Uhud Savaşı’ndaki Yenilginin Nedenleri

Hamd, Allah’a; salât ve selam, O’nun Resûlü’ne olsun.

Uhud Savaşı’nın büyük bir zaferden hezimete dönüşmesinin ilk adımı Hamza’nın (ra) şehadetiydi. Akabinde okçuların yerini terk etmesi, son olarak Peygamber’in (sav) öldürüldüğü şayiasının yayılması ordunun tamamen çözülmesine sebep oldu. Bahsettiğimiz bu hadiseler müminler için acı da olsa büyük dersler barındırmaktadır.

Hamza’nın (ra) şehadeti psikolojik olarak İslam ordusunu etkileyen bir durumdu. Bir kişinin ordudan eksilmesinin zahiren ciddi bir etki oluşturmaması beklenir, ama mevzu Hamza gibi bir kumandan, sembol ve sığınak olunca işler değişti. Her ne kadar İslam, davanın şahıslar üzerinden yürümediğini sürekli vurgulayıp mümin gönüllere nakşetse de bunu kabullenmek, en önemlisi de duyguların çok yoğun yaşandığı yerlerde hatıra getirmek çok zordur. Aynı şeyi Peygamber’in (sav) öldürüldüğü şayiasında da görmekteyiz.

Bunu bilen küffar sembollerin, liderler üzerine daha fazla baskı yaparak onları itibarsızlaştırmak, etkisizleştirmek ve ortadan kaldırmayı arzu etmek öncelikli hedefleri arasındadır.

Kâfirlerin hedeflerinin bilinmesi, tedbirleri daha kolay almaya vesile olur. Mümin fert, davanın Allah’a ait olduğunu hatırından çıkartmayacak, liderler üzerinden yapılacak her türlü girişime karşı önlemini alacak ve son olarak da Allah’ın (cc) takdiriyle karşılaştığında duygularına yenik düşmeyip bu gerçeği unutanlara hatırlatmada bulunacaktır.

Hamza’nın (ra) katili Vahşi’ye de değinmekte fayda görüyoruz. Dünyevi bir menfaati elde etmek için savaşa katılan ve Hamza’yı şehit ettikten sonra kenara çekilen Vahşi çok sonraları İslam’a girmiştir. İslam öyle muazzam bir dindir ki Peygamberimizin en yakınını, müminlerin sevgilisini, zor zamanların insanı Hamza’yı öldürsen dahi samimi bir tevbeyle geldiğinde sana intikam duygusuyla yaklaşmıyor. İslam, gerçekten teslim olanın geçmişini temizliyor.

Bununla birlikte Vahşi (ra) İslam’ın ruhunu anlamış ve tevbe etmiş; lakin bu tevbesini taçlandırmayı ve cahiliyede işlediği masiyeti, amelin cinsinden olan salih bir amelle cebretmeyi arzulamakta. İşte pişmanlığının neticesinde sergilediği kutlu tavır: Yalancı peygamber olarak ortaya çıkan Museylemetu’l Kezzab, Vahşi’nin darbesiyle cehenneme yuvarlanıyor.

Tevbenin başlangıcı kalptir, kişi pişman olur. Bu, diline estağfirullah olarak yansır. Amellerinde bir daha aynı günahı işlememek üzerinde azim olarak görülür. Günahın cinsiyle salih amel yaptığında tevbe kemale erer.

Gıybet yapmışsa; bir ortamda kardeşinin gıybetinin yapılmasına müdahale edip onu savunur.

İftira etmişse; doğru bildiği şeyleri yaymak için azmeder.

Mal gasbetmişse; infak eder.

Suizan beslemişse; hüsnüzannı şiar edinir…

Hamza’nın (ra) şehit edilmesinin etkileri geçmemişken okçular tepesinin boş bırakılması çok daha büyük bir hezimetin kapılarını ardına kadar açtı. Müminler iki taraftan sıkıştırıldı. Savaşın sonuna kadar yetmişe yakın sahabe şehit edildi, birçoğu yaralandı. Hezimet o kadar büyüktü ki bazıları Medine’ye kadar kaçmış ve artık her şeyin bittiğini haber veriyorlardı.

Böyle bir kargaşada Peygamber’in (sav) sesi duyuldu:

“İbni Kamie El-Harisî, gelip Resûlullah’a (sav) bir taş attı, burnunu ve dört dişini kırdı, yüzünü yaraladı, durumunu ağırlaştırdı. Ashabı da etrafından dağılıp gitti. Bazısı Medine’ye gitti, bir grup da dağın tepesindeki kayalıklara doğru koştu.

Resûlullah (sav) ise insanları çağırıp, ‘Ey Allah’ın kulları, bana gelin! Ey Allah’ın kulları, bana gelin!’ diyordu.

Etrafında otuz adam toplandı. Önü sıra yürüyorlardı. Yanında sadece Talha ile Sehl ibni Hanif durdular. Talha, onu koruyordu. Gelen bir ok, Talha’nın eline isabet etti.”[1]

“(Hatırlayın!) Hani siz dönüp hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz. Resûl, (savaşa dönmeniz için) arkanızdan sesleniyordu. Kaçırdığınız (hayırlara) ve başınıza gelen musibetlere üzülmeyesiniz diye (Allah) sizi keder üstüne kederle sınadı. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”[2]

O Peygamber ki yüzü olmak üzere vücudunun birçok yerinde yara almış, çukura düşmüş, dişleri kırılmış, ölüm tehlikesi geçirmiş, düşmanlarla tek başına mücadele etmiştir. Düşmanlar onu tanımıyorken bir kenara çekilip kendini koruma altına alabilecekken herkesi kendine yöneltecek şekilde işte böyle nida ediyor. Zaten hemen akabinde müşrikler Peygamber (sav) ve onun etrafındaki bir avuç müminin çevresine üşüşüyorlar.

Peygamber’in (sav) cesaretini bize gösteren bu vakalardan onlarcası siyer kitaplarından okunabilir:

Mekke toplumunun karşısına tek başına çıkıp da hakkı haykırması aslında tek başına yeterlidir. Tehditler ve teklifleri elinin tersiyle itmesi, Hendek ve Huneyn günlerindeki kararlılığı sadece birkaç örnek…

Peki bu cesaretinin kaynağı nedir? Allah’a (cc) hakkıyla güven!

O, diğer nebiler gibi Rabbine teslim olan ve bu teslimiyeti fiiliyle gösteren bir Nebi’ydi. Allah’ın (cc) onu yardımsız bırakmayacağını çok iyi biliyordu. Peygamberlerin hemen hemen hepsinin, kavimlerinin tüm azgınlıklarına rağmen yaşadıkları rahatlık hâli; önlerinde Kızıldeniz, arkalarında Firavun olmasına rağmen şu sözleri söyleyenlerin misali gibidir:

“İki topluluk birbirini görünce, Musa’nın arkadaşları: ‘Kesinlikle biz yakalandık.’ demişlerdi.

Demişti ki: ‘Asla! Rabbim benimle beraberdir ve mutlaka bana yol gösterecektir.’ ”[3]

Peygamber’i (sav) bu fiili yapmaya iten diğer bir etken de kendi nefsinden önce davayı düşünmesidir. O etrafına bakıyor: Müminler dağılmış bir hâlde başıboşlar; öldürülüyor, yaralanıyor, kaçıyor, esir ediliyorlar. Onları bu hâlde bıraktığında hezimetin boyutu çok daha büyük olacak. Toparlanma için nida ettiğinde müminler gelecekler ve tekrardan eski hâle dönme ihtimali açığa çıkacak. İşte burada tercihte bulunuyor Peygamberimiz: Kendi nefsinin selameti ve davanın darbe alması mı, yoksa kendini tehlikeye atıp da İslam davasının neferlerinin tekrardan toparlanması mı?

İster hak ister batıl bir dava olsun fark etmez, öncülerinin bu kritik zamanlarda yaptıkları tercihler, hareketin geleceği için keskin ayrımlara neden olur. Ne yazık ki bu konuda İslami hareket sınıfta kalmaktadır. Bir zorlukla karşılaşıldığında öncüler ruhsatların peşine düşmekte, onlar ruhsatlarla meşgul olurken davanın mensupları da örnek almaları gereken kişilerden azim göremediği için gevşemekte ve sahiplenme duygusunu yitirmektelerdir. Mümin, kendi nefsine olduğu kadar davasına karşı da sorumluluğu olduğunu unutmamalı. Sorumluluk emanetini teslim ettiği kişilerin zorluk anlarındaki tercihlerini iyi gözlemlemelidir. İmtihanlar karşısında sınavı geçip kendisine sorumluluk verilirken, referans olacak artıları bulunmayanlara tabii olurken dikkatli olmalı, hele ki zorluk ânında defalarca nefsi yönünde tercihte bulunanların hâlâ peşinden gitme gafletinde bulunmamalıdır.

Dikkatle incelenirse; Peygamberimiz (sav) ashabına nida ederken bizzat savaşın ortasındadır. Kıyıdan köşeden gözlem yapıp analizleriyle emir ve yasaklar vazeden bir Nebi yoktur. Şeriatın emirleri ilk onun evine uğradığı gibi zorluk ve musibetlerin ağırlığı da ilk ona isabet etmiştir. İnsanlığa huzur getireceğini, halkın sıkıntılarını çözeceğini vadeden, seçimden seçime halkı görüp sonra sırça köşklerine çekilen, refahlarına refah katan, dokunulmazlık zırhı altında cürümlerini rahatlıkla işleyen kokuşmuş beşerî sistemlerin liderleri ile şeriatın liderlerinin portresi hiç bir midir? Ak ile kara birbirine ne kadar benziyor ise o kadar bir olabilir.

Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.


[1]. Tefsîru’t Taberî, 7/254-255 Âl-i İmran Suresi, 144. ayetin tefsiri

[2]. 3/Âl-i İmran, 153

[3]. 26/Şuarâ, 61-62

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver