Zor Günlerin Adamı Sadık İnsan – 1

 

İnsanlar Peygamberimizi sallallahu aleyhi ve sellem inkâr ederken o, Peygamberimize iman etti. İnsanlar Peygamberimizi yalnız bırakırken, o canıyla, malıyla destek çıktı… İnsanlar Peygamberimizi yalanlarken, o içtenlikle tasdik etti. Kimdir bu değerli insan? diye aklınıza gelebilir. O, Peygamberimizin hicret ve mağara arkadaşı Ebubekir’dir radıyallahu anh.

Ebubekir (ra.) Kimdir?

Abdullah bin Osman bin Amr bin Ka’b bin Sa’d bin Mürre Et-Teymi Ebu Bekir Es-Sıddık’tır.

Babası, Ebu Kuhafe lakabıyla bilinen Osman bin Amr’dır radıyallahu anh. Mekke’nin fethinden sonra iman etmiştir.

Annesi, Ümmü’l Hayr lakabıyla bilinen Esma’dır radıyallahu anha. Davetin ilk yıllarında iman etmiştir.

Fazileti

Ebubekir’in radıyallahu anh fazileti hakkında birçok hadis vardır. Bunlardan bazıları şunlardır;

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

“Beni Ebu Bekir’in malının faydalandırdığı kadar hiç kimsenin malı faydalandırmamıştır. Bir dost edinmiş olsaydım mutlaka Ebu Bekir’i edinirdim. Lakin arkadaşınız Halilullah’tır/Allah’ın dostudur.” (Buhari, Müslim)

“Allah ve müminler Ebu Bekir’den başkasına razı olmazlar.” (Müslim)

“Benden sonra şu iki zata uyunuz! Ebu Bekir ve Ömer’e.” (Tirmizi)

“Bir gün Peygamberimize erkeklerin içerisinden en çok kimi sevdiği soruldu. O da: ‘Ebubekir’ diye cevap verdi.” (Buhari)

Cahiliye Dönemi

Ebubekir radıyallahu anh cahiliye döneminde de kişilik sahibi ve insanlar tarafından sevilen birisiydi. Cahiliyenin kötü davranışlarından uzak, ahlaklı bir tüccardı. Bunun en güzel delili Habeşistan’a hicret etmek istediğinde İbni Dağane ile aralarında geçen diyalogdur. Ebubekir Habeşistan’a hicret etmek istediği sırada İbni Dağane onu görür, ‘Nereye gidiyorsun ya Ebubekir?’ diye sorar. Ebubekir ‘Kavmim beni memleketinden çıkardı, yeryüzünde dolaşıp Rabbime ibadet etmek istiyorum.’ dedi. İbni Dağane: ‘Ey Ebubekir senin gibi bir insan memleketini terk etmez ve terk etmeye zorlanmaz. Sen fakire yardım eder, akrabalarla iyi ilişkilerde bulunursun. Yetime sahip çıkar, misafire ikram edersin.’ diyerek onun faziletlerini sayar.

Cahiliyesi böyle olanın İslamı’nın nasıl olacağı zaten bellidir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

“İslam’da en hayırlılarınız, cahiliyede en hayırlı olanlarınızdır. Şayet İslam’da fıkıh/anlayış sahibi olurlarsa.” (Müslim)

Müslüman Oluşu

Ebubekir radıyallahu anh cahiliye döneminde de Peygamberimizin samimi arkadaşıydı. Bir gün Ebubekir Yemen tarafına ticarete gitmişti. Döndüğünde insanlardan arkadaşı Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem Peygamberlik iddiasında bulunduğunu duydu. Vakit kaybetmeden direkt Peygamberimizin yanına gidip meselenin ne olduğunu sorup öğrendi. Peygamber ona İslam’ı anlatıp, davet etti. Ebubekir, Peygamberi dinledikten hemen sonra iman etti.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onun daveti kabul edişi hakkında şöyle der:

“Kime davet yaptıysam biraz düşündü. Ebubekir ise hiç düşünmeden kabul etti.” (Tirmizi)

İslam dini, insanın fıtratına hitap eden bir dindir. Bu yüzden, fıtratı bozulmamış olan insanların hidayeti kabul etmesi kolaydır. Ebubekir’in radıyallahu anh hiç düşünmeden Peygamberimizin davetini kabul etmesi hem Peygamberimize olan güveninden, onun yalan söylemeyeceğini bildiğinden; hem de fıtratının temiz oluşundandır.

Burada iki şey dikkatimizi çekmektedir. İlki; davetçinin El-Emin olması. Şüphesiz hayır hayrı, şer de şerri çeker. El-Emin olan davetçiler cahiliyye toplumunda yaşayan ahlak ve erdem sahibi insanları çekerler, bu da İslam daveti açısından kazançtır. Davetin başladığı yerlerde gelişi güzel belirlenen kişilerden ziyade, cahiliyesinde güzel ahlakı ve güvenilirliği ile öne çıkan Müslümanların davet çalışmalarında aktif olmaları gerekir. Çünkü bunun davete katkısı daha fazladır. Ebubekir radıyallahu anh bunun için güzel bir örnektir.

İkincisi; davetçilerin zamanlarını güzel değerlendirmeleri ve fıtratı bozulmamış akıl sahibi insanlarla işe başlamalarının gerekliliği. Hem Allah Rasûlü’nün hem de Ebubekir’in radıyallahu anh davetinde buna şahit oluyoruz. Her ikisi de ilk başta herkesi değil de temiz fıtrat sahiplerini İslam’a davet etmişler.

Allah’a Daveti

Ebubekir radıyallahu anh iman ettikten hemen sonra, davet yükünü omuzlayıp, insanları İslam dinine davet etmiştir. Birçok sahabe onun aracılığı ile Müslüman olmuştur. Bunların içerisinde cennet ile müjdelenen Osman b. Affan, Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvam ve Talha b. Ubeydullah radıyallahu anhum gibi sahabeler de vardır.

Davet, Mekke’de yayılmaya başlayınca beraberinde eziyetler de artmaya başlamıştı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem başta olmak üzere birçok sahabe müşriklerden eziyet görüyordu. Özellikle açıktan davet yapan ve baskılara rağmen taviz vermeyen sahabeler daha fazla eziyet çekiyordu. Ebubekir de radıyallahu anh bunlardan biriydi. Bir gün açıktan davet yapmaya başladığı sırada, müşrikler tarafından çok kötü bir şekilde dövülüp eziyet görmüştür.

Aişe radıyallahu anha anlatıyor:

“Peygamberin ashabı bir araya gelmişti. Ebubekir, Peygambere, halkı açıktan İslam’a davet etmek için ısrar etti. Peygamber ‘Sayımız azdır’ dedi. Ama Ebubekir ısrarında devam etti. Nihayet Peygamber çıktı, ashabı da mescidin çeşitli yerlerine dağılarak yakınlarının aralarına katıldılar. Bu sırada Ebubekir ayağa kalkarak halka bir hutbe okudu. Peygamber de oturmuş onu dinliyordu: Bunun üzerine müşrikler, Ebubekir’e ve diğer Müslümanlara saldırıp dövdüler. Ebubekir’i o kadar çok dövmüşlerdi ki sonunda baygın düştü. Bu sırada Utbe b. Rebia gelip ayakkabılarıyla yüzüne vurmaya başladı. Sonra karnına sıçradı. Öyle ki Ebubekir’in yüzü tanınmayacak hale gelmişti. Bunu duyan Teymoğulları koşarak gelip müşrikleri uzaklaştırdılar. Ebubekir’i bir elbiseye sararak evine götürdüler. Sonra da mescide geldiler ve dediler ki: ‘Allah’a yemin ederiz ki, Ebubekir ölecek olursa, biz de Utbe’yi öldüreceğiz.’ Sonra tekrar Ebubekir’in yanına dönüp, Ebu Kuhafe ile birlikte onu konuşturmak için akşama kadar uğraştılar. Ebubekir akşama doğru konuşabildi ve hemen ‘Allah’ın Peygamberi nasıldır?’ diye sordu. Bunun üzerine: ‘Sen onun yüzünden bu hale düştün. Buna rağmen onun için üzülüyorsun’ diye azarlayıp oradan ayrıldılar. Annesi Ümmü’l Hayr’a da: ‘Ona bir şeyler yedirmeye çalış’ dediler.

Ümmü’l Hayr, Ebubekir’le baş başa kaldığında ona bir şeyler yiyip içmesi hususunda çok ısrar etti. Ebubekir ise devamlı olarak: ‘Peygamber ne durumda?’ diye soruyordu. Annesi: ‘Vallahi, benim arkadaşın hakkında bir bilgim yok’ dedi. Ebubekir: ‘O halde, Hattab’ın kızı Ümmü Cemil’e git! Peygamberi ondan sor!’ dedi. O da Ümmü Cemil’e geldi ve dedi ki: ‘Ebubekir senden Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem durumunu soruyor!’ Ümmü Cemil: ‘Ben ne Ebubekir’i ne de Muhammed’i sallallahu aleyhi ve sellem tanırım. Eğer istersen seninle beraber oğluna gidelim.’ dedi. Ebubekir’in annesi bu teklifi kabul edince, Ümmü Cemil onunla beraber Ebubekir’e geldi. Onu ölüm derecesinde ağır hasta olarak görünce, ‘Allah’a yemin ederim ki, sana bu yara ve bereleri açan bir kavim kesinlikle fısk ve küfür ehlidir. Ümit ederim ki Allah senin için onlardan intikam alsın!’ dedi.

Ebubekir: ‘Peygamber nasıl?’ diye sordu. Ümmü Cemil: ‘Annen burada.’ deyince Ebubekir: ‘Annemden çekinme, ondan bir zarar gelmez’ dedi. Ümmü Cemil: ‘Peygamberin durumu iyidir’ dedi. Ebubekir: ‘O şimdi nerede?’ diye sordu. Ümmü Cemil: ‘Erkam b. Erkam’ın evindedir’ dedi.

Ebubekir: ‘Allah’a yemin olsun ki, Peygamberi görmedikçe yemek yemeyeceğim, su içmeyeceğim.’ dedi. Onlar ortalık sakinleşinceye kadar beklediler. Sonra Ebubekir’i aralarına alarak Peygambere götürdüler. Ebubekir, Peygamberi görünce hemen onun boynuna sarıldı ve öpmeye başladı. Oradaki Müslümanlar da Ebubekir’e sarılıp onu öpmeye başladılar. Ebubekir, Peygamberin kendisi için üzüldüğünü görünce: ‘Anam babam sana feda olsun, ey Allah’ın Rasûlü! O fasığın yüzüme vurmasından başka, bir şeyim yok. Bu benim annemdir, çocuklarına çok iyi davranır. Sen ise mübareksin, onu Allah’ın dinine davet et ve hidayet vermesi için Allah’a dua et. Belki Allah onu, senin vasıtanla ateşten korur.’ dedi. Bunun üzerine Peygamber önce dua etti. Sonra Ümmü’l Hayr’ı İslam’a davet etti. Ümmü’l Hayr da Müslüman oldu.” (El-Bidaye Ve’n-Nihaye)

Bu kıssadan kendimize şu dersleri çıkarabiliriz;

1. Tevhidi öğrendikten sonra Müslümanın temel görevlerinden bir tanesi güç nispetinde tevhide davet etmektir. Ebubekir’in radıyallahu anh iman ettikten hemen sonra davete başlaması da bundandır. Davet, İslam toplumunun temel özelliklerinden bir tanesidir. Allah subhanehu ve teâlâ Peygamberimize vahyi indirdikten hemen sonra, bununla insanları uyarmasını istemiştir.

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.” (3/Âl-i İmran, 110)

İnsan bir davaya gönül verdiğinde, bu genelde iki şekilde olur. Yakinen inanma ve meseleyi fıkhetme. Böylesi insanlar yerlerinde duramazlar. Zihinlerinde yer eden, kalplerinde yakin ile kenetlenen bu hayra insanları da davet etmek isterler.

Sathî/yüzeysel inanma; insanın derinlemesine fıkhetmediği ve yakin seviyesinde olmayan bilgi onu harekete geçirmez. Özelde Ebubekir radıyallahu anh genelde tüm sahabenin İslam uğrunda fedakârlıklarının temelinde; akidelerinde yakin üzere olmalarıydı. Bu durumda her Müslümanın yakinini sorgulaması, onu elde etmek için çabalaması gerekir.

2. Müşrikler, İslam davetinden rahatsız olurlar. Davet açıktan yapılmaya başlandığında müşrikler bunu durdurmak için bütün imkânlarını kullanırlar. Bazen sözlü bazen de fiilî olarak eziyet ederek davetin önüne set çekmeye çalışırlar. Aksi takdirde kendi çıkarlarının, kendi menfaatlerinin tehlikeye gireceğini düşünürler. Ebubekir radıyallahu anh insanlar tarafından sevilen ve sayılan biri olmasına rağmen, açıktan davet yaptığında ona saldırıp durdurmaya çalıştılar. Müşriklerin çıkarları tehlikeye girdiğinde sevdikleri ve saydıkları insanları dahi tanımazlar. Eğer bugün yaptığımız davetten müşrikler rahatsız olmuyorsa veya bunu durdurmak için bir şeyler yapmıyorlarsa bu bizim davetimizle Peygamberin ve sahabesinin yaptığı davetin aynı olmadığını gösterir. Şayet davet aynı olsaydı tepkiler de aynı olacaktı. Çünkü yeryüzünde var olmuş tüm tevhid önderleri, davetlerini müşrik toplumlara duyurduklarında aynı durumla karşılaştılar.

Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyuruyor:

“Andolsun ki, Allah’a kulluk edin! (demesi için) Semud kavmine kardeşleri Salih’i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler.” (27/Neml, 45)

“Böylece biz, her Peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.” (6/En’am, 112)

3. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile sahabesi arasında son derece kuvvetli bir sevgi bağı vardı. Sahabe, Peygamberi; canından, malından ve ailesinden daha çok seviyordu. Bu sevgi onların her zaman ilk olarak Rasûlullah’ı düşünmelerine, hiç çekinmeden kendilerini Rasûlullah’a siper etmelerine, Rasûlullah için kendi canlarını tehlikeye atmaya sevk ediyordu. Ebubekir’in radıyallahu anh o kadar eziyet çekmesine rağmen kendine geldiğinde ilk olarak Peygamberi sorması da bu sevgiye işaret eder. Rasûlullah’ın iyi olduğunu duymadan bir şey yiyip içmemiş; Allah Rasûlü’nün iyi olduğunu duyması da ona yetmemiş, hasta yatağından kalkıp onun iyi olduğunu kendi gözleriyle görmek istemiştir. Bu Ebubekir’in, Peygamberi ne kadar çok sevdiğini gösteren bir örnektir.

Bu sevginin bir nedeni Allah Rasûlü’nün Peygamberliğiydi. Bir başka nedeni ise öncülerin İslam davasına olan hizmetleriydi. Aynı ahlakın Rasûlullah’ın vefatından sonra Ebubekir, Ömer gibi seçkin sahabelerin radıyallahu anhum içinde de devam ettiğini görüyoruz.

Bu adanmışlık ve diğerkamlık ahlakıdır. Kişinin hayatını davasına göre tanzim etmesi, davasının selametine göre tercihlerini belirlemesidir. Bir şahıs veya öncünün İslam davasına faydası daha fazlaysa, Müslüman hiç çekinmeden onu kendine tercih etmeli, bu konuda gösterilmesi gereken fedakârlığı göstermelidir. Kişi bunu inanmışlığı ve adanmışlığı oranında yerine getirir.

4. Ebubekir radıyallahu anh o yaralı haldeyken dahi tebliği, daveti düşünüyor. Annesinin hidayet bulması için Peygamberimizden ona dua etmesini ve tebliğ yapmasını istiyor. Buradan da şunu anlıyoruz; Müslüman için ilk sırada her zaman tevhid olması gerekir. Fırsat bulduğu her durumu güzelce değerlendirip davet yapmalıdır.

Peygamber önce Allah’a dua ediyor ardından tebliğ yapıyor. Davette veya herhangi bir işte başarıyı elde edebilmek için Allah’ın yardım etmesi gerekir. Allah subhanehu ve teâlâ yardım etmeden zahirî sebepler her ne kadar yerine gelse de, başarı elde edilemez. Bu nedenle başarıyı elde etmek istediğimiz her işin başında, Allah’a dua ederek O’ndan yardım istememiz gerekir.

Şuayb aleyhisselam şöyle der:

“Benim başarım ancak Allah iledir. Ben, O’na tevekkül ettim ve O’na yöneldim.” (11/Hud, 88)

5. Ümmü Cemil’in radıyallahu anha gizliliğe gösterdiği önem. Gizlilik Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ashabını eğittiği temel ahlaklardandır. Ümmü Cemil’in Ebubekir’in annesine karşı gösterdiği tavır bunun en güzel örneklerinden bir tanesidir.

Enes’in radıyallahu anh annesine karşı gösterdiği şu tavır da bizim için güzel bir örnektir;

Enes radıyallahu anh anlatır:

“Ben çocuklarla oynarken Rasûlullah yanıma geldi ve bize selam verdi. Ardından beni bir işi için gönderdi. Bundan dolayı annemin yanına geç gittim. Eve döndüğüm de annem, ‘Niye geciktin?’ diye sordu. Ben de: ‘Rasûlullah beni bir işe gönderdi’ dedim. Annem: ‘Rasûlullah’ın işi neymiş?’ diye sordu. Dedim ki, ‘Bu sırdır.’ Bunun üzerine annem: ‘Sakın Rasûlullah’ın sırrını kimseye söyleme’ dedi.” (Buhari, Müslim)

Ali ile Ebu Zer radıyallahu anhum arasında geçen ve Ali’nin gösterdiği tutum da bize Allah Rasûlü’nün sahabesini bu ahlak üzerine eğittiğini gösterir. Ebu Zer radıyallahu anh Müslüman olma kıssasını şöyle anlatır:

“Sonra Mekke’ye yöneldim. Mescid-i Haram’a geldim fakat ben Rasûlullah’ı tanımıyordum. Onu başkasına sormak da istemiyordum. Zemzem suyu içiyordum. Ve mescidde bulunuyordum. Ebu Zer (devamla) der ki; Bu sırada yanıma Ali uğradı ve: ‘Şu adam gariptir sanırım!’ dedi. Ben de: ‘Evet garibim’ dedim. Ali, ‘Öyle ise bizim eve buyur!’ dedi. (Ebu Zer der ki:) Ali ile beraber gittim. O bana bir şey sormadı. Ben de ona haber vermedim. Sabahlayınca Rasûlullah’ı sormak için kuşluk vakti mescide gittim. Fakat kimse bana ona dair bir şey bildirmedi. Yine bana Ali uğradı ve:

__ Bu adam için evine gitmesini bileceği zaman gelmedi mi? dedi. Ben de:

__ Hayır, dedim. Ali:

__ Benimle gel, (dedi ve devamla,) Burada işin ne? Seni bu şehre getiren nedir? dedi. Ben de kendisine:

__ Gizli tutarsan sana anlatırım, dedim. Ali:

__ Muhakkak ki söylediğini yaparım, dedi. (Ebu Zer):

__ Bana burada kendisinin Peygamber olduğunu söyleyen bir kimsenin çıktığı haberi ulaştı, bunun için kendisiyle görüşmek için kardeşimi gönderdim, sadra şifa vermeyen bir malumatla döndü geldi. Ben de kendim görüşmeyi istedim. Ali:

__ Sen yolunu buldun, ben ona gidiyorum beni takip et, girdiğim yere gir. Eğer ben senin için tehlikeli birisini görürsem ayakkabımı düzeltiyormuş gibi yapar duvara yönelirim. Sen durma yürü, dedi.

O yürüdü ben de yürüdüm sonunda Peygamberin yanına girdim.’ ” (Buhari)

Ümmü Cemil, Ali ve Enes’in radıyallahu anhum tavırlarından anladığımız Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem; yaşlı, kadın, genç, çocuk ayrımı yapmadan tüm ashabını bu ahlak üzere eğitmiştir. Özellikle teknolojinin gizlilik ve mahremiyeti hedef aldığı bir çağda, Müslümanların bu nebevi eğitimi ihmal etmemeleri gerekir.

Köleleri Azad etmesi

Ebubekir radıyallahu anh mal, mülk sahibi birisiydi. İman ettikten sonra malını, mülkünü İslam için, Müslümanlar için harcamaya başlamıştı. Başta Bilal radıyallahu anh olmak üzere efendileri tarafından eziyet gören birçok Müslüman köleyi kendi imkânlarıyla azad etmiştir. Bilal’i azad etme kıssası kısaca şöyle gerçekleşmişti:

Bilal radıyallahu anh Müslüman olduktan sonra efendisi Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler tarafından eziyet görmeye başladı. Ümeyye bin Halef onu yoruluncaya kadar döverdi. Öğle sıcaklığında onu Arabistan’ın yakıcı sıcağı altında yere yatırır, üzerine taşlar koyardı. Lat’a ve Uzza’ya iman etmesini ve Muhammed’i sallallahu aleyhi ve sellem inkâr etmesini ondan ister, aksi takdirde bu şekilde kendisine eziyet etmeye devam edeceğini söylerdi. O her bunu söylediğinde Bilal radıyallahu anh ise ‘Ahad, Ahad/Allah birdir, Allah birdir.’ derdi. Bilal böyle dedikçe o daha fazla öfkelenir ve daha fazla eziyet ederdi. Yorulduktan sonra taşların altında kalarak bitkin düşen Bilal’in boynuna bir ip takar ve ipin ucunu çocukların eline verirdi. Çocuklar onu Mekke sokaklarında dolaştırır, onunla alay ederlerdi.

Bir gün yine Bilal radıyallahu anh çölde yatırılıp üzerine taşlar konulmuşken Ebubekir radıyallahu anh oraya gelir ve Ümeyye’ye şöyle der: ” ‘Allah’tan korkmuyor musun daha ne kadar bu işkencelere devam edeceksin?’ Ümeyye: ‘Onun bu hale gelmesinin sebebi sensin, bundan dolayı onu senin kurtarman gerekir.’ dedi. Ebubekir: ‘Evet, onu kurtaracağım. Ben de senin dininden olan, ondan daha güçlü siyah bir köle var, onu sana vereyim. Ona karşılık olarak Bilal’i alıp özgürlüğüne kavuşturayım.’ dedi. Ümeyye de bu teklifini kabul eder ve Bilal’i Ebubekir’in kölesi karşılığında salıverir.” (İbni Sa’d)

Allah kullarına farklı farklı nimetler vermiştir. Kimisine mal, kimisine ilim, kimisine cesaret, kimisine ise farklı yetenekler. Herkesin Allah tarafından kendisine verilen bu yetenekleri İslam ve Müslümanlar için kullanması gerekir. Allah subhanehu ve teâlâ Ebubekir’e mal vermişti. O da bunu her zaman İslam ve Müslümanlar için kullanmıştı. Kimi zaman o mal ile köleleri azad etmiş, kimi zaman cihad ordusunu donatmış, kimi zaman da başka amaçlar uğruna sarf etmiştir. Hiçbir zaman bu malı ben kazandım düşüncesine kapılıp, İslam için infak etmekten geri durmadı. O, bu malın Allah tarafından kendisine verildiğinin şuurundaydı. Bu düşüncede olduğu için nerede Müslümanların paraya ihtiyacı oldu, orada Ebubekir ortaya çıkarak yardımda bulundu.

Müslümanlar bugün de birçok alanda maddiyattan kaynaklı sıkıntılar yaşıyor. Allah’ın kendilerini mal nimeti ile nimetlendirdiği Müslümanların kardeşlerinin sıkıntılarında onların yanında olmaları, onlara destek çıkmaları gerekir. Tabi bugün eziyet gördüğü için azad edilebilecek bir köle yok. Fakat bunun yerini dolduran başka şeyler var; Esir düşen kardeşleri kurtarmak, cihad eden, şehid düşen veya cezaevinde olan Müslümanların ailelerine bakmak, onların ihtiyaçlarını gidermek gibi. Müslümanın diğer Müslüman kardeşinin hem maddi hem de manevi sıkıntılarında yanında olması gerekir. Maddi olarak yardımcı olamasa da en azından dua ederek, teşvik ve teselli ederek manevi olarak yanında olması gerekir. Peygamberimizin malı yoktu. Belki Müslümanlara parasal olarak yardımcı olamıyordu. Fakat eziyet gören Müslümanların yanından geçerken sabretmelerini, karşılığında cenneti elde edeceklerini onlara hatırlatarak onları teselli edip teşvik ediyordu. Ebubekir radıyallahu anh ise Allah’ın kendisine verdiği mal nimeti ile maddi olarak Müslümanlara yardımcı oluyordu.

Ebubekir’e (ra.) niye ve ne zaman ‘Sıddık’ denildi?

Ebubekir’in radıyallahu anh birçok lakabı vardı. Bunlardan birisi ve en meşhur olanı ‘Sıddık’tır. Rasûlullah da sallallahu aleyhi ve sellem onun için bu lakabı kullanırdı.

Rasûlullah bir gün beraberinde Ebu Bekir, Ömer ve Osman radıyallahu anhum olduğu halde Uhud’a çıkmıştı. Bu esnada dağ onları salladı. Bunun üzerine Nebi sallallahu aleyhi ve sellem:

“Ey Uhud, sabit ol! Bil ki senin üstünde bir Rasûl, bir Sıddık ve iki de şehid bulunuyor.” (Buhari) buyurdu.

Ebubekir radıyallahu anh İsra ve Miraç olayından sonra Sıddık ismini almıştır. Olay şöyle gerçekleşmiştir; Malik bin Sa’saa’dan radıyallahu anh rivayetle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem İsra ve Miraç gecesini şöyle anlatmıştır:

“Ben Kâbe’de Hatim’de -(ravi) belki de Hicr’de demiştir- yatıyordum. Bana Cibril geldi ve buramdan buraya kadar (boğaz çukurundan kasığına kadar) yararak kalbimi çıkardı. Sonra bana iman dolu bir altın tas getirildi ve kalbim yıkandı. Sonra kalbim içi doldurularak yerine konuldu. Sonra bana, katırdan küçük, merkepten büyük beyaz ve gözünün gördüğü en uzak yere adımını atan bir hayvan (Burak) getirildi ve ona bindirildim. Cibril beni alıp götürdü. Birinci göğe varınca, göğün açılmasını istedi. Kim o, diye soruldu. O da: ‘Cibril’, dedi. ‘Beraberinde kim var’, denildi. Cibril: ‘Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’, dedi. ‘Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem çağrıldı mı’, diye soruldu. Cibril: ‘Evet’, dedi. Bunun üzerine: ‘Hoş geldi ve ne mutlu bir geliş ile geldi’, denildi. Hemen kapıyı açtı. Birinci göğe girince Âdem ile karşılaştım. Cibril bana: ‘Bu senin atan Âdem’dir, ona selam ver’, dedi. Ben de selam verdim. Selamı aldı ve: ‘Merhaba, salih oğul ve salih Peygamber’, dedi.

Sonra yükselerek ikinci göğe vardı ve göğün açılmasını istedi. ‘Kim o’, diye soruldu. O da: ‘Cibril’, dedi. ‘Beraberinde kim var’, denildi. Cibril: ‘Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem var’, dedi. ‘Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem çağrıldı mı’, denildi. Cibril: ‘Evet’, dedi. Bunun üzerine: ‘Hoş geldi ve ne mutlu bir gelişle geldi?’, denildi. Hemen kapıyı açtı. İkinci göğe girdiğimde teyze çocukları Yahya ve İsa ile karşılaştım. Cibril bana: ‘Bu Yahya, bu da İsa’dır; onlara selam ver’, dedi. Ben de selam verdim. Selamı aldılar ve bana şöyle dediler: ‘Merhaba salih kardeş ve salih Peygamber.’

Sonra Cibril beni üçüncü semaya çıkardı ve içeri girmek için izin istedi. ‘Bu gelen kimdir’, denildi. ‘Cibril’dir’, cevabını verdi. ‘Beraberinde kim var’, denildi. Cibril: ‘Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’, dedi. ‘Çağrıldı mı’, denildi. Cibril: ‘Evet’, dedi. ‘Hoş geldi ve ne mutlu bir gelişle geldi’, denildi. Sonra kapı açıldı. Üçüncü semaya girdiğimde Yusuf ile karşılaştım. Cibril bana dedi ki: ‘bu Yusuf’tur ona selam ver.’ Ben de selam verdim. Selamı aldı. Sonra şöyle dedi: ‘Merhaba salih kardeş ve salih Peygamber.’

Sonra Cibril beni dördüncü semaya çıkardı ve içeri girmek için izin istedi. ‘Bu gelen kimdir’, denildi. Cibril: ‘Ben Cibril’im’, dedi. ‘Beraberinde kim var’, denildi. Cibril: ‘Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’, dedi, ‘Çağrıldı mı’, denildi. Cibril: ‘Evet’, dedi. Bunun üzerine: ‘Hoş geldi ve ne mutlu bir gelişle geldi’, denildi. Sonra dördüncü sema kapısı açıldı. Dördüncü semaya, girdiğim zaman İdris ile karşılaştım. Cibril: ‘Bu İdris’tir, ona selam ver’, dedi. Ben de selam verdim. Selamı aldı. Sonra şöyle dedi: ‘Merhaba salih kardeş ve salih Peygamber.’

Sonra Cibril beni beşinci semaya çıkardı ve içeri girmek için izin istedi. Ona: ‘Bu gelen kimdir’, denildi. Cibril: ‘Ben Cibril’im’, dedi. Ona: ‘Beraberindeki kimdir’, denildi. Cibril: ‘Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’, dedi. Ona: ‘Çağırıldı mı’, denildi. Cibril: ‘Evet’, dedi. Bunun üzerine ‘Hoş geldi ve ne mutlu bir gelişle geldi’, denildi. Beşinci semaya geçtiğimde Harun vardı. Cibril bana, ‘bu Harun’dur ona selam ver’, dedi. Ben de selam verdim. Selamı aldı. Sonra: ‘Merhaba salih kardeş ve salih Peygamber’, dedi.

Sonra Cibril beni altıncı semaya çıkardı ve içeri girmek için izin istedi. Ona: ‘Bu gelen kimdir’, denildi. Cibril: ‘Ben Cibril’im’, dedi. Ona: ‘Beraberinde kim var’, denildi. Cibril: ‘Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’, dedi. Ona: ‘Çağrıldı mı’, denildi. Cibril: ‘Evet’, dedi. ‘Hoş geldi ve ne mutlu bir gelişle geldi’, denildi.

Altıncı semaya geçtiğimde Musa ile karşılaştım. Cibril bana dedi ki: ‘Bu Musa’dır, ona selam’ ver. Ben de selam verdim. Selamı aldı ve şöyle dedi: ‘Merhaba salih kardeş ve salih Peygamber.’ Ben geçince Musa ağladı. Ona: ‘Niçin ağlıyorsun’, denildi. O cevap verdi: ‘Ağlıyorum, çünkü benden sonra gönderilen genç bir Peygamberin ümmetinden cennete girecekler, benim ümmetimden cennete gireceklerden çok daha fazladır.’

Sonra Cibril beni yedinci semaya çıkardı ve içeri girmek için izin istedi. Ona: ‘Bu gelen kimdir’, denildi. Cibril: ‘Ben Cibril’im’, dedi. Ona: ‘Beraberinde kim var’, denildi. Cibril: ‘Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’, dedi. Ona: ‘O çağrıldı mı’, denildi. Cibril: ‘Evet’, dedi. ‘Hoş geldi ve ne mutlu bir gelişle geldi’, denildi. Yedinci semaya geçtiğimde İbrahim ile karşılaştım. Cibril dedi ki: ‘Bu senin atan İbrahim’dir ona selam ver.’ Ben de selam verdim. Selamı aldı ve şöyle dedi: ‘Merhaba salih oğul ve salih Peygamber.’

Sonra ben, Sidre-i Münteha’ya çıkarıldım. Orada Sidre ağacının meyvesi, Yemen’deki Hecer testileri gibi idi. Cibril bana: ‘Burası Sidre-i Münteha’dır’, dedi. Oradan dört ırmak akıyordu. Bunların ikisi içten ve ikisi de dıştan akmakta idi. Ben sordum: ‘Bunlar nedir ya Cibril?’ Cibril dedi ki: ‘Bu içten akan iki ırmak cennet ırmaklarıdır. Dıştan akan diğer iki ırmak da Nil ile Fırat ırmaklarıdır.’

Sonra bana Beyt-i Mamur gösterildi. Yetmiş bin meleğin her gün oraya girdiğini gördüm. Sonra bana bir kap şarap, bir kap süt ve bir kap bal getirildi. Ben sütü aldım. Bunun üzerine Cibril dedi ki: ‘Senin ümmetinin üzerinde bulundukları tabiat ve huy budur’ dedi. Sonra namazlar, her gün elli vakit olarak bana farz kılındı. Ben geri döndüm. Musa’ya uğradığımda bana sordu: ‘Sana ne emredildi?’, ‘Her gün için elli vakit namaz’, dedim. ‘Senin ümmetin, her gün elli vakit namaza güç yetiremez. Vallahi, ben senden önce insanları denedim ve İsrailoğulları ile en ağır şekilde uğraştım. Rabbine dön ve ümmetinin yükünün hafifletilmesini iste’, dedi. Ben de geri döndüm ve Allah benden on vakti kaldırdı. Musa’ya döndüm. Bana aynı sözleri tekrarladı. Geri döndüm ve Allah benden on vakit daha kaldırdı. Musa’ya döndüm. Bana aynı sözleri söyledi. Geri döndüm ve Allah benden on vakit daha kaldırdı. Musa’ya döndüm. Bana aynı sözleri söyledi. Geri döndüm ve Allah benden on vakit daha kaldırdı ve her gün için on vakit namaz ile emredildim. Musa’ya döndüm. Bana aynı sözleri tekrarladı. Geri döndüm ve bana her gün için beş vakit namaz emredildi. Musa’ya döndüm. ‘Sana ne emredildi’, diye sordu. ‘Her gün beş vakit namaz emredildi’, dedim. Musa dedi ki: ‘Senin ümmetin, her gün beş vakit namaza güç yetiremez. Ben senden önce insanları denedim ve İsrailoğulları ile en ağır şekilde uğraştım. Rabbine dön de ümmetin için hafifletilmesini iste.’, Dedim ki: ‘Ben Rabbimden, yüzüm kızarıncaya kadar istedim. Artık razı ve teslim olacağım.’ Musa’dan ayrılınca bir münadi bana, ‘Farzımı kesinleştirdim ve kullarımın yükünü de hafiflettim’, diye seslendi.” (Buhari)

Sabah olunca Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem başından geçen bu olayı Kureyşliler’e anlatıyor. Bunu anlattıktan sonra müşrikler çok şaşırıyor. Ve ellerine güzel bir fırsat geçmiş gibi seviniyorlar. Müşrikler inanılması aklen mümkün olmayan bu olayla Müslümanları dinlerinden döndüreceklerine inanarak gidip heyecanla her tarafta bunu anlatıyorlar. Gerçekten de kısmen düşündükleri gibi oluyor. Müslümanların içerisinden bazıları bu olaydan sonra dinlerinden dönüyor.

Sonra Ebubekir’in yanına gidip bu durumu ona da anlatıyorlar. Bekliyorlar ki Ebubekir de radıyallahu anh: ‘Yok artık, bu kadar da olmaz.’ desin. Fakat düşündükleri gibi olmuyor. Ebubekir onlara şöyle diyor: ” ‘Siz bunu gerçekten ondan duydunuz mu?’ Onlar da ‘Evet duyduk’ diyorlar. Ebubekir de:  ‘Eğer o söylemişse doğru söylemiştir’ diyor. Müşrikler: ‘Sen gerçekten onun geceleyin Mescid-i Aksa’ya gittiğine ve sabah olmadan geri geldiğine inanıyor musun?’ dediler. Ebubekir: ‘Ben onu gökten vahiy aldığı konusunda tasdik etmişken, bu konuda mı tasdik etmeyeceğim.’ dedi.” (Hakim)

İşte bu tavrından sonra Sıddık diye isimlendirilmiştir. Tabi onun sıdkı sadece bu olayla sınırlı değildir. Sadakati gösteren daha birçok şey yapmıştır. Bu, İslam için gösterdiği ilk sıdk göstergesidir.

Bu olayda Ebubekir’in radıyallahu anh gösterdiği tavır gerçekten çok önemlidir. Aklen kabul edilmesi mümkün olmayan bir konuda hiç tereddüt etmeden Peygamberimizi tasdik ediyor. Aslında bu Müslümanlar için çok şaşırılacak bir durum değildir. Çünkü Müslümanlar Peygamberimize gökten vahiy geldiğine, ölüme, ahirete iman ediyorlardı. Tamamen gaybi olan bu meselelere iman eden, bu konularda Peygamberimizi tasdik eden Müslümanların, bu olayı kabul etmesi gayet normaldir. Zaten Ebubekir radıyallahu anh da onu söylüyor: ‘”en ona gökten vahiy geldiği konusunda onu tasdik etmişken, bu olayda mı onu tasdik etmeyeceğim. O söylemişse doğru söylemiştir.”

Aslında bu olay, imanında sadık olanlarla olmayanları, içi dışı bir olanlarla olmayanları ortaya çıkaran bir olaydı. Allah’a ve Peygambere imanında sadık olmayanlar dinlerinden dönerken, sadık olanların imanı arttı. Peki, neden Müslümanların içerisinde bu olaydan sonra dönenler oldu?

Bununla ilgili şunu söyleyebiliriz: Öğrendiği esasları içselleştirmeyen, hem zahiren hem de batınen öğrendiklerini kabul etmeyen insanlar sebat edemezler. Menfaatleriyle ters düşen şeyler olduğunda veya kafalarına yatmayan bir şeyler olduğunda öğrendikleri esasları eleştirip onları terk ederler. Eğer o kişiler gerçekten Peygamberimizin anlattıklarını kabul etmiş, içlerine sindirmiş olsalardı, bu olayla karşılaştıklarında dönmez, Peygamberimizi tasdik ederlerdi. Ondan dolayı öğrendiğimiz itikad, menhec vb. şeyleri gerçekten kabul etmiş miyiz, etmemiş miyiz? bu konuda kendimizi sorgulamalıyız. Zahiren kabul ettiğimizi zannettiğimiz şeyleri, belki de şu an menfaatimize uyduğu için, kafamıza yattığı için kabul etmiş olabiliriz. Yarın öbür gün ucu bize dokunan bir şey olduğunda inandığımızı zannettiğimiz meselelerde sıkıntı yaşayabiliriz.

Miraç olayı erken dönemde iman iddiasında olanları ayırdığı gibi, günümüzde de benzer hadiseler yaşıyoruz. Allah subhanehu ve teâlâ itikadi ve menhecî konularda Müslümanları imtihan ediyor. İnandığı ve dava edindiği her şey pratikte mutlaka karşısına çıkıyor. Bu pratik olaylar sadık olanlarla sadık olmayanları birbirinden ayırıyor. Gerçekten inanan ve sadık olanlar sebat ederken, yalancılar dökülüyorlar. Aslında bu durum Müslümanlar için rahmettir. Allah’ın sadık olanlara lütfudur. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ pis ile temizi ayırmadan, yalancıların sadıkların sıdkından nemalanmasına müsade etmez.

İsra ve Miraç gibi akidevi konularda sınanıp Ebubekir gibi sadıklar veya dökülenler olduğu gibi, menhecî konularda da insanlar sınandılar. Bunun başında da hicret gelir. Mekke’de Müslümanların eğitildiği en hassas konulardan biri itaat ve cennetin bedeli olan dünyayı terk, Allah’ın yanında olanlara gönül vermekti.

Hicret emri teorik olarak bu kabullerin sınanmasıydı. Ve maalesef mustazafları ayrı tutarsak, bir kısım insan; mal, kadın, vatan ve akraba bağını hicrete tercih etmişti. Öyle ki hicret eden Müslümanlar onlar hakkında tartışınca Allah subhanehu ve teâlâ şu ayetleri indirdi:

“Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Allah, onları yaptıkları işlerden dolayı baş aşağı ederek eski konumlarına döndürmüştür. Allah’ın saptırdığını yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, sen onun için asla bir çıkış yolu bulamazsın. Arzu ettiler ki kendilerinin küfre saptıkları gibi siz de sapasınız da beraber olasınız. Bu sebeple, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse, onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan ne bir dost edinin, ne de bir yardımcı.” (4/Nisa, 88-89)

Günümüzde birçok kardeşimizin, hevasıyla menheci kararlar karşılaşınca sadakat üzere kalamadığını görüyoruz.

Size itaati, sabrı öğreten insanların, İslam cemaatiyle küçük bir sorun yaşadıklarında ‘bana zulmedildi’ diyerek bayrak kaldırması olaylarına rastlıyoruz. İslam tarihinde de benzeri görülen bu vakıalar sahiplerinin sıdk ahlakından uzak olduğunu gösterir.

İnsanlara düzen, disiplin, adab dersi veren insanların, günün birinde konumlarının değişmesi nedeniyle aynı şeyleri kendilerinden başkaları için istendiğinde, bu durumu ‘aşırılık ve gereksiz saygı’ olarak isimlendirmeleri gibi…

İnsanlara fedakârlık ve adanmışlık dersi yapanların, ticarete atıldıklarında tüm İslami çalışmaları savsaklamaları gibi…

İnsanları tevhide ve cihada davet edenlerin, kendi çocukları insanları davet ettikleri şeyleri yaptığında dünyayı ayağa kaldırmaları gibi… Ki bunun misalleri çokça yaşanıyor. Bir zamanlar gençleri cihada davet edip bu yolu insanlara açanlar, kendi çocukları yola koyulduğunda, benzerine az rastlanır bir tepkiyle Müslümanların başını ağrıtıyorlar.

Hareket tarihinde en çok karşılaştığımız sorun; insanların değerleri konusunda sadakatsizliğidir. Kendi nefisleriyle, değer olduğuna inandıkları şeyler çakıştığında hiçbir değer tanımayan, bayraklaştırdığı değerleri ayaklar altına alabilen insanlara şahit oluyoruz.

Özellikle konum değişikliğinde bu tarz hadiselere sıkça rastlıyoruz. Başkalarını kontrol edip insanlara düzen ve disiplin sağlayanların konumları değişip de kontrol edilen durumuna düştüklerinde, yücelttikleri şahsiyetleri en ağır ifadelerle itham ettikleri, insanları davet ettikleri menhecî esasları en ağır ifadelerle eleştirdikleri ve dün ak dediklerine bugün kara dediklerine rastlıyoruz.

Bu tarz örnekler yaşanıyor yaşanacak da. İtikadi ve amelî konularda Allah’ın insanları kabulleriyle sınaması, sınav sonucunda Ebubekir misali sadıkların sebatı, dökülenler misali yalancıların olacağı, Allah’ın değişmez sünnetidir.

Rabbim bizi zahiri ve batını bir olan sadık kişilerden kılsın. Allahumme âmin.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver