Uhud Şehidlerinin Öğrettikleri

Hamd, Allah’a; salât ve selam, O’nun Resûl’üne olsun.

Uhud Savaşı’nda Hamza’nın şehadeti ve okçuların yerini terk etmesinden sonra müminlerin karşılaştıkları eziyetlerin hepsini unutturacak ve tarifi imkânsız elemlere düşürecek bir şayia yayıldı: “Muhammed öldürüldü!”

Müşriklerin Peygamberimize (sav) benzeyen Musab ibni Umeyr’i (ra) şehit etmelerinin üzerine başlayan bu şayia, şeytanın da kışkırtmasıyla kulaktan kulağa yayıldı. Ve bir ânda tüm savaş meydanını kapladı. Hezimetin dalga dalga her taraftan geldiği bir ortamda alınan bu haber, sahabilerde şok etkisi oluşturdu:

“Enes ibni Malik’in amcası Enes ibni Nadr, Muhacirler ile Ensar’dan birkaç adamla birlikte duran Ömer ibni Hattab ve Talha ibni Ubeydullah’ın yanına gitti. Savaştan el çekip oturduklarını gördü.

Onlara, ‘Niçin oturuyorsunuz?’ diye sordu.

Onlar, ‘Resûlullah (sav) öldürüldü.’ dediler.

Bunun üzerine Enes, ‘Ondan sonra hayatta kalıp da ne yapacaksınız? Kalkınız ve Resûlullah’ın yolunda öldüğü dava uğruna siz de ölünüz.’ dedi.

Sonra müşriklerin karşısına geçti. Onlarla savaştı. Nihayet öldürülüp şehit oldu. Enes ibni Malik, onun adını aldı.

Enes ibni Malik şöyle der: ‘Enes ibni Nadr’da o gün yetmiş küsur darbe bulduk, kimse onu tanıyamadı. Ancak kız kardeşi, parmak uçlarına bakarak onu tanıyabildi.’ ”[1]

“Müminlerden öyle yiğitler vardır ki; Allah’la yaptıkları sözleşmeye sadık kaldılar. Onlardan kimisi adağını yerine getirdi (şehit oldu), kimisi beklemektedir. Kesinlikle (sözlerini) değiştirmemişlerdir.”[2]

Bu şayianın ve sonrasındaki meselelerin bize öğrettiği çok önemli bazı hakikatler vardır.

Rabbimiz (cc), Peygamberimizin de bir insan olduğunu ve eceli geldiğinde dünyadan ayrılacağını düşünmek istemeyen ve buna inanmaya hazır olmayan müminlere fiilî olarak bir hatırlatma yapmış oldu. Her canlının ölümü tadacağını ve Peygamberimizin de bir insan olduğunu elbette sahabe de biliyordu. Lakin bir olay üzerinden bunu anlamaları ve Peygamberimizin (sav) ölümüne hazırlık yapmaları, Kur’ân’ın eğitim metoduyla birleşerek onların önüne sunulmuş oldu:

“Muhammed, yalnızca bir resûldür. Ondan önce de resûller gelip geçti. O öldüğünde ya da öldürüldüğünde topuklarınız üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim de topukları üzerine (dininden ya da yaptığı salih amelinden) dönerse Allah’a zarar veremeyecektir. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır. Allah’ın izniyle belirlenmiş ecel dolmadan, bir nefsin ölmesi söz konusu olamaz. Kim dünya sevabını isterse, ona ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse, ona da (istediğinden) veririz. Şükredenleri mükâfatlandıracağız. Nice nebiyle beraber birçok rabbani (âlim ve mücahid) savaştı. Allah yolunda başlarına gelen sıkıntılar nedeniyle gevşekliğe düşmediler, zayıflamadılar ve (düşman karşısında) alçalmadılar. Allah, sabredenleri sever. (Başlarına gelen sıkıntılarda) sadece şöyle söylemekle yetindiler: ‘Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde var olan aşırılıklarımızı bağışla! Ayaklarımızı sabit kıl! Kâfirler topluluğuna karşı bize yardımcı ol.’ (Dualarına karşılık) Allah, onlara dünya sevabını ve ahiret sevabının en güzelini verdi. Allah, muhsinleri/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanları sever.”[3]

İnsanoğlu bazı şeyleri bilir, ama gerçekleşmesini asla istemediği için düşünmek, aklına getirmek istemez. Bunu yaptığında, o hakikatle yüzleşeceği günün gecikeceğini zanneder. Hâlbuki yapması gereken, o güne zihnen ve kalben hazırlıklı olmaktır. Sahabeden bazıları Uhud Günü yapılan bu hatırlatmayı bir ders olarak kabul etti ve Peygamber’in (sav) vefatını olgunlukla karşıladı. Bazıları ise o günün gelmesini hiç istemedi ve karşılaştıkları son, onları şoka uğrattı. Ebu Bekir (ra) gibilerin okuduğu ayetler ancak onları kendine getirdi.

İslam davası, Allah’ın (cc) lütfettiği bazı kişilerin omuzlarında çok daha ileriye gider. Öyle öncüler vardır ki insanların hayal bile edemedikleri, onların eliyle bir ömre sığacak zamanda hayat bulur. Lakin bu tablo onların fâni olduğu ve davanın şahıslara bağlı olmadığı hakikatini değiştirmez.

Peygamberimizin öldürüldüğü şayiasının yayıldığı zaman Enes ibni Nadr’ın gösterdiği tavır takdire şayandır. Bu sahabi hakkında tarih kitaplarında çok fazla malumat yoktur. Uhud Savaşı’na katılmak için gösterdiği azim ve bu savaştaki söylemleri, elimizdeki bilgilerden birkaçıdır. Fakat Enes (ra) öyle bir söz söylüyor ki; Ömer ve Talha gibi sahabiler otururken onlara cesaret veriyor bu sözleri. Unuttuklarını hatırlatıyor onlara ve bir de bakıyoruz ki Ömer ile Talha (r.anhuma) Peygamberimizi (sav) bulmuş, etrafında savaşıyor, bedenlerini siper ediyor, yenilgi psikolojisini üzerlerinden atarak müşriklerle münakaşaya giriyorlar…

İslam davasına kimin nasıl katkıda bulunacağını kimse bilemez. Enes de (ra) bir sözüyle, bir fiiliyle, bir telkiniyle adını tarihe yazdırıyor, şehit oluyor ve üzerine ayet iniyor… İhlas neticesinde ameli bereketli kılacak olan Allah’tır (cc).

Bu şayia o kadar büyük bir etkiye sebep oluyor ki müminler bir ânda tüm yaralarını, kaybettiklerini, savaşı, ganimeti unutuyorlar. O ânlar, onlar için her saniyesi âdeta bir ömür olan ânlar hâline geliyor. Sonrasında bu haberin yalan olduğu ortaya çıkınca o kadar seviniyorlar ki sanki hayata sıfırdan başlıyorlar. Kaybettikleri her şey onlar için önemsizleşiyor. İşte burada Rabbimizin merhametinin bazen imtihanlarla da açığa çıktığını görüyoruz:

“(Hatırlayın!) Hani siz dönüp hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz. Resûl, (savaşa dönmeniz için) arkanızdan sesleniyordu. Kaçırdığınız (hayırlara) ve başınıza gelen musibetlere üzülmeyesiniz diye (Allah) sizi keder üstüne kederle sınadı. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”[4]

Son olarak; bu tarz şayiaların İslam toplumunun dinamiklerini sarsmaması için tedbirli davranmanın bir ders olarak aklımızda bulunması gerektiğini öğreniyoruz. Kimden ve hangi amaçla ortaya atıldığı belli olmayan haberlere karşı tavrımız çok nettir:

“Onlara emniyete ya da korkuya dair bir haber geldiğinde (haberin olumlu olumsuz etkisini hesaba katmadan) onu yayarlar. Şayet onu (kimseye anlatmadan önce) Resûl’e ya da yöneticilerine götürselerdi, olaylardan sonuç çıkarma kabiliyeti olanlar, o haberin (doğru mu, yanlış mı, bırakacağı etki faydalı mı, zararlı mı) hakikatini bilirlerdi. Allah’ın sizin üzerinizde lütfu ve rahmeti olmasaydı azınız müstesna, şeytana uymuştunuz.”[5]

Ayetteki ölçüye uyulmayan her hâl, toplumsal huzursuzluklara gebedir. Yeri, yurdu, sayısı belli olan, gücü çok olan asli düşmanların veremeyeceği zararlar, İslam toplumundaki bu şayiaları bilinçli ya da bilinçsiz yayanlar tarafından verilmektedir.

Bilinçli olarak yapanlar muhakkak tespit edilmeli ve ifşa edilmelidir. Ancak bilinçsiz bir şekilde bu ateşe odun taşıyanlara gelince onlara, yaptıkları ve sonuçları anlatılmalı, ıslah edilmeli, her seferinde aynı hatayı yapıyorlarsa İslam toplumunun maslahatı için onlardan uzak durulmalıdır.

Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.

 


[1]. Sîretu ibni İshâk, s. 330

[2]. 33/Ahzâb, 23

[3]. 3/Âl-i İmran, 144-148

[4]. 3/Âl-i İmran, 153

[5]. 4/Nisâ, 83

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver