Zor Günlerin Adamı Sadık İnsan – 2

 

Hicreti

Mekke’de eziyetler her geçen gün biraz daha artıyordu. Özellikle Ebu Talib’in vefatından sonra Rasûlullah da sallallahu aleyhi ve sellem ciddi anlamda eziyet çekmeye başlamıştı. Allah subhanehu ve teâlâ 13 yıl süren davet ve imtihanlardan sonra Medine’nin kapılarını İslam’a açmış ve Müslümanların oraya hicret etmelerini istemişti. Bu izinden sonra sahabeler yavaş yavaş hicret etmeye başlamışlardı.

Aişe radıyallahu anha babasının hicretini şöyle anlatır:

“Ben babamla anamın İslam dinini din edinmiş olmayarak yaşadıklarını hiç görmedim. O zamanlarda Rasûlullah’ın sabah akşam bize gelmediği hiçbir günümüz geçmezdi. Müslümanlar Kureyş müşrikleri tarafından belaya, işkenceye uğratılınca Rasûlullah sahabelerine hicret için izin vermişti.

Aişe söyle devam eder:

Peygamber o gün Mekke’de bulunuyordu. Müslümanlara:

__ Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalıkları olan bir şehir olduğu bana rüyamda gösterildi, buyurdu.

Peygamberin bu sözü ve teşviki üzerine Medine tarafına hicret edenler hicret etmişti. Habeşistan’a hicret edenlerin çoğu da dönüp Medine’ye gelmişlerdi. Ebubekir de Medine tarafına hicret etmeye hazırlanmıştı. Fakat Rasûlullah ona:

__ Sabret! Bana da hicret için izin verileceğini umarım, buyurdu.

Ebubekir de:

__ Babam sana feda olsun, böyle bir iznin gelmesini umar mısın, diye sordu.

Rasûlullah:

__ Evet umarım, diye tasdik buyurdu.

Bu sebeple Ebubekir de Rasûlullah’a hicrette arkadaşlık etmek üzere hemen hareket etmekten kendini menetti. Aynı zamanda Ebubekir evinde bulunan en kuvvetli iki hecin devesini dört ay, talh ağacı yaprağı ile ev içinde besledi.

Aişe şöyle devam eder:

Bir gün biz zeval vaktinin en sıcak zamanında Ebubekir’in evinde oturuyorduk. Ev halkından biri Ebubekir’e:

__ İşte Rasûlullah, bize gelmesi mutat olmayan bir saatte, başını bir sargı ile sarmış olarak geliyor, dedi.

Ebubekir de:

__ Babam, anam ona kurban olsun, vallahi mühim bir hadise olmadıkça bu saatte gelmek âdeti değildi, dedi.

Aişe, rivayetine devam ederek şöyle der:

Rasûlullah geldi, içeri girmek için izin istedi. İzin verilince evimize girdi. Ardından Ebubekir’e:

__ Yanında bulunanları dışarı çıkar, buyurdu.

Ebubekir de:

__ Babam sana kurban ya Rasûlullah! Onlar senin ehlin ve mahremindir, dedi.

Rasûlullah:

__ Bana (Mekke’den Medine’ye) çıkmak için izin verildi, dedi.

Ebubekir de:

__ Ya Rasûlullah, babam sana kurban olsun! Ben de seninle beraber olmak isterim, dedi.

Rasûlullah:

__ Evet, sen de beraberimde olacaksın, buyurdu.

Ebubekir:

__ Babam sana kurban ya Rasûlullah, şu iki binek devemden birini seç al, dedi. Rasûlullah:

__ Ancak bedeliyle alırım, buyurdu.

Aişe dedi ki:

Biz Rasûlullah ile Ebubekir’in sefer gereklerini çarçabuk hazırladık. Her ikisi için deriden bir dağarcık içinde bir miktar azık düzenleyip koyduk. Dağarcığın ağzı bağlanacağı sıra Esma, belinin kuşağından bir parça yırtıp onunla dağarcığın ağzını bağladı. Bundan dolayı Esma’ya ‘Zâtu’n-Nitâkayn (İki kuşaklı)’ denildi.

Aişe devamla şöyle der:

Sonra Rasûlullah ile Ebubekir, Sevr Dağı’ndaki bir mağaraya ulaştılar ve orada üç gece gizlendiler. Her gece yanlarında Ebubekir’in oğlu Abdullah gecelerdi. Abdullah maharetli, çabuk anlayışlı, taze bir gençti. Seher vakti Rasûlullah ile Ebubekir’in yanından çıkar, Mekke’de gecelemiş gibi Kureyş ile sabahlardı. Abdullah, Rasûlullah ile Ebubekir hakkında Kureyş müşriklerinin hilelerinden duyduğu şeyleri ezberler, karanlık basınca gelir, Rasûlullah ile babasına haber verirdi. Ebubekir’in kölesi Âmir bin Fuheyre o civarda bol sütlü sağmal koyun sürüsü otlatır ve akşamdan bir müddet geçtiğinde o sürüyü Rasûlullah ile Ebubekir’in yanlarına getirirdi. Onlar da sağıp taze süt içerek gecelerlerdi. O süt, kendi sağmallarının sütü idi. Ve içine kızgın taş konularak ısıtılmış idi. Nihayet gecenin sonunda Âmir bin Fuheyre mağaranın önüne gelir, sağmal koyunlara seslenir, tekrar otlatmaya götürürdü. Rasûlullah ile Ebubekir’in mağarada bulundukları üç gecenin hepsinde Âmir böyle yaptı.

Rasûlullah ile Ebubekir Mekke’de iken Abd bin Adiyeoğulları olan Eddiloğulları’ndan yol kılavuzluğunda maharetli Abdullah bin Uraykit adında bir kişi kiralamışlardı. Bu adam As bin Vâil Es-Sehmi ailesi hakkında yeminli dost olmak üzere elini kana batırmıştı. Bu zat, hâla da Kureyş kâfirlerinin dini üzere idi. Fakat doğruluğuna emniyet ve itimat ederek Rasûlullah ile Ebubekir, develerini ona teslim etmişler ve üç gece sonra develeriyle beraber Sevr Dağı’ndaki mağarada buluşmak üzere sözleşmişlerdi. Bu kılavuz kişi Rasûlullah ve Ebubekir’in develeriyle üçüncü gecenin sabahında Sevr’e, onların yanına geldi. Rasûlullah ve Ebubekir, Âmir bin Fuheyre ve kılavuz Abdullah bin Uraykit yola devam ettiler. Kılavuz, yolcuları alıp sahil yolunu takip ederek Medine’ye doğru hareket ettiler.”

Surâka bin Malik şöyle der:

“Hicret kafilesi Mudilceoğulları’nın sınırından geçtiği sırada Kureyş kâfirlerinin etrafa saldıkları elçileri bize geldi. Mekkeliler Rasûlullah ile Ebubekir’den her birini öldüren veya esir eden kimse için ayrı ayrı mükâfat tayin ediyorlardı.

Surâka dedi ki:

Bu günlerde ben, kavmim Mudliceoğulları’nın toplantılarından birisinde oturuyordum. Bu sırada Kureyş adamlarından bir kişi çıkageldi. Biz otururken o ayakta dikildi de:

__ Ya Surâka! Ben biraz önce sahile doğru yol alan birkaç yolcu karaltısı gördüm. Öyle sanıyorum ki, bunlar Muhammed ile sahabeleridir, dedi.

Surâka dedi ki:

Ben derhal bu adamın anlattığı yolcuların Muhammed ile sahabeleri olduğunu anladım. Fakat ondan saklamak için ona:

__ Gördüğün karaltılar Muhammed’le sahabeleri değildir. Lakin sen falan ve falan kişileri görmüş olacaksın! Şimdi onlar bizim gözlerimiz önünden geçip gittiler, kendilerine ait bir kayıp arıyorlar, dedim.

Sonra hareketimi meclistekilere sezdirmemek için bir müddet daha mecliste eğlendim. Sonra kalkıp evime girdim. Cariyeme atımı alıp çıkarmasını ve yüksek tepenin arkasında beni beklemesini emrettim. Ben de mızrağımı alarak evimin arka tarafından çıktım. Ve mızrağımın (parıltısını gizlemek için) alt tarafını yerde sürüklemiş, üst tarafını da aşağıya doğru tutmuştum. Nihayet atımın yanına geldim, üstüne bindim ve beni gayeme yaklaştırması için hayvanı dörtnala kaldırdım. Sonunda Rasûlullah ile sahabelerine yetişip yaklaştım. Bu sırada atım sürçüp kapaklandı. Ben de atımdan düştüm. Fakat hemen toparlanıp kalktım ve elimi ok torbamın içine uzattım, ondan fal kalemlerini çıkardım. ‘Muhammed’le sahabelerine zarar verebilir miyim, yoksa veremez miyim?’ diye onlarla fal baktım. Fal neticesinde hoşlanmadığım şey (yani zarar veremeyeceğim hususu) çıktı. Bunun üzerine ben yine atıma bindim. Fal oklarının aykırı çıkmasına rağmen, onlara isyan edip, atımı yine dörtnala kaldırdım. At beni onlara yaklaştırıyordu. Nihayet Rasûlullah’ın bir şeyler okuduğunu işittim. Rasûlullah arkasına dönüp bakmıyordu. Ebubekir ise arkasına çok dönüp bakıyordu. Rasûlullah’ın okuduğunu işittiğim sırada atımın iki ön ayağı kumun içine battı. Hatta bu batış dizlerine kadar erişti. Ben de attan düştüm. Sonra ben hayvanı kalkmaya zorladım. O da kalkmaya çalıştı. Fakat bir türlü ayaklarını çıkarmaya gücü yetişmedi. Hayvan zorlukla homurdanarak kalkıp doğrulunca da hemen iki ayağının gömülen izinden göğe doğru ateş dumanı gibi bir duman yükselip dağıldı. Bunun üzerine tekrar fal baktım. Yine hoşlanmadığım surette çıktı. Sonra ben Muhammed’le sahabelerine:

__ El-Eman, diye haykırdım.

Bunun üzerine durdular. Ben de atıma binerek yanlarına gittim. Rasûlullah ve sahabelerini taarruzumdan koruyan bunca harikalarla karşılaştığım şu anda gönlümde kesin bir kanaat hasıl oldu ki, Rasûlullah’ın işi ve Peygamberlik davası yakında zahir olup zafere ulaşacaktır. Bu kanaat üzerine ona:

__ Kavmin Kureyş, senin öldürülmen veya esir alınman hakkında mükâfat tayin etmişlerdir, dedim.

Ve Kureyş’in, kendisine ve sahabelerine karşı ne kadar fenalık yapmak istediklerini birer birer onlara haber verdim. Ve kendilerine yol azığı ve yol metaı arz ettim. Fakat benden bir şey almadılar ve hiçbir şey de almak istemediler.

Yalnız Rasûlullah bana:

__ Ya Surâka! Bizim yolculuğumuzu gizle, dedi.

Bunun üzerine ben Rasûlullah’tan hakkımda bir eman yazmasını istedim. Rasûlullah da Âmir bin Fuheyre’ye emretti. Âmir de bir deri parçasına yazıp verdi. Bundan sonra Rasûlullah, yanındakilerle beraber yoluna devam etti.

İbni Sihab şöyle der:

“Rasûlullah yolda Müslümanlardan bir tüccar kafilesi ile birlikte bulunan Zübeyir bin Avvam ile karşılaştı. Zübeyir, Rasûlullah ile Ebubekir’e beyaz elbiseler giydirdi.

Medine’de bulunan Müslümanlar, Rasûlullah’ın Mekke’den yola çıktığını işitmişler ve karşılamak için her sabah kuşluk vakti Harre mevkiine çıkarak öğle sıcağı basıncaya kadar Rasûlullah’ın gelmesini bekliyorlardı. Yine bir gün Müslümanlar uzunca bir bekleyişin ardından evlerine dönmüşlerdi. Evlerine girdikleri sırada Yahudilerden bir kişi, kendisine ait bir işe bakmak üzere Yahudi kulelerinden bir kulenin üstüne çıkıp yüksekten uzaklara bakmakta iken, Rasûlullah ile sahabelerini, beyazlar giymiş oldukları hâlde sıcaktan meydana gelen serap ve sis manzaralarını yararak geldiklerini gördü. Artık Yahudi bu muhteşem gelişi saklamaya muktedir olamayarak, yüksek sesiyle: “Ey Arap cemaati! İşte beklemekte olduğunuz şeref kaynağınız geliyor!” diye haykırdı.

Bu sesi işiten bütün Müslümanlar, silahlarına sarılarak evlerinden fırlayıp Rasûlullah’ı karşılamaya koştular. Ve Harre denilen kara taşlık yolunda Rasûlullah’a kavuştular. Rasûlullah onlarla birlikte Medine’nin sağ tarafına ilerledi ve nihayet Amr bin Avf ailesinin mahallesinde konakladı. O gün Rebiu’l-Evvel ayının Pazartesi gününe rastlayan bir gündü.

Ensardan gelenler arasında daha önceden Rasûlullah’ı görmemiş olanlar Ebubekir’le selamlaşmaya koyuldular. Nihayet güneş Rasûlullah’a değince, Ebubekir gitti ve ridası ile ona gölge yaptı. İnsanlar o vakit Rasûlullah’ı tanımış oldu. Rasûlullah Amr bin Avfoğulları arasında on küsur gün kaldı. Temeli takva üzere kurulan mescidi tesis etti ve Rasûlullah orada namaz kıldı.” (Buhari)

Bu kıssadan kendimize şu dersleri çıkarabiliriz:

1. Hicret esnasında Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ciddi tedbirler almış ve organize bir şekilde hicret etmiştir.

Herkesin dinlendiği öğle sıcağında gelmesi, başını örtmesi, Ebubekir’den radıyallahu anh ev halkını dışarı çıkarmasını istemesi, geceleyin yola çıkması, ilk başta Medine’ye ters istikamette yol alması, üç gün Sevr mağarasında kalması, Ebubekir’in ailesi üzerinden güzel bir görev dağılımı yapması son derece tedbirli hareket ettiğini gösterir.

Fakat Allah Rasûlü hicret ederken bütün tedbirlerini almış olsa da, asıl dayanağı, kendisinden yardım istediği yine Allah subhanehu ve teâlâ idi.

İbni Abbas radıyallahu anh şöyle der:

“Peygamber Mekke’de idi. Sonra hicret etmekle emrolundu. Bu sırada kendisine: ‘Ve de ki: ‘Rabbim, beni doğruluk yerine koy ve doğruluk yerinden çıkar ve katından, bana destekleyecek bir kuvvet ver.’ (17/İsra, 80)’  ayeti kerimesi nazil oldu.”

Allah’ın yardımı olmadan kişi ne kadar iyi çalışırsa çalışsın başarı elde edemez. Yapılan işlerde başarıyı elde etmek için Allah’ın yardım etmesi şarttır. Ondan dolayı İslam için koştururken ‘ben yaparım, ben ederim’ gibi kibre işaret eden sözleri söylemekten ziyade, her zaman Allah’tan yardım istemek gerekir.

Tedbir konusunda genel olarak iki taife Kur’an ve Sünnet’in dışına çıkmıştır.

Birinci grup, tedbiri tevekküle aykırı görüp; tedbir alınmaması gerektiğini söyleyenlerdir. Bunlar: ‘Biz Allah’a tevekkül ediyoruz’ diyerek yapacağı işlerde zahirî sebeplere sarılmazlar. Bu doğru değildir. Çünkü Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem Allah’a subhanehu ve teâlâ tevekkülü tamdı. Buna rağmen davet ederken, hicret ve cihad ederken tedbirlerini almıştı. Tedbir ile tevekkül birbirine zıt değildir. Bize düşen, yapacağımız her işte zahirî sebeplere en güzel şekilde yapışmak. Sonra da Allah ne dilerse ona rıza göstermektir.

İkinci grup ise tedbiri İslam’a hizmet etmenin önüne geçirenlerdir. Tedbir yapıyoruz deyip davet, hicret ve cihad etmeyenlerdir. Tedbir yapıyoruz deyip, sakalını kesen, Müslümanlardan uzak duranlardır. Aslında bunlar korkularını tedbir kılıfıyla kapatmaya çalışanlardır. Korkuyoruz diyemedikleri için tedbir alıyoruz diyorlar.

İslam ise bu ikisinin arasındadır. Tedbirimizi de alacağız, bununla beraber yapmamız gerekenleri de yapacağız. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! (Düşmana karşı) tedbirinizi alıp, küçük birlikler hâlinde yahut topluca savaşa gidin.” (4/Nisa, 71)

Allah subhanehu ve teâlâ bu ayette tedbirlerimizi almamızı emretmiş fakat ardından küçük ya da büyük gruplar halinde savaşa çıkmamızı istemiştir.

2. Ebubekir radıyallahu anh hicrette yine kendisini göstermiş ve canıyla, malıyla, ailesiyle Allah Rasûlü’nün yanında yer almıştır. Bu kıssada Ebubekir radıyallahu anh ile ilgili iki şey dikkatimizi çekiyor;

Birincisi; Ebubekir’in kazandığı mertebelerin, Allah Rasûlü’nün yanındaki değerinin durduk yere olmadığı bilakis, birçok fedakârlıktan sonra kazandığıdır… Cennet ile müjdelenmesi, Peygamberimizin en yakın arkadaşı olması ve ilk halife olmasının; samimi fedakârlıkların karşılığı olduğunu görüyoruz. Ebubekir radıyallahu anh yan gelip yatmakla, haftada iki-üç saat derslere katılmakla, ayda beş-on lira infak etmekle bu mertebeleri elde etmedi. Bilakis her şeyini, canını, malını, ailesini, vaktini ortaya koyarak bunları elde etti.

Bugün bizler de bu mertebelere ulaşmak istiyoruz fakat elde etmek için Ebubekir’in yaptıklarının çeyreğini yapmıyoruz. Ne vaktimizle, ne canımızla ne de ailemizle İslam için koşturmuyoruz. Bu halimizle bunları elde etmemiz mümkün değildir. Ebubekir’in elde ettiklerini elde etmek için Ebubekirce davranmak gerekir.

Zikrettigimiz bu madde asrımızın hastalıklarından birine de işaret etmektedir. Kolayı gözden çıkarıp, zoru ummak. Değerli olana tabi olanlar, değerli olanı feda etmek zorundadırlar. Gazoz kapağıyla pırlanta satın almak muhal oldugu gibi, hayatın en değersiz olanını feda edip, en değerli olan sıddıklık mertebesini ummak da muhaldir.

Müslümanların ilk nesilde olduğu gibi gerçekçi olmaları ve feda ettikleriyle umdukları arasında dengeyi gözetmeleri gerekir. Aksi halde meclislerde İbni Selul tiynetli, Ebubekir ağızlı insanları görmeye daha çok tahammül etmek zorunda kalacağız.

İkincisi; Ebubekir’in ailesinin ve çocuklarının gösterdigi tutum da gerçekten çok önemli. Babalarına destek çıkmışlar ve hicretlerini sıkıntısız yerine getirmeleri için ellerinden geleni yapmışlar. Normalde onların bu yaptıkları dilde kolay, pratikte ise gerçekten zor olan şeylerdir. Onlar babalarından ayrılacakları için sıkıntı çıkarmamışlar. Onlar: ‘Bizi kime bırakıyorsun? Biz sensiz ne yapacağız? Ne olur gitme!’ gibi sözlerle babalarının hicretine engel olmamışlar. Bilakis her konuda ona yardımcı oldular. Peki, onlar nasıl bu seviyeye geldi? Birdenbire mi böyle fedakâr oldular?

Ebubekir’in çocuklarının iyi olmasının sebebi, Ebubekir’in iyi olması ve onları iyi eğitmesinden kaynaklanıyordu. Bugün çocuklarımıza: ‘Falan sahabeye bakın küçük yaşta neler yapmış?’ diyerek onların da böyle olmalarıni istiyoruz. Fakat bir türlü istedigimizi elde edemiyoruz ve bir türlü çocuklarımız sahabe çocukları gibi olmuyor. Çocuklarımızın sahabe çocukları gibi olabilmesi için; bizler sahabe gibi olmamız gerekmektedir. Anne babalar iyi olursa çocukları da iyi olur. Onlar kötü olursa çocukları da kötü olur.

Bunu şöyle bir örnek üzerinden açıklayalım; Çocuklarımıza doktorluk eğitimi vermeden doktor olmalarını beklemek ne kadar beyhude bir beklentiyse aynı şekilde onlara İslami bir şuur vermeden, söz ve fiillerimizle onlar için belirlediğimiz hedefi kendi yaşamımızda göstermeden de İslam için koşturmalarını, İslam için fedakârlık yapmalarını beklemek bir o kadar beyhude bir beklentidir.

Ebu Hureyre’den radıyallahu anh rivayeten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

“Her çocuk fıtrat üzerine doğar. Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi. Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?” (Buhari, Müslim)

Çocuk fıtrat üzere Allah’ın razı olduğu şekilde doğar. Daha sonra itikad da dâhil çocukta olan değişiklikler anne babayla alakalıdır. Anne-baba neye inanıyorsa çocuk da ona inanmaya, anne babanın ahlakı neyse çocuğun da ahlakı öyle olmaya başlar. Çocukların dışarıdaki davranışları anne babaların evdeki davranışlarının göstergesidir. Çocuk, anne babasının dışarıdaki aynasıdır.

Günümüzde birçok anne-baba çocuklarından şikâyetçi. Çocuğum yaramaz, söz dinlemiyor, namazlarını kılmıyor, arkadaşlarıyla anlaşamıyor, derslerini çalışmıyor, ödevlerini yapmıyor cümlelerini anne ve babalardan çokça duyarız. Fakat asıl problem olan, anne ve babaların bu problemlerin kendilerinden kaynaklı olduğunu düşünmemeleridir. Çocukların bunları kendilerinden öğrendiklerinin şuurunda olmamalarıdır.

Çocuğumuzda gördügümüz güzel davranışları kendimizden bilip, onunla göğsümüzün kabardığı gibi; çocuğumuzda olan kötü davranışların da bizden kaynaklı olduğunu bilmemiz gerekir. Fakat çok ilginçtir ki birçok anne babada şöyle bir anlayış var; çocuklarında olan güzel davranışları onlar öğretmiştir. Kötü davranışları ise çocuklar arkadaşlarından veya komşunun çocuğundan öğrenmişlerdir. Güzellikleri kendilerinden kötülükleri ise başkalarından bilirler. Tartıda ölçüsüzce davranmanın şekillerinden biri de bu olsa gerek.

Çocuğumuzun nasıl olmasını istiyorsak, önce kendimiz bunu hayata geçirmeliyiz. Çünkü çocuk anne babasını örnek alır. Anne-baba ilim öğrenmeyi sevmiyorsa, ilme karşı ilgi duymuyorsa çocuk da ilmi sevmez ve ilgi duymaz. Anne baba birbirine veya başkalarına karşı saygısız ise, hak hukuka dikkat etmiyorsa, çocuk da aynısını yapar. Anne-baba ibadetlerine dikkat etmiyor, işlerini ibadetlerin önüne geçiriyorlarsa çocuk da ibadetlerine dikkat etmez ve oyunu ibadetlerinin önüne geçirir.

Üzüm üzüme baka baka kararır. Çocuğumuzun baktığı ilk üzüm biziz unutmayalım. Onu karartan da sarartan da, çürüten de büyüten de anne-babadır, bunu kabullenelim. ( Tevhid dergisi ilk sayı Mahi’nin yazısından alıntılanmıştır.)

3. Burada Ebubekir’in küçük oğlu Abdullah’ın yaptıkları da dikkatlerden kaçmıyor. Abdullah bir nevi istihbaratçı rolü oynayarak düşmanın faaliyetlerini gözlemliyor ve gerekli bilgileri toplamaya çalışıyordu. Abdullah gündüzleri Mekke halkı arasında dolaşır, onlara hissettirmeden gerekli bilgileri toplamaya çalışırdı. Daha sonra akşam karanlık çöktüğünde mağaraya gider topladığı bilgileri Rasûlullah’a ve Ebubekir’e bildirirdi. Geceleyin orada kalır, nöbet tutar ve sabaha doğru şafak sökmeden Mekke’ye geri dönerdi. Abdullah bunu üstün bir yetenekle yerine getiriyordu, öyle ki Mekkeli müşriklerden hiç kimse ondan şüphelenmemişti. (Hz. Ebubekir; Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi – Ali Muhammed Sallabi kitabından alıntı yapıldı.)

Aslında burada bir gencin İslam’a son derece faydalı olabileceğini görüyoruz. Ondan dolayı gençleri basite almamalı, İslam’a hizmet etmeleri için onlara görevler vermeliyiz. Gençtir, yapamaz edemez dememeliyiz. Tarih boyunca İslami mücadele gençler üzerinden ilerlemiştir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dönemimde davet yapan, cihad eden, âlim olanlardan birçoğu gençlerdi. Tabi bunun olabilmesi için, yani gençlere görev verilebilmesi için gençlerin de emir sahiplerine güven vermeleri, verdikleri görevleri hakkıyla yerine getireceklerine dair yaptıklarıyla bunu ispat etmeleri gerekir. (Gençliğin önemi ve gençliğin Allah’a nasıl adanması gerektigi ile tafsilatlı bilgi için ‘Allah’a Adanmış Gençlikler’ kitabına müracaat edilebilir.)

4. Bu kıssada yine Allah’ın yardımı da dikkatimizi çekiyor. Müşrikler aldıkları bütün tedbirlere rağmen Rasûlullah’ı ve Ebubekir’i yakalayamadı ve ikisi de sağ salim bir şekilde Medine’ye ulaştılar. Allah subhanehu ve teâlâ bir şey dilediği zaman bütün insanlar toplanıp ona engel olmak istese engel olamazlar. Gerekirse Allah subhanehu ve teâlâ kâinatın genel kurallarını değiştirir fakat yine de dilediğini yerine getirir. Müşrikler mağaraya çok yaklaşmalarına rağmen onları görememeleri, Suraka’nın atının ayaklarının sürekli yere batması, Allah’ın yardımının göstergeleriydi.

Buradan şunu anlamamız gerekir; bize düşen, Allah’a tevekkül edip işimizi ihsan ilkesi üzere en güzel şekilde yapmaktır. Biz üstümüze düşeni samimice yaparsak Allah’da subhanehu ve teâlâ üstüne düşeni yapacaktır elbet. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ bize yardım edeceğine dair söz vermiştir. Ve Allah subhanehu ve teâlâ sözüne en sadık kalandır:

“Müminlere yardım etmek ise üzerimizde bir haktır.” (24/Nur, 47)

“Şüphesiz ki, Peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.” (40/Mümin, 51)

Her ne kadar, düşündüğümüz hedeflere zahirî sebeplerle ulaşmamız mümkün görünmese de bilmemiz gerekir ki Allah bize yardım edecek ve Allah’ın yardımıyla zahiren ulaşılması mümkün olmayan hedeflerimize ulaşacağız. Peygamberlerin kıssaları bu konuda bizim için en güzel örneklerle doludur.

Musa aleyhisselam zahirî sebeplere göre denizden geçemezdi, fakat Allah denizi ikiye bölerek onların geçmesini sağladı. İbrahim’in aleyhisselam zahirî sebeplere göre yanması gerekirdi fakat Allah’ın yardımıyla ateş onu yakmadı. Talut’un ordusunun zahirî sebeplere göre Câlût’un ordusuna karşı yenilmesi gerekirdi, çünkü sayıca onlar çok daha fazlaydı. Bedir’de zahirî sebeplere göre Müslümanların yenilmesi gerekirdi çünkü düşman onların üç katıydı. Fakat her bir vakıada zahirî sebepler işlevsiz kaldı. Allah subhanehu ve teâlâ kâinatın genel kurallarını değiştirerek onlara yardım etti ve zafer kazandılar. Allah’ın yardımı olduğu zaman imkânsızlıklar çok rahat aşılır. Allah’ın yardımı olmadığı zaman ise çok basit şeyler dahi, zorlaşır.

5. Ebubekir’in radıyallahu anh Peygamberimize olan saygısını da yine bu kıssadan görüyoruz. Medine’ye vardıklarında güneşte bekleyen Rasûlullah’a ridası ile gölge yapması ona olan saygısını gösterir.

Saygı, İslam toplumunun temel öğretilerinden biridir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

“Küçüklerine merhamet etmeyen, büyüklerine saygı göstermeyen bizden değildir.” demektedir. (Ebu Davud)

Sahabe ve selef dönemine baktığımızda saygı meselesine son derece dikkat ettiklerini görürüz. Emir sahiplerine, âlimlere, büyüklere saygı göstererek bunun Rasûlullah’a has olmadığını bize göstermişlerdir. Selefimiz bunu nasıl yerine getirdiyse, bizim de o şekilde yerine getirmemiz gerekir. Çünkü biz onları her konuda örnek almak zorundayız. Sahabenin ve selefin saygı anlayışına dair şu örnekleri verebiliriz;

Amr bin As radıyallahu anh şöyle der: ‘Allah Rasûlü’ne duyduğum saygıdan dolayı gözlerimi kaldırarak yüzüne bakamazdım. Biri benden onu anlatmamı isteseydi yüzüne bakamadığım için bunu yapamazdım.’

Ömer radıyallahu anh halifelik döneminde Usame bin Zeyd’i radıyallahu anh her gördüğünde: “Selam senin üzerine olsun ey emirim” diye selamlardı. Usame’nin mahcubiyetini görünce de şöyle derdi: “Şüphesiz Rasûlullah vefat ettiginde sen bizim üzerimize emirdin.”

İbni Abbas, Zeyd bin Sabit’in radıyallahu anhum atının yularından tutup bu şekilde varacağı yere götürürdü. Zeyd bundan sıkıntı duyup ‘Bunu bana yapma’ deyince o da: ‘Biz büyüklerimize ve âlimlerimize saygı göstermekle emrolunduk’ diye karşılık verirdi.

İmam Şafii, İmam Malik’in rahimehumullah talebesidir. İmam Şafii şöyle der: ‘Ben Malik’in huzurundayken Muvatta’nın yapraklarını öyle dikkatli bir şekilde çevirirdim ki hışırtı sesi Malik’i rahatsız etmesin.’

İmam Şafii’nin talebesi Reb’i bin Süleyman şöyle der; ‘Vallahi yıllarca Şafii’nin huzurundayken Şafii’ye bakarak su içmedim.’

Abdullah bin Mübarek, Süfyan bin Uyeyne’nin rahimehumullah yanındayken kendisine bir soru yöneltiliyor. Abdullah bin Mübarek soruya cevap vermiyor. Süfyan b. Uyeyne: ‘Ey Abdullah bunlar sana bir soru soruyorlar onlara cevap ver’ dedi. O da ‘Hayır, biz büyüklerimizin yanında konuşmaktan menedildik’ diye karşılık verir. Çünkü Abdullah bin Mübarek, Süfyan bin Uyeyne’yi kendisinden üstün görürdü. (‘Müslümanların Emirlerine Karşı Sorumlulukları’ kitabından alıntı yapılmıştır. Tafsilat için oraya müracaat edilebilir.)

Saygının olabilmesi için öncesinde sevginin olması gerekir. İnsan birini sevdiği zaman severek, içinden gelerek ona saygı gösterir. Sevmediği zaman ise saygı göstermek durumunda kalsa da istemeyerek saygı gösterir. Sevginin olmadığı yerlerde ya hiç saygı olmaz ya da ilk başlarda mecburiyetten kaynaklı olsa da sürekli olmaz. Aramızda saygının olması için ilk başta aramızda sevgiyi tesis etmemiz gerekir.

Sevr Mağarasında

Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyuruyor:

“Eğer siz ona (Rasûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebubekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına: ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir,’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (9/Tevbe, 40)

Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili tefsir ve hadis kitaplarında şu rivayet nakledilir:

“Rasûlullah ile Ebubekir’in mağarada bekledikleri sırada müşrikler oraya yaklaştılar. Hatta neredeyse onları göreceklerdi.

Mağaranın üzerinde onların ayak izlerini gören Ebubekir şöyle diyor:

__ Ey Allah’ın Rasûlü! Onlardan birisi ayağını kaldırıp baksa bizi görecek.

Peygamberimiz ise:

__ Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında ne düşünebilirsin, buyurdu.” (Buhari)

Ebubekir’in radıyallahu anh müşrikleri görünce endişelenmesi, üzülmesi kendisine bir zarar gelecegini düşündügünden dolayı değildi. Bilakis o, Allah Rasûlü’ne bir şey olmasından korkuyor ve onun için üzülüyordu. Buna mağaraya giderken gösterdigi şu tavrı güzel bir örnektir;

Sevr mağarasına giderken Ebubekir radıyallahu anh bazen Rasûlullah’ın önüne bazen de arkasına geçiyor. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bunun sebebini sorunca şöyle diyor: ‘Önden sana bir saldırı yapılma ihtimalini düşünüp önüne geçiyorum, ardından arkadan bir saldırı ihtimalini düşünerek arkana geçiyorum.’ Mağaraya geldiklerinde Ebubekir radıyallahu anh şöyle diyor: ‘Ya Rasûlullah ben içeriyi kontrol edeyim sen ondan sonra gel.’ Mağaraya girdiğinde orada bir deliğin oldugunu fark ediyor onu ayağıyla kapatıyor ve şöyle diyor; ‘Ey Allah’ın Rasûlü şayet orada yılan veya akrep varsa zararı bana gelsin.’

Bunlar bize Ebubekir’in kendisi için değil de Allah Rasûlü için endişelendiğini gösteriyor. Ebubekir’in davanın maslahatını, öncü ve önder insanların bekasını kendi nefsine tercih etmesi ve o şekilde davranmasının sebebi şudur; şahıslara gelen zarar onların nefsiyle sınırlı kalır. Lakin toplumları sevk ve idare eden yöneticilere gelen zarar tüm İslam toplumuna gelir. Bu düşünceyi biz sahabenin genelinde görüyoruz. Münafıkların Medine’de sıkıntı çıkardığı dönemde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dememesine rağmen Sad bin Ebi Vakkas’ın gelip Allah Rasûlü’nün evinin önünde nöbet tutması da bunun için başka bir örnektir.

Bu sahabeye has olan bir şey değildir. Onlara bakıp bu konuda onları överek, onları takdir ederek üzerimizdeki sorumlulugu atmış olmayız. Bu ahlakın asrımızda bulunan Müslümanlara da yansıması gerekir. Bu da iki şekilde olur;

A. Cemaatin varlık ve bekasını şahısların maslahatına tercih etmek.

B. Toplumları sevk ve idare eden, Müslümanların etrafında kenetlendikleri, İslam toplumunun harcı olan önderlerin maslahatını, şahısların maslahatına tercih etmek. Bu, şahısları kutsallaştırmak değil bilakis davanın maslahatını düşünmektir.

Davamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver