Gezegenler

Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım.

Er-Rahmân ve Er-Rahîm Olan Allah’ın Adıyla,

“Saf saf dizilenlere, gürültüyle sürükleyenlere, zikri okuyanlara andolsun ki, sizin ilahınız tek bir (ilahtır). Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir. Şüphesiz ki biz, dünya semasını yıldızlarla süsledik. Ve onu inatçı her şeytandan (yıldızlarla) koruduk. Mele-i A’lâ’yı dinleyemezler. (Dinlemeye kalkınca) her yandan (taşlanıp) atılırlar. Defedilirler. Onlara sürekli olan bir azap vardır. Ancak (kulak verip) hızlıca söz kaçıran olursa, onun peşine delip geçen alev topu takılır. Sor (bakalım) onlara! Onların yaratılışı mı daha zorlu, yoksa (yer, gök, dağ gibi) diğer yarattıklarımız mı? Şüphesiz ki biz, onları yapış yapış bir çamurdan yarattık.”[1]

Göklerin ve yerin mülkü/hâkimiyeti/egemenliği kendisine ait ve kıyametin kopacağı gün, batıl ehlini hüsrana uğratacak[2] olan Yüce Allah’a hamd; şerefli elçisi Muhammed’e salât ve selam olsun. Son yazımızda Dünya’mızın da içinde bulunduğu Güneş Sistemi’ni daha iyi anlayabilmek için gezegenler ile yıldızlar arasındaki farklılıkları tespit edip öğrenmeye çalışmıştık. Bu yazımızda ise Güneş’in etrafında, Allah’ın (cc) belirlediği yörüngelerde dolanıp duran gezegenleri genel olarak tanımaya çalışacak ve inşallah sonraki yazılarımızda da El-Cemîl olan Rabbimizin yarattığı bu “gökyüzü süslerini” tek tek daha yakından inceleyeceğiz. Çaba bizden, başarı En-Nasîr olan Yüce Allah’tandır.

Köken olarak “gezgin” kelimesinden türeyen “gezegen” ismi, Güneş’in etrafında dolanan büyük ve yuvarlak gök cisimlerini tanımlamaktadır. Gökyüzüne bakıldığında arka plandaki yıldızlara göre sürekli hareket ediyormuş gibi görünen cisimlere “gezegen” ismi bu yüzden verilmiştir.

Astronomi çevrelerinde ise, gezegen tanımı geçmişten günümüze değişiklik göstermiştir. Günümüzde yaygın olarak kullanılan tanım, bir gök cisminin gezegen olabilmesi için gerekli olan şartlar esas alınarak yapılmaktadır. Bu şartlar 2006 yılında gerçekleştirilen Uluslararası Astronomi Birliği (IAU) toplantısında alınmış üç maddeden oluşmaktadır:

1. Güneş’in etrafında dönüyor olması (Başka bir gezegenin etrafında dolanan bir uydu olmamalı)

2. Hidrostatik dengeyi sağlamak için yeterli kütleye sahip olması (Küresel olmalı)

3. Kendi bölgesindeki hâkim cisim olması (Bulunduğu yörüngedeki diğer cisimlerin toplam kütlesinden çok daha büyük kütleye sahip olmalı)

Bu kriterler doğrultusunda Güneş Sistemi’nde (şimdilik bilinen) dokuz gezegen vardır.[3] Bunlar; Utarit (Merkür), Zühre (Venüs), Dünya, Merrih (Mars), Müşteri (Jüpiter), Zuhal (Satürn), Gökmavi (Uranüs), Denizmavi (Neptün), Irak (Plüton) olarak sıralanmaktadır. Ben gezegenler için şimdilik Arapçadan geçen eski isimlerini kullanmayı tercih ediyorum, zira günümüzde yaygın olarak kullanılan (Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn vs.) isimler, Antik Roma mitolojisindeki sahte tanrı/put isimlerinden gelmektedir. Eski zamanlarda Araplar çıplak gözle görülen beş gezegen için kendi dillerindeki “Utarit, Zühre, Merrih, Müşteri, Zuhal” isimlerini kullanmayı uygun görmüşler. (Bunlardan Zühre ve Zuhal bizim toplumumuzda da kadın ismi olarak kullanılmaya devam etmektedir.) Uranüs, Neptün ve Plüton, teleskobun icadından sonra keşfedilmiştir ve Arapçada bir karşılıkları yoktur. Bu sebeple bunlardan ikisine (Uranüs ve Neptün), renklerinden dolayı Gökmavi ve Denizmavi demeyi uygun görüyorum.

Plüton’un hikâyesini (gezegenlikten cüce gezegen kategorisine düşürülme olayını) Halis Hoca’mıza anlattığımda kendisi bu gezegen için, hem Güneş’e -şimdilik bilinen- en uzak gezegen olmasından hem de Irak ülkesi gibi haksızlığa/zulme uğramasından dolayı “Irak” ismini vermişti. Şimdi bu bölümü okurken aklınıza, “İsteyen herkes, gezegenlere ve diğer gök cisimlerine istediği gibi isim verebiliyor mu?” gibi bir soru gelmiş olabilir. Bu soruya şöyle uzunca bir cevap verebiliriz:

Eski zamanlardan beri çıplak gözle görünen beş gezegene ve diğer gök cisimlerine (Güneş, Ay, yıldız, takımyıldız…) her toplum kendi kültür ve inanışlarına göre isimler vermiş ve bu isimler kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Hatta bazı pagan (putperest) toplumlar bu gök cisimlerine ilahlık atfedip onlar için tapınaklar inşa ederek bu yerlerde kutsal saydıkları bazı gök cisimlerine ve onları temsil eden putlarına adaklar adamak, dua etmek, belirli gün ve gecelerde ayinler yapmak suretiyle onlara ibadet etmişlerdir. Böyle bir dönemde, putperest bir toplum içinde yaşayan İbrâhîm (as), o tapındıkları gök cisimlerinin ilah olamayacağını anlatabilmek için, Rabbimizin Kur’ân-ı Kerim’de bizlere bildirdiği şu ayetlerle; babasına, toplumuna, onların batıl inançlarına ve şirklerine karşı çıkmıştır:

“(Hatırlayın!) Hani İbrahim babası Azer’e demişti ki: ‘Putları ilah mı ediniyorsun? Şüphesiz ki ben, senin ve kavminin apaçık bir dalalet/sapıklık içinde olduğunuzu düşünüyorum. Yakinen inananlardan olsun diye, İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu (saltanatını, işleyişini, insanı hayrete düşüren ayetlerini) gösteriyorduk. Gece onu bürüyünce bir gezegen (kevkeb) görmüş: ‘Bu benim Rabbimdir.’ demişti. Gezegen batınca da: ‘Şüphesiz ki ben batanları sevmem’ demişti. Ay’ın doğduğunu görünce de: ‘İşte bu benim Rabbimdir.’ demişti. Onun da battığını görünce: ‘Şayet Rabbim beni hidayet etmezse muhakkak ki sapıklar topluluğundan biri olurum.’ demişti. (Sonra) Güneş’in doğduğunu görmüş ve: ‘Bu benim Rabbim olsa gerek; bu en büyüktür.’ demişti. Güneş batınca da: ‘Ey kavmim! Hiç şüphesiz ben, sizin şirk/ortak koştuklarınızdan berîyim/uzağım.’ demişti. Şüphesiz ki ben, yüzümü hanif (Allah’ı birleyen biri) olarak, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden de değilim. Kavmi onunla tartışmıştı. (İbrahim) demişti ki: ‘(Allah) beni hidayet etmesine rağmen, Allah hakkında benimle tartışacak mısınız? Rabbimin benim hakkımda bir şey dilemesi hariç, şirk koştuklarınızdan korkmuyorum. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Öğüt almaz mısınız? Siz (Allah’ın, meşruluğuna dair haklarında) hiçbir delil indirmediği varlıkları Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben nasıl sizin şirk koştuğunuz (sahte ilahlardan) korkarım! Şayet biliyorsanız (söyleyin bakalım, hak olan İlah’a ortak koşanlar ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayanlar) bu iki gruptan hangisi (Allah’ın azabından) emin olarak (yaşamaya) daha fazla hak sahibidir? ‘İman eden ve imanlarına zulüm/şirk bulaştırmayanlar (var ya); işte bunlara (Allah’ın azabından) emin olma vardır. Ve onlar hidayete erenlerdir. Bu bizim kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz hüccetimiz/delilimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki Rabbin, (hüküm ve hikmet sahibi olan) Hakîm, (her şeyi bilen) Alîm’dir.”[4]

İşte muvahhidlerin atası olan İbrâhîm Peygamber (as), El-Hakîm ve El-Alîm olan Allah’ın (cc) kendisine verdiği hüccetlerle batıl, yalan, zulüm, şirk ve dalalet içinde boğulan toplumuna korkusuzca tevhidî hakikatleri haykırıyordu. Çünkü o, selim kalbini, her şeyi heymenesinde (kontrolünde) tutan, El-Muheymin olan Yüce Allah’a bağlamış ve sadece O’na tevekkül etmişti. Rabbine olan bu güveni ve teslimiyeti, onun, dünya tarihinin en zalim krallardan biri olan Nemrud’un karşısında da sarsılmaz ulu dağlar gibi dik durmasını sağlıyordu:

“Allah’ın kendisine mülk vermesi sebebiyle Rabbi hakkında İbrahim’le tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim demişti ki: ‘Benim Rabbim diriltir ve öldürür.’ Demişti ki: ‘Ben de diriltip öldürürüm.’ (Bu cevap üzerine) İbrahim demişti ki: ‘Allah Güneş’i doğudan getiriyor, sen batıdan getir de (görelim).’ (Bu hüccet karşısında) kâfir afalladı. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”[5]

Zalim Kral Nemrud (Akad Kralı Naram-Sin)

İslam âlimleri arasında “Nemrud kimdir?” sorusu tarih boyunca sorulmuş, fakat bu alanda arkeolojik kazılar henüz gerçekleşmediği için net bir cevap verilememiştir.

Nemrud adı Kur’ân’da yer almamakla birlikte Bakara Suresi’nde[6] Allah’ın, kendisine mülk/hükümdarlık bahşettiği için şımarıp İbrâhîm (as) ile tartıştığından söz edilen kişinin İsrâiliyat kaynaklarında[7] Nimrod (Nemrud) diye isimlendirilen kral olduğu müfessirlerce kabul edilmiştir. İbrâhîm Peygamber ile aynı dönemde yaşamış[8] Akad Kralı Naram-Sin’in, ilahlık taslayarak İbrâhîm’le tartışan hükümdar olması kuvvetle muhtemeldir (En doğrusunu bilen El-Alîm olan Yüce Allah’tır). Naram-Sin, Mezopotamya’da kendini ilah ilan eden ilk kişiydi. Günümüzde Irak sınırları içinde bulunan Telloh (Girsu) isimli Akad Antik Kenti’nde bulunan silindir mühründe Naram-Sin’in unvanları arasında “Akkad’ın Tanrısı, Evrenin Fatihi” gibi Naram-Sin’in şahsına atfedilen ve olağanüstü gücünü(!) ifade eden tanımlar bulunmaktadır.[9]

Naram-Sin, Akad dilinde “Ay tanrısının sevdiği” anlamına gelir. “Sin” Ay tanrısı ve “Naram” ise sevdiği demektir. Naram-Sin, Ay’a, çeşitli gezegen ve yıldızlara tanrılık atfetmesinin yanında kendini de tanrı ilan etmişti. Bakara Suresi’nin 258. ayetine göre bu hükümdar, insanlara hayat verme ve öldürme gücünün olduğunu iddia ediyor, yani kendince insanların hayatlarını kendisi kontrol ediyordu. Paris’teki Louvre Müzesi’nde sergilenen Naram-Sin’e ait bir kabartmada, Naram-Sin’in düşmanlarını öldürmesi, bazılarının hayatları için yalvarması, üzerinde ise Venüs ve Jüpiter’i gösteren ve tanrı olarak simgelenen gezegenler resmedilmiştir. Bu, onun ceberut bir hükümdar olduğunu gösteren bir kabartmadır. Kimilerine göre ise bu kabartma, Naram-Sin’in (kendince) ölümü ve hayatı kontrol ettiğini gösteren bir steldir.[10]

Naram-Sin’in zaferini, kan dökmesini, insanların yalvarmasını ve gökteki gezegen/yıldız tanrılarının onunla olduğunu gösteren stel

Eski toplumlarda genel olarak, kendilerine gönderilen elçilerin risaletinden zamanla uzaklaşıldığını ve toplumu yönlendiren cibt ve tağutların -şeytanların yönlendirmesiyle- kendi kafalarından uydurdukları tanrıların oluşturduğu bir dinin yaşandığını görüyoruz. Bunun bir benzerini Yûsuf ve Mûsâ Peygamberlerin içinde yaşadığı eski Mısır toplumunda da müşahede ediyoruz:

“Sizin O’nu bırakıp da ibadet ettikleriniz, ancak sizin ve atalarınızın koyduğu, Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği birtakım isimlerdir. Hüküm yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk/ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Lakin insanların çoğu bilmezler.”[11]

“Andolsun ki daha önce Yusuf da size apaçık delillerle gelmişti. Size getirdiği (deliller) hakkında şüpheye kapılmıştınız. O vefat ettiği zaman da demiştiniz ki: ‘Allah, ondan sonra bir resûl göndermeyecektir.’ Allah haddi aşan şüpheci kimseleri işte böyle saptırır.”[12]

Yûsuf ve Mûsâ Peygamberlerin yaşadığı zamanlardaki Mısır toplumu da Mezopotamya uygarlıkları, Antik Yunan ve Roma toplumları gibi bazı göksel cisimlerin ilahlaştırıldığı, içinde mitolojik efsanelerin bulunduğu dinlere tabi olan; dönemin tağutlarının ve mele (aristokrat) tabakasının, belamlarla birlikte bu sahte ilahlar adına toplumu yönetip zevküsefa sürdüğü[13] bir sömürü toplumuydu.[14] Bu toplumlarda inisiye olmuş (alanında uzmanlaşarak ayrıcalık kazanmış) din adamları (günümüzün Diyanet mensupları ve yöneticilere oy sağlayan saray mollaları), kâhinler (günümüzün akademisyen ve analistleri), sihirbazlar (halkları sabah akşam renkli ekranlarla büyüleyen günümüzün medya baronları) toplumu yöneten idarecilerle beraber gökteki ve yerdeki (sahte) ilahlar adına konuşup bireylerin ve toplumun nasıl yaşaması gerektiğini belirliyor, kurdukları sömürü düzeninin ilkelerini sözde tanrısal buyruklarla halka tahakküm ettiriyorlardı.

Yarattığı insanların zalimler tarafından zulme uğramasını istemeyen, kullarına karşı merhametli olan Rahmân, her ne zaman bir nebi veya resûl göndererek onları, tağutları ve sahte ilahları reddedip yalnızca kendisine kulluk etmeye çağırsa, toplumun bu “elit” kesimi ellerinde bulundurdukları imtiyazlı statülerini kaybetmemek için hemen halk yığınlarını harekete geçirip onları Allah’ın elçilerine karşı kışkırtıyorlardı:

“İçlerinden kodaman bir grup öne çıktı: ‘Haydi yürüyün! İlahlarınıza sahip çıkmada kararlı davranın! Gerçek şu ki, sizden istenip beklenen şey budur.”[15]

“Dediler ki: ‘İlahlarınızı sakın bırakmayın! Ved’di, Süva’yı, Yeğus’u, Yeuk’u, Nesr’i asla bırakmayın!”[16]

Günümüzde de bu tutum atalarının dalalet yollarına sıkı sıkıya bağlı olan kodamanlar tarafından hâlâ devam ettirilmektedir.

16. yüzyılda Coğrafi Keşifler ile başlayıp 18. yüzyılın sonlarına doğru Sanayi Devrimi ile hızlanan Batı sömürgeciliği ve bu sömürgeciliğin temsilcileri, girdikleri her coğrafyanın önce ahlakını ve kültürünü sonra da dinini (yaşam biçimini) ve inançlarını dejenere ederek (yozlaştırıp bozarak) kendi çıkarlarına hizmet edecek akletmeyen, sorgulamayan, itaatkâr köle toplumlar oluşturarak müreffeh/refah, bolluk, zenginlik içinde yaşamaya devam ediyorlar. Ve ne zaman Rabbani bir ilim adamı veya bir davetçi yahut küçük bir çocuk insanları tek olan Allah’a kulluğa ve İslam’a davet edip onlara üzerinde bulundukları yolların (laiklik, sekülarizm, demokrasi, komünizm, sosyalizm, materyalizm, kapitalizm, liberalizm vs.) batıl olduğunu anlatsa, bu kodamanlar ve tebaaları hemen yaygara koparıp “Ülke nereye gidiyor? İrtica hortladı! Cumhuriyet’in kazanımları, demokratik haklarımız elden gidiyor…” gibi söylemlerle atalarının yollarına sıkıca bağlı kalmaya, modern dinlerini (-izm’lerini) savunmaya ve mevcut statülerini korumaya devam etmek istiyorlar. Bu statükoculuk (mevcut durumu koruma davranışı, süredurumculuk) siyaset, din, sosyal yaşam, düşünce ve hayat tarzında olduğu gibi akademik çevrelerde de katı bir şekilde muhafaza edilmektedir. Konumuzla ilgili bir örnek verecek olursak; günümüz Batı toplumları kendilerini Antik Yunan ve Roma “medeniyet”lerinin devamı olarak gördükleri için bu toplumların oluşturduğu bilim ve astronomi çevreleri gezegenlere ve diğer gök cisimlerine yazının başında da belirttiğim gibi, Antik Yunan ve Roma Dönemi’nde tapınılan sahte ilahların [Jüpiter: Baş tanrı (Yunan mitolojisinde Zeus); Satürn: Zaman tanrısı (Yunan mitolojisinde Kronos); Mars: Savaş tanrısı, (Yunan mitolojisinde Ares); Venüs: Güzellik tanrıçası (Yunan mitolojisinde Afrodit) vs.] isimlerini vererek bu konuda atalarının yolunda gitmeye devam ediyorlar.

Yaklaşık yüz yıl önce, gelişmekte olan gök bilim alanında uluslararası iş birliğini teşvik etmek için kurulan IAU (International Astronomy Union/Uluslararası Astronomi Birliği); gezegenler, cüce gezegenler, dış (diğer yıldızların etrafından dönen) gezegenler, kuyruklu yıldızlar, asteroitler, uydular ve bunların coğrafi özelliklerinin (yüzeylerindeki kraterler, dağlar, tepeler, vadiler vs. gibi coğrafi şekillerin) isimlerini de düzenliyor. 1919’da IAU kurulduğunda böyle bir adlandırma sistemine çok fazla gereksinim bulunmamaktaydı. Zira gezegenlerin neredeyse tümünün adı eski Romalılar tarafından verilmişti. Kuyruklu yıldızların, onu ilk kim keşfettiyse onun adını alması konusunda bir anlaşma sağlanmıştı. Asteroitler için ise durum biraz daha karışıktı. Sanayi Devrimi’nin ardından teleskop teknolojisi hızla ilerledikçe, tüm dünyadan gök bilimciler, keşfettikleri asteroit listelerini çeşitli dergilerde küçük notlar hâlinde yayımlamaya başladılar… Ancak uluslararası gök bilim sözleşmelerine göre IAU dışındaki gruplar tarafından verilen herhangi bir adın, resmî gök bilim haritalarında yer almasına izin verilmemektedir.[17]

Velhasılıkelam, gezegenlere ve diğer gök cisimlerine sahte tanrı isimleri vermekte bir sakınca görmeyen bu resmî kurumlar, kendilerinin onaylamadığı bir isimlendirmeye her ne kadar izin vermese de sonuçta âlemlerin yaratıcısı, sahibi ve Rabbi olan Allah’ın (cc) mülkü olan gezegenler kimsenin babasının tapulu malı değildir. Bu yüzden çoğunluğa uyarak,[18] gök cisimlerini müşriklerin belirlediği sahte ilahların isimleriyle adlandırmaktansa bu gezegenlere, kendisinden başka ilah olmayan Rabbimizin razı olacağı, dinen sakıncası olmayan ve kulağa hoş gelen isimler vermek ve muvahhid nesillere bu şekilde öğretmek daha doğru ve güzel olur diye düşünüyorum.

Yüzyıllardır insanların alışageldikleri inançları, düşünceleri, davranışları, isimlendirmeleri değiştirmenin bir hayli zor olduğunu biliyorum, ama en azından, İbrâhîm Peygamber’i (as) yakmak için tutuşturulmuş ateşi söndürebilmek için ağzıyla su taşıyan karınca misali, safımızı belli etmek adına güzide bir derginin aydınlık sayfalarında tarihin kıyısına not düşmüş oluyoruz…

Şuayb’ın (as) dediği gibi:

“Tek amacım, gücüm yettiğince ıslah etmektir. Benim başarım, ancak Allah’ın izniyledir. Ben O’na tevekkül ettim ve yalnızca O’na yönelirim.”[19]

Rabbimiz (cc) bizleri önce kendi nefislerinin fesatlarını ıslah eden, daha sonra da yeryüzündeki ifsadları ıslah edebilen kullarından eylesin.

Allahumme âmin,

Allahumme âmin,

Ve’lhamdulillahi Rabbi’l Âlemin.


[1]. 37/Saffât, 1-11

[2]. bk. 45/Câsiye, 27

[3]. Irak (Plüton) bu kriterlerden üçüncüsünü sağlayamadığı için 2006 yılında dokuzuncu gezegen olma statüsünü kaybedip cüce gezegen kategorisine indirgenmiştir. Lakin Irak’ın (Plüton) gezegen olup olmadığıyla ilgili tartışmalar günümüzde hâlâ devam etmektedir. Tartışmalar sonlanıp astronomlar arasında görüş birliğine varılıncaya kadar ben onu dokuzuncu gezegen olarak kabul etmeye devam edeceğim. (Bu konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler www.uzay.co web sitesindeki “Plüton Tekrar Gezegen Olabilecek mi?” başlıklı makaleyi okuyabilir.)

[4]. 6/En’âm, 74-83

[5]. 2/Bakara, 258

[6]. bk. 2/Bakara, 258

[7]. bk. Tekvin, 10/8-12, 1. Tarihler, 1/10

[8]. MÖ 23. yüzyıl, ~ 2250-2220

[9]. Wikipedia İnternet Ansiklopedisi, Naram-Sin maddesi

[10]. www.bilimveyaratilisagaci.com , “Nemrud kimdir? İbrahim ve Naram-Sin” başlıklı, 273 No.lu makale

[11]. 12/Yûsuf, 40

[12]. 40/Mü’min (Ğafir), 34

[13]. bk. 44/Duhân, 17-33

[14]. Antik Mısır medeniyetinin çok tanrılı (batıl) inanç sistemi hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Robert Bauval ve Adrian Gilbert’in birlikte yazdığı “The Orion Mystery” (Tanrıların Evi Orion’da) kitabını okuyabilirler.

[15]. 38/Sâd, 6

[16]. 71/Nûh, 23

[17]. rasyonalist.org, Gök Cisimlerinin Adlandırılması Neye Göre Yapılır? isimli makale

[18]. “Şayet yeryüzündeki çoğunluğa uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna uyarlar ve yalnızca tahminle iş yaparlar.” (6/En’âm, 116)

[19]. 11/Hûd, 88

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver