve hikmeti öğreten Peygamberimize salât ve selam olsun. Yüce Rabbimizin sonsuz ilim ve kudretiyle yarattığı gökyüzü süsleri olan gezegenleri yakından tanımaya devam ediyoruz. Önceki sayılarımızda Güneş’e en yakın gezegen olan Utarid’i (Merkür) inceledikten sonra sıradaki konuğumuz, Güneş’e olan uzaklığına göre ikinci sırada bulunan ve Dünyamıza en yakın gezegen olan Zühre (Venüs) olacak, inşallah.

Mariner 10 uzay aracı tarafından Zühre gezegeninin 1974 yılında çekilmiş fotoğrafı (NASA/JPL-Caltech)

Güneş ve Ay’dan sonra Dünya semasında en parlak görünen gök cismi olan Zühre, Güneş’e en yakın ikinci gezegen ve bizim en yakın komşumuzdur. Yörüngesi Dünya’nınkine göre Güneş’e daha yakın olduğundan yeryüzünde sadece Güneş doğmadan önce şafak vaktinde doğu ufkunda veya Güneş battıktan sonra alacakaranlık vaktinde batı ufkunda gözlemlenebilir. Bu yüzden Zühre, halk arasında akşam yıldızı, sabahyıldızı veya tan yıldızı olarak da isimlendirilir. Çoban Yıldızı veya Çolpan olarak da bilinmektedir. Bizim toplumumuzda kadın ismi olarak da kullanılan “Zühre” ise Arapça “parlak olan, beyaz güzellik” anlamına gelmektedir. Güneş’e ve Dünya’ya olan yakınlığı ve boyut olarak da neredeyse Dünyamız kadar büyük olması nedeniyle geceleri gökyüzünde Ay’dan sonra en parlak gök cismi olduğu için Araplar bu gezegene aydınlanmış, parlak beyaz anlamında Kevkebu’z Zuhra (Zühre Gezegeni) ismini vermişler.

Yörünge Özellikleri[2]

Günöte:                                 ~ 108.939.000 km

(Güneş’e en uzak olduğu zaman)

Günberi:                                ~ 107.477.000 km

(Güneş’e en yakın olduğu zaman)

Yarı Büyük Eksen:                  ~ 108.208.000 km

(Güneş’e ortalama uzaklığı)

Dış Merkezlik:                        ~ 0,0067

(Yörünge basıklığı)

Yörünge Periyodu:                  ~ 224 gün

(Güneş etrafında dolanım süresi)

Ortalama Yörünge Hızı: ~ 35 km/sn (1 saniyede 35 km)

Yıldızıl Dönme Süresi: – 243 gün (Ters yönde)

(Sabit bir yıldıza göre gezegenin kendi ekseni etrafındaki dönüş süresi)

Eksen Eğikliği:                                   2,640

(Gezegenin kendi etrafındaki dönme ekseni ile yörünge ekseni arasındaki açı)

Zühre’nin Tarihçesi

Zühre (Venüs) gezegeni; Ay, Güneş, Utarid (Merkür), Merrih (Mars), Müşterî (Jüpiter) ve Zuhal (Satürn) ile birlikte gökyüzündeki görünür hareketlerinin diğer yıldızlardan farklılığıyla tanınan yedi gök cisminden biri olarak tarihî çağlardan beri bilinmektedir. Günümüze ulaşan en eski gök bilimsel belgelerden biri olan ve MÖ 7. yüzyıla ait olduğu düşünülen Ammisaduka tabletinde Babillilerin MÖ 1700-1400 yılları arasında yaptıkları Zühre gözlemlerinden bahsedilir. Antik Yunan’da sabahyıldızı olarak görüldüğünde “Phosphorus”, akşam yıldızı olarak görüldüğünde ise “Hesperus” olmak üzere iki ayrı ad taşımaktaydı. Roma imparatorluğu zamanında bu gezegen, politeist (çoktanrılı/putperest) insanlar tarafından güzellik tanrıçası Venüs ile özdeşleştirilip adına yapılan tapınaklarda kendisine tapınılmıştır. Günümüzde yaygın olarak kullanılan ismi de buradan gelmektedir. Eski Mezopotamya (Sümer, Akad, Babil, Keldani uygarlıkları), Orta ve Güney Amerika (Maya, Aztek, İnka toplumları) ve Uzak Doğu (Çin, Japonya, Kore) kültürlerinde de Zühre gezegeninin önemli bir yeri olmuştur. Antik Mezopotamya Dönemi’nde yaşamış İbrâhîm Peygamber’in (as) büyük ihtimalle içinde yetişmiş olduğu Akad İmparatorluğu’nun ardılı olan Asur, Babil ve Keldâni toplumlarında da bu gezegene -geceleri çok parlak göründüğü için- özel bir önem verilip ibadet edilmiştir.

Keldâniler astroloji ve gökyüzüyle ilgili araştırmalarda çağdaşı olan diğer kavimlere göre çok ilerilerdi. Babil ezoterik (gizemli) bilimlerini, özellikle kâhinliği tekellerinde tutan ve bunları bütün Akdeniz havzasına yayan Mezopotamyalı rahip, bilgin ve kâhinlere Yunanlılar ve Latinler “Kaldeliler” diyorlardı. Batı’nın bütün ezoterizm (gizli bilim) geleneği Keldânileri ata olarak kabul eder.

Grekoromen dünyası için Keldâniler her şeyden önce müneccimlerdi (yıldız falcısı). Onlar astronomik gözlemler yapmak için çok katlı kuleler yapıyor, gökyüzünü ve atmosferi incelemek suretiyle geleceğe yönelik kehanetlerde bulunuyorlardı. Doğu menşeli sihirbaz, büyücü ve müneccimler arasında Keldânilerin ayrı bir yeri vardı. Sümer-Akkad ilminin mirasçısı olan Keldâniler, Mezopotamya (batıl) dinlerinin menşeine kadar giden birtakım formül ve uygulamaları bütün dünyaya yayıyorlardı.[3]

“(Ve tuttular) şeytanların Süleyman’ın mülkü üzerine uydurdukları (batıl yalanların) peşine takıldılar. Süleyman kâfir olmadı fakat şeytanlar kâfir oldular. İnsanlara sihri ve Babil’deki iki meleğe, Harut ve Marut’a indirilen şeyleri öğretiyorlardı. ‘Biz ancak bir imtihanız/dinin için fitneyiz. Sakın küfre girme.’ demeden kimseye onu öğretmiyorlardı. Onlardan kadınla kocanın arasını ayıracak (sihri) öğreniyorlardı. Allah’ın izni olmadan o (sihirle) kimseye zarar verecek değillerdir. (Hakikatte) onlara zarar verip faydası olmayan bir şey öğreniyorlardı. Andolsun ki (o sihri) satın alanın ahirette hiçbir nasibinin olmadığını çok iyi biliyorlardı. Nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür. Keşke bilselerdi!”[4]

Keldânilerden İslami kaynaklar da bahsetmektedir. İbnu Nedîm eski Keldânilerin ilk Babil dönemi halkından olduklarını belirtmekte ve El-Fihrist adlı eserinde[5] Harranlı putperestlerin Keldânilerden olduğunu anlatmaktadır.

Mes’udî de kitabında[6] Keldâniyyûn diye bilinen Babil krallarından bahsetmektedir. Sosyoloji biliminin kurucusu olarak kabul edilen İbn Haldun, Mukaddime isimli eserinde[7] Keldânilerin sihir ve büyüyle meşgul olduklarına temas etmiştir.

İşte Allah’tan başka put, heykel, gök cismi vs. gibi varlıklara ilah diye tapınılan; sihir, büyü, falcılık, kehanet gibi batıl işlerle uğraşan müşrik bir toplum içinde bir hanif olarak gönülden Allah’a (cc) kulluk yapan ve tek başına bir ümmet olan İbrâhîm Peygamber (as); toplumunun ibadet ettikleri bu varlıkların ilah olamayacağını alegori[8] yaparak, Yüce Allah’ın kendisine verdiği hüccetle onlara anlatmaya çalışıyordu:

“Gece onu bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş: ‘Bu benim Rabbimdir.’ demişti. Yıldız batınca da: ‘Şüphesiz ki ben batanları sevmem.’ demişti. Ay’ın doğduğunu görünce: ‘Bu benim Rabbimdir.’ demişti. Onun da battığını (görünce de): ‘Şayet Rabbim beni hidayet etmezse andolsun ki sapıklar topluluğundan biri olurum.’ demişti. (Sonra) Güneş’in doğduğunu görmüş ve: ‘Bu benim Rabbim olsa gerek; bu en büyüktür.’ demişti. Güneş batınca da: ‘Ey kavmim! Şüphesiz ki ben, sizin şirk koştuklarınızdan berîyim/uzağım.’ demişti. ‘Şüphesiz ki ben, yüzümü hanif olarak, gökleri ve yaratana çevirdim. Ve ben, müşriklerden de değilim.’ ”[9]

“İbrâhîm’in (as) kullandığı üslubun, Allah’ın (cc) ona öğrettiği bir hüccet olduğunu söylemiştik. Bu, kavminin kabullerini esas alarak onları adım adım hakikate ulaştırma metodudur. Şöyle ki; kavmi, gök cisimlerini tazim ediyor, onları Allah (cc) ile aralarına aracı kılıyorlardı. Onlara dua ediyor, kurban kesiyor, yani onlara ibadet ediyorlardı. İbrâhîm (as) onlara, batıp yitenin ilah olamayacağını göstermek istedi.”[10]

Şimdi gelin, birlikte İbrâhîm Peygamber Dönemi’nde kendisine bir ilah gibi tapınılan bu batıp giden yıldız hangisi, biraz tefekkür edelim. Tefekkür etmeye başlamadan önce belki içinizden “Bu gezegenin hangisi olduğunu öğrenmenin bize ne faydası olacak? Zaten çok önemli olsaydı Rabbimiz bize onu bildirirdi.” diye bir düşünce geçmiş olabilir. Evet, bu haklılık payı olan bir düşüncedir. Zira Kur’ân-ı Kerim’e genel olarak baktığımızda Rabbimizin bizlere anlattığı peygamber kıssalarında ve birtakım salih insanların başından geçen olaylarda yer, mekân, tarih, şahıs isimleri gibi ayrıntılı bilgilerin çok verilmediğini görmekteyiz.[11] Vahyin üslubunun bu şekilde olmasının hikmetlerinden biri de Rabbimizin vahyine muhatap olan kişinin hangi çağda ve coğrafyada yaşıyor olursa olsun anlatılan kıssayı okurken alınması gereken dersleri/ibretleri/öğütleri açık, anlaşılır bir şekilde idrak edebilmesi; bir diğeri de Kur’ân boyunca altı çizilerek sürekli vurgulanan tevhid (Allah’tan başka ilah olmadığı) inancının kalplere net ve sağlam bir şekilde nakşedilmesini sağlamak olabilir. Zira Rabbimiz bir ayette şöyle buyurmaktadır:

“Bu (Kur’ân) onunla uyarılsınlar, (Allah’ın) ancak tek bir ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsın diye insanlara bir mesajdır.”[12]

Yine bir başka ayette de Rabbimiz, peygamber kıssalarının ve genel olarak Kur’ân’ın anlatılış amaçlarını şu şekilde bildirmektedir:

“Andolsun ki onların kıssalarında, akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur’ân) öyle uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat kendinden önceki (Kitapları) doğrulayıcı ve her şeyi detaylı açıklayan, mümin topluluk için de hidayet ve rahmettir.”[13]

Bu ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere peygamberlerin (as) kıssalarının anlatılış gayelerinden birinin akıl sahiplerinin ibret alıp kendi hayatları için dersler çıkarması olduğunu söyleyebilir, genel olarak Kur’ân’ın indirilmesindeki gayelerden birkaçını ise şöyle sıralayabiliriz:

– Kendinden önceki Kitapları (tahrif edilmemiş Tevrat’ı, Zebur’u, İncil’i) doğrulaması,

– Her şeyi detaylı bir şekilde açıklaması,

– İman eden topluluklar için hidayet ve rahmet olması.

Kur’ân-ı Kerim’de verilen (özellikle kevnî ayetlerle ilgili) detaylı bilgileri doğru bir şekilde anlayabilmek ve Kitab’ın biz iman edenler için hidayet ve rahmet olabilmesi için de o ayetler üzerinde tefekkür[14] ederek bir çaba göstermemiz gerekir.

Bu kısa açıklamadan sonra İbrâhîm Peygamber’in (as) kıssasında bahsedilen gezegen hakkında tefekkür etmeye başlayabiliriz.

İbrâhîm Peygamber’in (as) yaşadığı dönemde Ortadoğu coğrafyasındaki Mezopotamya bölgesinde bulunan Sümerler, Akadlar, Babiller gibi toplumların gök cisimlerini tazim ederek onları Allah (cc) ile aralarında aracı kıldıklarını, onlara dua ettiklerini, onların ve ilahlaştırdıkları birtakım başka varlıkların heykellerini yaparak onlara adaklar adayıp kurbanlar kestiğini ve böylece onlara ibadet ettiklerini önceki sayfada belirtmiştik. Şimdi ilk olarak bu kavimlerin batıl inanışlarını ve dinlerini yakından inceleyelim.

Mezopotamya dini, Antik Mezopotamya medeniyetlerinin, özellikle MÖ 3500 ve 400 yılları arasında Sümer, Akad, Asur, Babil gibi medeniyetlerin dinî inançlarını ve uygulamalarını içine alır. Antik Mezapotamya dininin temelleri erken Sümer hanedanları tarafından atılmış, daha sonra oluşan uygarlıklar ve bölgeye dışarıdan gelip yerleşen kavimler bu dinî yapıyı benimsemiştir. Her ne kadar bölgenin bölümleri arasında farklılık gözlense de temel dinî figürler, efsaneler ve inanışlar aynı kalmıştır. Politeistik (çok tanrılı/putperest) bir din olan Mezopotamya dininin heykellerle temsil edilen tanrı ve tanrıçaları zaman içinde isim değiştirse de özellikleri genelde aynı kalmış, fakat dinler tinsel olarak nitelik kazanmıştır.[15]

“Andolsun ki, bundan önce İbrahim’e rüşdünü (olgunluk) vermiştik. Biz onu biliyor (gelişimini ve süreçlerini izliyorduk). Hani babasına ve kavmine demişti ki: ‘Şu başında ibadet için bekleştiğiniz heykeller de neyin nesi?’ ‘Biz babalarımızı onlara ibadet eder bulduk.’ demişlerdi. ‘Andolsun ki sizler de babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz.’ demişti.”[16]

Sümerler; gök, yer, deniz ve havanın denetimini ellerinde bulunduran dört ana tanrının olduğuna ve kâinatta bulunan diğer bütün kozmik varlıkları bu dört tanrıdan birinin yarattığı düşüncesine sahiplerdi.[17]

“Onlara İbrahim’in haberini oku. Hani babasına ve kavmine: ‘Neye ibadet ediyorsunuz?’ demişti. Demişlerdi ki: ‘Putlara ibadet ediyor ve kesintisiz onlara ibadetimizi sürdürüyoruz.’ Demişti ki: ‘Dua ettiğinizde sizi duyuyorlar mı?Ya da size bir fayda ve zararları dokunuyor mu?’ ‘(Hayır öyle değil!)Biz babalarımızı böyle yaparken bulduk. (Hiç sorgulamadan biz de aynısını yapıyoruz).’ Demişti ki: ‘Gördünüz mü şu ibadet ettiklerinizi? Hem sizin hem de geçmişteki babalarınızın. Şüphesiz ki onlar, benim düşmanımdır. Âlemlerin Rabbi (olan Allah) müstesna.’ ”[18]

Müşrikler Allah’a (cc) taptıklarına, putların da onları Allah’a (cc) yakınlaştırdığına inanıyorlardı. İbrâhîm (as), “İbadet ettikleriniz benim düşmanımdır.” dediğinde “Allah da mı?” sorusunu sormamaları için âlemlerin Rabbi olan Allah’ı (cc) istisna tutmuştur.[19]

Sümerlerin düşüncesine göre An, Enlil, Enki ve tanrıça Ninhursag panteonun dört büyük tanrısıdır. Bunların dışında Ay tanrısı Nanna, Güneş tanrısı Utu ile aşk, güzellik ve savaş tanrıçası İnanna (Romalılarda Venüs) diğer önemli üç tanrıdır. Baş tanrı olarak kabul edilen An, başlangıçta Sümerler tarafından panteondaki en yüce hükümdar olarak kabul edilirken Uruk’ta (gelişmiş bir Sümer kenti) İnanna’ya tapınma An’a tapınmanın önüne geçmiştir.[20]

“İbrahim’i de (kavmine yolladık). Hani kavmine demişti ki: ‘Allah’a kulluk edin ve O’ndan korkup sakının. Şayet bilirseniz bu, sizler için en hayırlı olandır. Siz, ancak Allah’ı bırakıp birtakım putlara ibadet ediyor ve aslı astarı olmayan yalanlar uyduruyorsunuz. Şüphesiz ki Allah’ı bırakıp da ibadet ettikleriniz, size rızık verme gücüne sahip değiller. Rızkı Allah’ın katında arayın. O’na ibadet edin ve O’na şükredin. (Çünkü sonunda) O’na döndürüleceksiniz.’ ”[21]

Antik Mezopotamya toplumlarında kurbanlar, kansız (tütsülenmiş yiyecek ve içecek gibi besinler) ve kanlı (tanrılar adına kesilen birtakım hayvanlar) olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Tapınaklarda ikamet ettiğine inanılan tanrıların her gün beslenmesi gerektiği düşünülmüştür.[22]

“Şüphesiz ki İbrahim de onun taraftarlarındandı. Hani Rabbine selim bir kalple gelmişti. Hani babasına ve kavmine: ‘Siz neye ibadet ediyorsunuz?’ demişti. ‘Bir takım yalanlar uydurarak Allah’tan başka ilahlar mı ediniyorsunuz? Âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız nedir? (Bu yaptığınızı cezasız bırakacağını mı düşünüyorsunuz?)’ Yıldızlara bir bakış attı. ‘Ben hastayım.’ dedi. Ondan yüz çevirip arkalarını dönüp gittiler. (Kimseler kalmayınca) onların ilahlarına yöneldi ve: ‘(Şu yemeklerden) yemez misiniz?’ dedi. ‘Ne oluyor size? Konuşmuyorsunuz?’ ”[23]

Sümer dininde dişi tanrılar her zaman üstün bir rol oynamışlardır. Bu tanrıların en meşhuru göklerin sahibi ve Uruk şehrinin baş tanrıçası olarak kabul edilen aşk ve savaş tanrıçası İnnana’dır.[24]

“Onlar, Allah’ı bırakıp da birtakım dişi (ismi verilen putlara) dua ederler. (Gerçekte) onların dua ettiği inatçı şeytandan başkası değildir.”[25]

Sümerlerdeki tanrılar, Sami toplumlarının[26] yoğun bir şekilde Sümer kültürü ve özellikle inancı etkisinde kalmasıyla birlikte zamanla Sami isimler almaya başlamışlardır. Akad devletinin[27] hükümdarlarının hükümdarlığı altında (Sümerlerin Tanrıça İnanna’sı olan) Tanrıça İştar zamanla tüm tanrıların başına geçmiştir.[28]

Akadların ve Asurluların ardılı olan Babil toplumu da Sümer kültünün ana temalarına ve tanrıların çoğuna bağlı kalmakla beraber Tanrı Marduk’u merkeze alan bir imparatorluk kültü olarak yeniden örgütlemişlerdir. Gökyüzü tanrısı An (Anu), hava tanrısı Enlil ve yeryüzü tanrısı Enki (Ea), Babil ilahları arasında yer alırken Marduk, Ea’nın oğlu olarak panteona eklenmiş ve böylece hem doğuştan gelen haklara hem de onun olağanüstü yeteneklerine sahip olmuştur.[29]

Tıpkı Marduk gibi çeşitli tanrıların özelliklerini kendisinde toplayan bir diğer tanrı da Tanrıça İştar’dır. Sümer ve Sami kavimlerinin bir karışımı olarak Babil toplumunda ortaya çıkan İştar, hem erkek hem de dişi özellikleri taşımıştır.[30]

Babil Kralı 2. Meli-Shipak’ın Kuddurusu (Taş Belgesi) üzerinde Zühre (o dönemki ismiyle İştar) Gezegeni, Hilal ve Güneş – Louvre Müzesi

Sümerlerde İnanna; Asur, Akad, Babil toplumlarında İştar; Romalılarda Venüs isimleriyle asırlar boyunca güzelliğin, aşkın ve savaşın tanrıçası olarak kendisine tapınılan ve İbrâhîm Peygamber’in de (as) gecenin karanlığı kendisini bürüdüğünde gördüğü ve “İşte Rabbim bu!” deyip battığını gördükten sonra “Ben batanları sevmem!” diyerek bir görünüp bir kaybolan, yitip giden gök cisimlerinin ilah olamayacağını kavmine anlatmaya çalıştığı bu olaya konu olan gezegen (kevkeb) Zühre olabilir diye düşünüyorum. En doğrusunu bilen El-Âlim olan Yüce Allah’tır.

Zühre’nin geceleri gökyüzünde Ay’dan sonra en parlak gök cismi olarak gözüktüğünü yazının başında belirtmiştik. Boyut olarak hemen hemen Dünya!mız kadar büyük ve bize en yakın gezegen olması nedeniyle bazı zamanlarda akşam Güneş battıktan sonra hava kararmaya başladığında, diğer yıldız ve gezegenlerden önce göze ilk çarpan gök cismi Zühre olur.[31] Güzel parıltısından dolayı geçmişte yaşamış pek çok putperest müşrik toplumda farklı isimler altında güzellik tanrıçası olarak tapınılmış ve mitolojilerinde önemli bir yer verilerek adına tapınaklar bile yapılmıştır.

Ay ve Zühre’nin gökyüzünde birbirine yakın konumdayken Güneş battıktan bir süre sonra çekilmiş fotoğrafı

İşte böyle ilahlaştırılmış gök cisimlerine ve onları temsil eden putlara tapınılan müşrik bir kavimde yaşamış olan İbrâhîm Peygamber (as) tek başına bir ümmet olarak Yüce Allah’ın kendisine verdiği hüccetle; bu tapınıp durdukları batıp giden gök cisimlerinin ve onları temsil eden heykellerinin ilah olamayacağını, Allah’tan (cc) başka ibadeti hak eden bir ilahın olmadığını, Rabblerinin göklerin ve yerin rabbi olan Allah (cc) olduğunu bir hanif olarak onlara anlatmaya çalışmıştı. Ama kavmi ona inanmamış, ilahlarını diline dolayan bu genci ilahlarının heykellerini paramparça ettiği için cezalandırmak istemiş ve ona tuzak kurmuşlardı:

“Dediler ki: ‘Onun için yüksek bir yapı inşa edin. Sonra onu ateşin içine atın.’ Ona tuzak kurmak istediler. Biz ise onları alçaltılmışlar kıldık.”[32]

Ama müminlerin koruyucusu olan Yüce Allah onu onların tuzağından korudu:

“Demişlerdi ki: ‘Şayet bir şeyler yapacaksanız, onu yakın ve ilahlarınıza yardım edin.’ Biz de buyurduk ki: ‘Ey ateş! İbrahim’e serin ve selamet ol.’ ”[33]

Belki bir akşam, gecenin karanlığı sizi bürümeye başlayınca siz de başınızı kaldırıp gökyüzüne bakar, bu parıltılı gezegeni görür ve aklınıza İbrâhîm Peygamber (as) ile onun bu şerefli ve destansı mücadelesi gelir de kalbinizde ona bir yakınlık duyarak[34] kendisine selam edersiniz…

“Sonradan gelecekler arasında (hayırla yâd edilmesi için ona güzel bir nam) bıraktık. Selam olsun İbrahim’e.”[35]


[1]. 43/Zuhruf, 84-85

[2]. (~) ifadesi matematikte “yaklaşık olarak” anlamına gelir.

[3]. Eduard Paul Dhorme, Babil ve Asurlular’da Din, s. 54, 178, 258, 282

[4]. 2/Bakara, 102

[5]. El-Fihrist (Teceddüd), 9. Bölüm s. 302, 372, 383

[6]. Mes’udi, Murucu’z-zeheb (Abdülhamid), 1/215

[7]. İbni Haldun, Mukaddime (Süleyman Uludağ tercümesi İstanbul 1983), 2/1143, 1179-1183

[8]. Alegori: Bir düşünceyi, davranışı ya da eylemi, daha kolay kavratabilmek için onu, yerini tutabilecek simgelerle, simgesel sözlerle, benzetmelerle göz önünde canlandırma işi.

[9]. 6/En’âm, 76-79

[10]. bk. Vahyin Rehberliğinde En’âm Suresi Tefsiri, Halis Bayancuk, s. 211-212

[11]. Vahyin üslubunun bu şekilde olmasının muhakkak çok sayıda hikmeti vardır. Bu hikmetleri tek tek tespit edip burada anlatmak yazıyı çok uzatacağından ve konu bütünlüğünü dağıtacağından dolayı burada şimdilik bir iki tanesiyle yetiniyoruz.

[12]. 14/İbrâhîm, 52

[13]. 12/Yûsuf, 111

[14]. Tefekkür; zihnin bir konuyla ilgili bilgileri karşılaştırarak, aralarındaki bağlantıları inceleyerek bir yargıya, karara veya bir sonuca varma etkinliğidir. Dinî bir kavram olarak ise Allah’ın (cc) yarattıklarını, kâinatı, yaşamı ve bunlardaki ilimleri, hikmetleri, gayeleri ince ince düşünüp anlamaya çalışma faaliyeti anlamına gelmektedir.

[15]. Wikipedia İnternet Ansiklopedisi, Antik Mezopotamya Dini Maddesi

[16]. 21/Enbiyâ, 51-55

[17]. Ebru Uncu, Eski Mezopotamya ve Yunan Dünyasında Din ve Tanrılar, s. 8-9 (Pamukkale Üniversitesi 2011)

[18]. 26/Şuarâ, 69-77

[19]. Tevhid Meali, Şuarâ Suresi, 77. ayetin açıklaması

[20]. Ebru Uncu, Eski Mezopotamya ve Yunan Dünyasında Din ve Tanrılar, s. 8-9 (Pamukkale Üniversitesi 2011)

[21]. 29/Ankebût, 16-17

[22]. age. s. 24-25

[23]. 37/Saffât, 83-92

[24]. age. s, 13

[25]. 4/Nisâ, 117

[26]. Samiler, Nûh’un (as) oğlu Sam’ın soyundan geldiğine inanılan, etnik ve ırksal olarak birbirleriyle akraba olan Orta Doğu halklarıdır. Günümüze kadar yok olmadan veya asimile olmadan gelebilmiş Sami halkları Araplar, Yahudiler (İbranilerin torunları olarak), Süryaniler ve Maltalılardır. Aramiler ise günümüze kadar sayılarını koruyamamış ve diğer Sami halkların içine karışmışlardır. (Wikipedia İnternet Ansiklopedisi, Samiler maddesi)

[27]. Akad İmparatorluğu, uzun ömürlü Sümer uygarlığından sonra MÖ 2334 – 2154 yılları arasında hüküm sürmüş Mezopotamya’nın ilk antik imparatorluğuydu. (Wikipedia İnternet Ansiklopedisi, Akad İmparatorluğu maddesi)

[28]. age. s. 16

[29]. age. s. 17

[30]. age. s. 19

[31]. Bu sayıyı okuduğunuz sıralarda (2023 yılının Haziran ayında), akşamları Güneş battıktan sonra batı ufkuna doğru bakarsanız Zühre gezegenini parıltılı bir şekilde görebilirsiniz, inşallah.

[32]. 37/Saffât, 97-98

[33]. 21/Enbiyâ, 68-69

[34]. “Şüphesiz ki insanlar arasından İbrahim’e en yakın olanlar, (tevhid konusunda) onun (yoluna) uyanlar; bu Nebi ve iman edenlerdir. Allah, müminlerin velisidir/dostudur.” (3/Âl-i İmrân, 68)

[35]. 37/Saffât, 108-109

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver