Ahzâb Suresi Işığında Hendek Savaşı

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam Resûl’üne olsun.

Mekkeli müşrikler, Gatafan Kabilesi’nin askerî desteği ve Yahudilerin maddi gücüyle Medine önlerine geldiklerinde sahabilerin hazırlıkları ile karşılaştılar. O zamana kadar Arap Yarımadası’nda görülmeyen bir savunma taktiği olan hendekler, müşrikleri şaşkınlığa uğratmıştı. Bunun üzerine muhasaraya başlayıp müminlerin yılgınlığa düşerek teslim olmasını beklemeye koyuldular.

Allah Resûlü (sav) durumun vahametinin farkındaydı. O yüzden iç ve dış güvenliği sağlayacak birçok adım attı. Bu tedbirlere ek olarak Allah (cc) mümin ve münafıklara yönelik birçok ayet indirdi. Münafıkların maskeleri bir kez daha düşürülürken müminlerin imanlarına semadan şahitlik edildi. Ahzâb Suresi’nde geçen ayetler bize Hendek Savaşı’nın portresini çizmektedir:

“Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti de onların üzerine fırtına ve görmediğiniz ordular salmıştık. Allah, yaptıklarınızı görendir. Hani size, hem üst tarafınızdan hem de alt tarafınızdan gelmişlerdi. Hani gözler kaymış, yürekler ağza gelmişti. Allah hakkında çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. İşte tam orada, müminler imtihan edilmiş ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsılmışlardı. Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar diyorlardı ki: ‘Allah ve Resûlü bizi aldatmaktan başka bir şey vadetmedi (boş vaadlerle bizi kandırdı).’ Hani onlardan bir grup: ‘Ey Yesripliler! Kalacak yeriniz yok, geri dönün.’ diyorlardı. Bir grup, Nebi’den izin istiyor ve diyorlardı ki: ‘Evlerimiz avrettir/korumasızdır.’ Oysa evleri korumasız değildi. Onlar sadece kaçmak istiyorlardı. (Medine’nin) her tarafından onların üzerine girilseydi, sonra da fitneye düşmeleri (kâfir olup, müminlerle savaşmaları) istenseydi, hemen bu isteği yerine getirirlerdi. Andolsun ki bundan önce, dönüp kaçmayacaklarına dair Allah’a söz vermişlerdi. Allah’a verilen söz (mutlaka) sorulur. De ki: ‘Ölümden ya da öldürülmekten kaçmanız size fayda sağlamaz. (Kaçarsanız, ömrünüzün kaldığı) kısa müddet dışında faydalandırılmazsınız.’ De ki: ‘Şayet sizin için bir kötülük ya da rahmet dilerse, Allah’a karşı sizi koruyacak (ya da rahmetine engel olacak) kimdir? Onlar, kendileri için Allah’ın dışında ne bir veli ne de bir yardımcı bulabilirler.’ Muhakkak ki Allah, içinizden engelleyici olanları ve kardeşlerine, ‘Bize gelin.’ diyenleri bilir. Böyleleri (ancak riya, şöhret gibi sebeplerle) çok az savaşa katılırlar. (Geldikleri az zamanlarda da) size karşı bencillerdir. Korku geldiğinde, ölüm korkusuyla bayılan(ın bakışları) gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. Korku gidince de hayra (ganimete) pek düşkün olarak, keskin dilleriyle sizinle konuşur (sizi eleştirip incitirler). Bunlar, iman etmemişlerdir, Allah da amellerini boşa götürmüştür. Bu, Allah için çok kolaydır. Onlar, orduların (Medine’den) ayrılmadığını sanıyorlardı. Şayet ordular (tekrardan Medine’ye) gelecek olsa çölde, bedevilerin içinde sizin haberlerinizi soran (yabancılar) gibi olmak isterlerdi. Şayet aranızda olsalar çok az savaşırlardı. Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve Ahiret Günü’nü uman ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah Resûl’ünde güzel bir örneklik vardır. Müminler, orduları gördüklerinde dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûl’ünün bize vadettiğidir. Allah ve Resûl’ü doğru söylemiştir.’ (Bu,) yalnızca onların iman ve teslimiyetlerini arttırdı.”[1]

Ayetlere baktığımızda birkaç nokta dikkatimizi çekiyor:

Kur’ân’ın genel eğitici yönünü burada da görüyoruz. Olaylar yaşandıkça Kur’ân değerlendirmeler yapıyor, dersler çıkartıyor, geçmişle bağ kurulmasını sağlıyor. Tarih, mekân, şahıs bilgileriyle zihinleri doldurmadan müminlere yol gösteriyor.

İnsan unutkan bir varlıktır. Ânlık olarak yaşadığı ve etkisinden uzun süre çıkamayacağını zannettiği birçok hadise kısa süre içerisinde hiç yaşanmamış gibi olur. Rabbimiz de (cc) bu olayı anlatırken nimeti hatırlamaya vurgu yaparak başlıyor. Gerçekten siyer tarihinde acı verici, oldukça zorlu birçok hadise okuyabiliriz. Ancak Hendek Savaşı’nın yeri çok başkadır. Kuşatılmışlık, imkânsızlık, ihanet, münafıkların ne yapacağını kestirememe ve daha birçok faktör. Ama buna rağmen Hendek Savaşı’nın hemen akabinde gerçekleşen Hayber’in fethiyle sahabilerin Ahzab Günü’nü unutması çok muhtemeldi. İşte o yüzden böyle bir hatırlatmayla başladı ayetler.

Gerçekten hangi zorlukla karşılaşırsak karşılaşalım sonuç olarak olayı değerlendirdiğimizde aslında nimet hâlinde olduğumuzu görmüş oluruz. Çünkü zorlukla beraber bir kolaylıkla karşılaşmışızdır. Asla bitmeyecek diye düşündüğümüz imtihanlar bir şekilde hayatımızdan çıkmıştır. Öyle ise hangi hâlde olursak olalım Rabbimizin (cc) nimetini hatırlamayı bir şiar edinelim.

Siyerin neresine müracaat edersek edelim karşılaştığımız bir durumu haber vererek devam ediyor Rabbimiz: Olayların sadece zahirine bakarak hareket etmemek. Karşıda küfrün her renginden ordular toplanmış; kuşatma başlamış; arkada asla güvenilmeyecek bir topluluk, ki kısa sürede ihanet etmiş ve içeride fitne çıkarmaya hazır bekleyen bir güruh. Buna karşın karınlarına taş bağlayan bir grup mümin. İşte burada kâinatın her bir zerresinin, âlemlerin Rabbinin (cc) emrinde olduğunu hatırlamamızı istiyor vahiy. Hendek’te bu, fırtına ve kalplere yerleşen korku olarak karşımıza çıktı. Bedir’de meleklere şahitlik etmiştik. Uyku bile bu görünmez orduların bir neferi idi. Öyle ise ye’se yer yok. Ümitsizlik, çaresizlik, yenilmişlik hissi bize ait duygular değil.

Ancak bu hâle erişmek tabii ki kolay değil. Rabbimizi (cc) tanıma ve neticesinde O’nun vaatlerine karşı kalbimizin mutmain olması gerek. Zaten bu ayetler silsilesine baktığımızda net bir ayrım görüyoruz: Allah’ın (cc) vadettiklerine inananlar ile inanmış gibi gözükenler. İnanmış gibi gözükenler her imtihanda yan çiziyorlar. Allah ve Resûl’ü bize aldatmaktan başka bir şey vadetmedi, diyebiliyorlar. Savaş meydanından kaçmanın yollarını arıyorlar. O kadar ki onların sinelerindekini bilen Rabbimiz (cc), imkân bulsalar kâfirlere bile katılabileceklerini söylüyor.

Neden peki? Tabii ki hakiki anlamda iman etmemişler. Ancak burada ahiret vurgusu çok önemli. Onları bir taraftan diğer tarafa savuran en temel mesele dünya sevgileri ve ölüm korkusu. Evlerine girdiklerinde ölümün onlara uğramayacağına inanıyorlar. Kâfirlerle iyi geçinerek daha rahat yaşayacaklarına itikad ediyorlar. Mücadeleden, cepheden uzak kalarak kendilerini koruma altına alacaklarını zannediyorlar. Ama ecel, yaratılmadan önce takdir edilmiş. Defterler dürülmüş, mürekkep kurumuş.

Dünya sevgisi onları o kadar kuşatmış ki cihad gibi bir ameli bile bu bakış açısıyla değerlendiriyorlar. Ganimet varsa, kolay bir savaşsa cephede onları görürüz. Ama bu amellerini öyle bir büyütürler ki dinleyenler sanki ömürleri cihad meydanlarında geçmiş zanneder. Her devirde böylelerine rastlamak mümkündür. İstedikleri, az amel; çok övgü, menfaat, ayrıcalıktır… Hâlbuki verdikleri söz kolaylıkta ve zorlukta itaat, fedakârlık ve ameldi. Rabbimiz de (cc) ayetlerde bu sözlerini onlara hatırlatıyor.

Ayetlerde dikkatimizi çeken son nokta ise savaş meydanından kaçmak için münafıkların ileri sürdükleri bahane: “Evlerimiz avrettir.” Yani geride Yahudiler var. Biz ise cephedeyiz. Ailelerimiz ise korumasız bir şekilde arkamızda kalıyor.

Bir emirle karşılaştığımızda gücümüz yetmediği durumlarda itaat etmememiz bizi şer’i sorumluluktan kurtarır. Ancak gücümüzün yetmemesi ne demek? Bunun ölçüsünü sahabe üzerinden görecek isek bahsi geçen ayetler dikkat çekici bir örnektir. Münafıklar böylesi bir durumda bile itaatsizlikle suçlanmış ise o zaman çok daha basit meselelerde itaatten el çekenler gücümüz yetmedi bahanesinin arkasına nasıl sığınabilirler?

Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.


[1]. 33/Ahzâb, 9-22

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver