Tüm Rasûllerin Ortak Müjdesi Muhammed (s.a.v) Allah’ın Rasûlüdür – 11 Bidat Hakkında Varid Olan Şüphelerin Giderilmesi

Allahın Adıyla…

Bizleri İslam’a hidayet edip, Muhammed Mustafa’ya sallallahu aleyhi ve sellem ümmet kılan Allah’a hamd olsun. Salât ve selam; önderimiz ve bizlere nefislerimizden daha evla olan Rasûlullah’a, pak ailesine ve seçkin ashabının üzerine olsun.

Bir önceki yazımızda Allah Rasûlü’nün Peygamberliğine şahitlik etmenin dört hususu gerektirdiğini söylemiştik:

1. Haber verdiklerinde onu sallallahu aleyhi ve sellem tasdik etmek

2. Emrettiklerinde ona sallallahu aleyhi ve sellem itaat etmek

3. Nehyettiklerinden kaçınmak

4. Allah’a yalnız onun sallallahu aleyhi ve sellem gösterdiği şekilde itaat etmek.

Hamd, en etkili hüccete sahip olan, Rasûller göndererek insanların özrünü kesen Allah’a olsun. Salât ve selam, insanları gecesi gündüz misali aydınlık, yolların en hayırlısı üzere terk eden, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş, kitap ve hikmet sahibi Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem olsun.

Geçen sayılarımızda sünnete ittibanın önemi ve gerekliliğinden söz ettik. Sünnetin zıttı olan bidatlerden kaçınmanın, ‘Muhammed, Allah’ın Rasûlüdür’ şahitliğinin gereği olduğunu, delilleriyle izah etmeye çalıştık. Şurası bir gerçektir ki; kendini İslam’a nispet edenlerin büyük çoğunluğu, amelî alanda birtakım bidatlerle Allah’a yaklaşmakta ve buna bidat-ı hasene diyerek Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem tehditlerinden uzak olduklarını düşünmektedirler. Allah Rasûlü muhkem hadislerinde: “Tüm bidatler sapıklıktır” demesine rağmen; onlar bidatlerin ikiye ayrıldığını, bir kısmının seyyie (kötü), bir kısmının da hasene (iyi) olduğunu iddia etmekteler. Onların düşüncesine göre, hadislerde uyarılan ve ateşte olduğu söylenen, bidat-ı seyyiedir. Bidat-ı haseneye gelince, onda bir sakınca yoktur. Hatta onunla amel eden, ecir alır. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde de görüleceği gibi, bu ayrıma inananların hiçbiri, bugüne kadar sıhhatli bir kaide ortaya koyamamış, birbiriyle çelişen açıklamalarda bulunmuş, birinin bidat-ı hasene dediğine bir diğeri bidat-ı seyyie demiştir. Oysa Allah Rasûlü’nün sapıklık ve ateşle tehdit ettiği bir meselede insanlara cevaz verenlerin, en azından bidat-ı haseneyle seyyieyi ayıracak bir kaide ortaya koymaları gerekirdi.

Bu ayrıma inananlar, ortaya ayrım için sıhhatli bir kaide koyamayınca, bazı müteşabih delillere dayanarak, görüşlerini delillendirmeye çalışmışlardır. Ancak bu deliller dikkatle incelendiğinde; konuyla ilgisiz oldukları, bir kısmının lehte değil aleyhte olduğu, en önemlisi de bidat hakkında varid olan muhkem nasların karşısında müteşabih delillerle istidlal olduğu görülecektir.

Bu yazımızı, bidat-ı hasene yanılgısına kapılanların şüphelerine cevaba ayırdık.

1. Şüphe: Cerir bin Abdullah’ın radıyallahu anh hadisinin yanlış yorumlanması

“Kim İslam’da iyi bir çığır açarsa açtığı çığırın ecri ve kendisinden sonra, onunla (o çığırla) amel edenlerin ecirleri, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ona aittir. Kim de İslam’da kötü bir çığır açarsa, açtığı çığırın günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden ona aittir.” (Müslim, 1017)

Bu hadise dayanarak dediler ki: “İslam’da yapılan ameller iki kısımdır. Bu, güzel bir sünnet olursa kişi ondan ecrini alır ve onunla amel edenler de ecir alırlar. Açtığı çığır, yaptığı sünnet kötü olanlar ise bundan günah kazanırlar. Öyleyse her yenilik bidat olsa da, biz onun iyi ve kötü oluşuna bakarız; iyi olanları, bidatleri yeren hadisler kapsamında değerlendirmeyiz.”

1. Şüphenin cevabı

Bidat ehlinin ortak vasıflarından biri, nasları Bektaşî usulüyle değerlendirmeleridir. Başını, sonunu veya nassın anlaşılmasında hayati değere sahip kısımlarını atıp, nasları ele alırlar. Bu hadis-i şerif bütünüyle ele alındığında, konuyla hiçbir alakasının olmadığı görülecektir. Bidat taifelerinin yukarıdaki kısmıyla ele aldığı hadisin tamamını veriyorum:

“Biz, Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Elbiselerinden fakir oldukları anlaşılan, Mudar kabilesinden birileri huzura girdiler. Onlarda gördüğü fakirlikten dolayı Rasûlullah’ın yüzü değişiverdi. Rasûlullah öğle namazı kıldırdı. Bir müddet sonra (oradakilere) şöyle dedi:

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da yine onun zevcesini var eden, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi ile (adını anarak) birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını kesmek)ten sakının. Çünkü Allah, mutlaka üzerinize tam bir gözetleyicidir.” (4/Nisa, 5) (ayeti ile) ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkun! herkes yarın için bugün ne gönderdiğine baksın. Allah’tan korkun çünkü Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.’ ” (59/Haşr, 18) (Ayetini okudu sonra) ‘Her kişi dinarından, dirheminden, giyeceğinden, buğdayından, kuru hurmasından hatta bir hurmanın yarısından tasadduk etsin.’

Derken ensardan bir adam büyük bir torba getirdi. Ağırlığından neredeyse onu kaldıramıyordu. Halk (Mudarlılar) birbiri peşine sıraya girmişti. Nihayet, yiyecek ve giyecekten iki yığın gördüm. Sonunda gördüm ki, Rasûlullah’ın yüzü, altın suyu ile kaplanmış bir maden gibi parlıyor. Derken Rasûlullah şöyle buyurdu:

‘Kim İslam’da iyi bir çığır açarsa, açtığı çığırın ecri ve kendisinden sonra, onunla (o çığırla) amel edenlerin ecirleri, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ona aittir. Kim de İslam’da kötü bir çığır açarsa, açtığı çığırın günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden ona aittir.’ “

Hadise bütünüyle bakıldığında ne kast edildiği çok açıktır. Burada Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, sadaka vermek suretiyle Müslümanlara örnek olan bir sahabenin davranışını takdir ediyor. Ve ümmetine şunu öğretiyor: İslam’ın meşru kabul ettiği bir ameli yaparak başkalarına örnek olan, onun davranışıyla insanların salih amele yöneldiği insanlar, hem kendi ecirlerini hem de onu örnek alanların ecirlerinden alırlar. Yani mesele yenilik çıkarmak değil, İslam’da var olan bir ameli yaparken öncü olma meselesidir.

Zaten hadisin kendisi de bu manaya delalet etmektedir. Çünkü: “…Kim İslam’da bir çığır açarsa…” denmiştir. Bidatler İslam’dan değil, sapıklıktandır. Hadisin içindeki bu lafız, hadisle kastedilenin İslam’da var olan meşru ameller olduğunu göstermektedir.

Bir başka mesele, hadisin tamamının incelenmesidir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem insanların açtığı çığırı iki kısma ayırmış ve kötü çığır açanları zemmetmiştir! Kişinin açtığı çığırın iyi veya kötü olduğuna kim karar verecektir? İnsanların kendileri mi, Allah’ın şeriatı mı? Birçok amel, insanın yanında iyi olmasına rağmen, şeriat onu zemmetmiş ve kabul etmemiştir. Bu konuda üç sahabenin kıssası meşhurdur:

“Üç sahabe, Allah Rasûlü’nün ibadetlerini sormak için onun evine geldiler. Kendilerine onun ibadetlerinden haber verilince, içlerinden biri: ‘Vallahi geceleri hiç uyumayacak, namaz kılacağım’, diğeri: ‘Her gün oruç tutacağım’, üçüncüsü: ‘Kadınlarla evlenmeyeceğim’ dedi. Allah Rasûlü, bu durumu haber alınca onları çağırdı. Ve şöyle dedi: ‘Şüphesiz ben uyur ve gece namaz kılarım. Bazen oruç tutar, bazen de iftar ederim. Kadınlarla evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.’ ” (Buhari, 5063; Müslim, 1401)

Bu sahabelerin niyeti, Allah’a daha fazla yaklaşmak ve O’na hakkıyla kulluk edebilmekti. Yukarıdaki şüpheyle istidlal edenlere göre, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu sahabeleri övmeli, güzel bir çığır açtıkları gerekçesiyle onlara sahip çıkmalıydı. Ancak sadaka örneğinde övücü sözler söyleyen Allah Rasûlü, burada kızıyor ve onları tehdit ediyor. Gerekçe ise, yaptıkları salih amellerin ölçüsünde onun sünnetine muhalefet etmeleridir. Amelin aslında sünnete uymasına rağmen, ölçüsünde sünnet dışına çıkan bu uyarıya muhatap oluyorsa; amelin aslını kendinden uyduran insanın hâli nice olur?

Öyleyse; neyin güzel neyin de kötü bir çığır olacağına karar veren, şeriatın kaideleri olmalıdır. Bu, insanların hevalarına bırakıldığında, dünyalarını ve ahiretlerini ifsat edecek yanlış kararlar vereceklerdir.

2. Şüphe: Ömer’in radıyallahu anh: ‘Bu ne güzel bir bidattir’ sözünün yanlış değerlendirilmesi

Abdurrahman bin Abdu’l Kari anlatıyor:

“Bir Ramazan gecesinde Ömer ile beraber mescide girdim. İnsanlar gruplara ayrılmıştı. Kimi tek başına namaz kılıyor, kimiyse topluluk hâlinde namaz kılıyordu. Ömer, bu manzara karşısında: ‘Ben bunları tek bir imamın arkasına toplamanın daha iyi olacağı kanaatindeyim’ dedi. Onları Ubeyy bin Kab imamlığında tek cemaat hâline getirdi. Sonra başka bir gece onunla mescide gittim. İnsanların tek imam arkasında toplu olarak namaz kıldığını görünce: ‘Ne güzel bir bidat’ dedi.” (Buhari, 2010)

İddia odur ki; ‘Ömer radıyallahu anh bidati iki kısma ayırmış ve bir kısmına güzel demiştir. Bunu da sahabenin huzurunda ve onlara yaptırdığı bir amele binaen söylemiştir. Şayet bidatin her türlüsü kötü olsa; sahabeden bazılarının buna itiraz etmesi gerekirdi. Anlıyoruz ki; bidatin güzel olanı, tehdit hadislerine dahil değildir.’

2. Şüphenin cevabı

İlk olarak sahabenin bu fiili sünnete aykırı değildi. Çünkü Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem teravih namazını ashabına cemaatle kıldırmış, cemaatin sayısı çoğalınca da bu uygulamayı terk etmiştir. Bu terk, mutlak bir terk değil, hikmete binaen yapılmış bir terktir. Şimdi ilgili rivayetleri inceleyelim:

Aişe annemiz radıyallahu anha anlatıyor:

“Allah Rasûlü bir gece namaz kıldı, insanlar da onun namazına uyarak namaz kıldılar. Bir gün sonra yine namaz kıldı, insanlar çoğaldılar. Üçüncü ve dördüncü günde toplanınca Allah Rasûlü namaz için çıkmadı. Sabah olunca şöyle buyurdu: ‘Sizin yaptığınızı gördüm. Sizinle namaz kılmak için çıkmama engel olan şey, onun size farz kılınmasından korkmamdır.’ Bu, Ramazan’da yaşandı.” (Buhari, 1129; Müslim, 761.)

Bu rivayetten anlıyoruz ki, teravih namazının tek bir imam arkasında cemaatle kılınması, Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem sünnetlerindendir. Yani Ömer radıyallahu anh sünnet olmayan bir uygulamayı başlatmamış, bilakis sünnette olan ve belli bir hikmete binaen terk edilmiş bir uygulamayı canlandırmıştı. Bu hikmet de ‘farz kılınma korkusu’ olarak belirtilmiştir. Bir şeyin farz kılınması, ancak Allah Rasûlü döneminde mümkündür. Onun vefatından sonra bu mümkün olmadığından, bu sünnetin terkinin hikmeti ortadan kalkmıştır. Ömer radıyallahu anh sünnetin aslına geri dönmüştür.

Bunun yanında bazı ilim adamları; bunun sünnet kapsamında olduğunu değerlendirmiş ve Allah Rasûlü’nün, Hulefa-i Raşidin’in sünnetine uymayı emrettiğini belirtmiştir. Yani hilafet süreleri otuz yıl süren ve dört büyük halife diye meşhur sahabelerin uygulamaları, Allah Rasûlü’nün nassıyla sünnettir, bidat değildir.

“Sizden kim benden sonra yaşarsa, (dinde) çok ihtilaflar görecektir. Bu sebeple, benim sünnetime ve benden sonraki doğru yolu bulmuş Raşid Halifelerimin sünnetine uyun. Azı dişlerinizle tutarcasına onlara sımsıkı sarılın. Dine sonradan sokulan şeylerden şiddetle sakının. Çünkü dine sokulan her yenilik bidat, her bidat ise dalalettir.”

İmam Beğavi rahimehullah ‘Şerh-u Sunne’ adlı eserinde bu görüşü zikreder. (Şerh-u Sunne, 4/119, No: 990)

Şayet Ömer’in radıyallahu anh bu uygulaması, sünnete aykırı değilse ve aslı sünnet olan bir uygulamayı ihya babındansa; neden bu uygulamaya ‘bidat’ demiştir?

Bu sorunun cevabı, onların Arap olmasında gizlidir. İslam şeriatının kavramları, Arap lugatıyla belirlenmiştir. Şeriat, Arap lugatının kelimelerini almış; kimini olduğu gibi kullanmış, kiminde anlam daralmasına gitmiş, kimindeyse lugat anlamına ekleme yaparak anlamı genişletmiştir. Örneğin İslam, namaz ibadetini farz kıldığında, ismini Arap lugatından almıştır. Karşılığı ‘salât’ olan bu ibadetin kelime anlamı, duadır. Bu kelimenin anlamını genişletmiş ve belli zamanlarda, belli fiil ve sözlerle ifa edilen; başlangıcı tekbir, sonu selam olan bir ibadet anlamı yüklemiştir. Bizler bugün, Arap şiirinde veya onların günlük konuşmalarında ‘salât’ lafzını duyduğumuzda, her zaman bilinen anlamıyla namaz ibadetini kast ettiklerini söylemeyiz. Sonuçta kelimeyi kullanan Araptır ve onun lugavi anlamı olan dua anlamıyla da kullanmış olabilir.

Bidat kavramı da böyledir. Bidatin Arap lugatında karşılığı olan kökü, ‘geçmişte bir benzeri olmaksızın sonradan ortaya çıkan şey’ için kullanılır.(Lisanu’l Arab, 9/135.) Bunun gibi her türlü yenilik için de, Araplar bu kelimeyi kullanırlar.

Şer’i anlamı ise bundan farklıdır. Her türlü yenilik için değil; sünnetin karşısında ortaya çıkan yenilikler için kullanılmıştır. Allah Rasûlü, hadislerinde sünnete ittibayı emrettikten sonra, bidatten sakınmayı zikretmiştir. Bu da bidatin, din alanında çıkarılan ve sünnetin zıttı şeyler olduğunu anlamamızı sağlar.

Öyleyse Ömer’in radıyallahu anh bu kelimeyi kullanımına dikkat etmeliyiz. Bunu şer’i anlamında mı kullanmıştır, lugavi anlamda mı? Bunun, şer’i anlamda olması mümkün değildir. Çünkü başlattığı uygulama, sünnetin zıttı değil, bilakis belli bir illetten dolayı uygulaması durdurulan bir sünnetin, illet ortadan kalktığı için tekrar uygulamaya konmasıdır.

Geriye Ömer’in radıyallahu anh, bu kelimeyi lugat anlamında kullandığı kalır. İslam âlimlerinin çoğu da bunu böyle izah etmişlerdir.

İbni Teymiyye rahimehullah şöyle der: ‘Ömer’in bu isimlendirmesi, şer’i değil lugavidir. Çünkü bidatin lugat anlamı, şer’i anlamından çok daha geniştir.’ (İktida Sırati’l Müstakim, 1/65)

Kitabın başka bir yerinde şöyle der: ‘…Bu sözü, bidatin iyisinin olabileceğine delil alanlara, Ömer’in herhangi bir sözüyle sünnete muhalif olmayan bir konuda delil getirsek, derler ki: ‘Sahabe sözü hüccet değildir.’ Sünnete muhalif olmayan konuda dahi sahabe sözü hüccet değilse; nasıl olur da sünnete muhalif konularda sahabe sözünü hüccet kabul edebilirler. Kaldı ki burada bidat, şer’i anlamından ziyade, lugavi anlamda kullanılmıştır. Çünkü lugatta bidat; ‘benzeri olmayan her yenilik’ için kullanılır.’ (İktida Sırati’l Müstakim, 2/95)

İbni Receb rahimehullah, ‘Camiu’l Ulum vel Hikem’ kitabında 28. hadis şerhinde bu ayrıma dikkat çeker: ‘Selefin sözlerinde varid olan ve bidatleri güzel görmeye yönelik sözler, lugavi bidat anlamında olup şer’i anlamda kullanmamıştır. Ömer’in: ‘Ne güzel bidattir’ sözü de bu anlamdadır.’ (2/128)

İbni Kesir rahimehullah, Bakara suresi 117. ayetin tefsirinde şöyle der: ‘Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca ‘ol’ der, o da hemen oluverir.’

Bidat, iki kısımdır. Bazen şer’i anlamda olur. Bu, Allah Rasûlü’nün hadisinde: ‘Her yenilik, bidat; her bidat ise sapıklıktır’ şeklinde varid olan anlamdır. Bazen de lugavi anlamdadır. Bu da Ömer’in, insanları teravihte bir imam üzere topladığında: ‘Ne güzel bidattir’ sözünde olduğu gibidir…’ (Tefsiru’l Kur’ani’l Azim, 1/277)

Burada şöyle bir itirazda bulunulabilir. Bazı âlimler, Ömer’in bu sözünü farklı yorumlamışlardır. Bidatin iki kısım olduğunu söylemişlerdir. Bu konuyu müstakil bir bölüm olarak ele alıp cevaplamanın daha uygun olacağı kanaatindeyim.

3. Şüphe: İslam tarihinde bazı alimlerin bidati beş kısma veya iki kısma ayırması ve bir kısmını ‘bidat-ı hasene’ olarak kabul etmesi

İslam tarihinde bazı ilim adamlarının, bidati kısımlara ayırdığı ve dinde çıkarılan bidatlerin bir kısmına hasene dediği veya farklı isimlerle isimlendirdiği, bir gerçektir. Özellikle konuya dair rivayetleri şerh ederken Hafız İbni Hacer, İmam Nevevi, Suyuti rahimehumullah gibi âlimler, bunların en meşhurlarındandır. Bu ayrımda genelde, İzz bin Abdusselam’ın rahimehullah zikrettiği beşli taksimat aktarılır ve dayanak olarak gösterilir.

İzz bin Abdusselam, ‘Kavaidu’l Ahkâm fi Mesalihi’l Enam’ kitabında bir bölüm açar ve ‘bidat hakkında fasıl’ başlığı altında şunları söyler:

‘Bidat, Allah Rasûlü döneminde alışılmayan ve bilinmeyen şeydir. Bu da beş kısma ayrılır. Vacip olan bidat, haram olan bidat, mendub olan bidat, mekruh olan bidat ve mubah olan bidattir. Bunları tanımanın yolu şeriatın kaidelerine arz etmektir. Şayet vacip olanın altına giriyorsa bu bidat vacip bidat, haram olanın altına giriyorsa bu bidat haram bidat olur.

Vacip olan bidatin misali, kendisiyle Allah’ın kelamının ve Rasûlünün sünnetinin anlaşıldığı nahiv ilminin öğrenilmesidir. Çünkü şeriatın korunması vaciptir. Korunabilmesi de ancak Kur’an ve Sünnet’in korunmasına bağlıdır. Bu da nahvin öğrenilmesiyle mümkündür. Vacibin kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir. İkinci misal, Kur’an ve Sünnet’ten garip lafızların (bilinmeyen kelimelerin) yazılmasıdır. Üçüncü misal, usulu’l fıkıh ilminin tasnif edilmesidir. Dördüncü misal, sahih ve zayıf rivayetlerin ayırılması için cerh ve ta’dil ilminin korunmasıdır.

Haram olan bidate misal; Kaderiyye, Cebriyye, Mürcie ve Mücessime mezheplerinin bidatleridir.

Mendub olan bidate örnek; okulların ve kantarların ve nöbet kulübelerinin inşa edilmesi, Rasûl döneminde bilinmeyen her türlü iyilik, teravih namazı, tasavvufun ince meselelerinde konuşmak…

Mekruh olan bidatin misali, mescidleri süslemek, mushafları süslemek, lafızlar değişecek şekilde Kur’an’ı bozuk okumak, sahih olan; bu, haram bidatler kısmındandır.

Mübah bidate misal ise; sabah ve ikindi namazlarından sonra musafaha, yiyecek, içecek, giyecek ve mesken hususunda lükse kaçmak…’ (2/204)

Bu hususu en iyi ele alan âlimlerden biri, El-İ’tisam kitabı müellifi İmam Şatıbi’dir rahimehullah.(1/253 ve sonrası.) Yer yer imamdan alıntılar yapmakla beraber, bu şüpheye birkaç yönden cevap verilmesi daha uygun olacaktır:

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “Her bidat sapıklıktır” dedikten sonra, şer’i hiçbir delil zikretmeden onun sözünü tahsis etmek caiz değildir. Allah Rasûlü din alanında, yani sünnetin karşısında var olan her türlü yeniliği, bu yergi kapsamında zikretmiş ve sapıklıkla hükmetmiştir. Herhangi bir kısmı bu genelin dışına çıkarmak, teknik anlamıyla tahsis, delil ister. Çünkü bütün ümmetin üzerinde ittifak ettiği husus şudur ki; umumiyet ifade eden bir lafızla gelen hükmün bazı kısımlarını çıkarmak; ancak delille mümkündür. Delil olmadığı müddetçe umum ifade eden nasla, umumu üzere amel etmek vaciptir. Âlimlerin sözleri, naslar karşısında hüccet olmadığı için nasları tahsis edemez.

Dinlerin bozulması, dinden olmayan şeylerin dine girmesiyle olmuştur. Öyleyse dini korumanın vacipliği, aynı zamanda dini bozan şeylerden kaçınmakla mümkündür. Bu anlamda vahiy, bize yeterli örnekler sunmuştur. Özellikle diğer dinlerin nasıl tahrif edildiği, adım adım anlatılmıştır. Daha ilginç olanıysa, ehli kitabın yaşadığı sürecin, bu ümmet için de geçerli olduğu ve adım adım onlara uyulacağı, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem tarafından bildirilmiştir.(“Siz, sizden öncekilere adım adım, karış karış, tabi olacaksınız. Hatta onlar kelerin deliğine girse, siz de gireceksiniz. Onlardan biri annesiyle zina etse siz de zina edeceksiniz. Sahabe: ‘Ya Rasûlullah bunlar Yahudi ve Hristiyanlar mı?’ diye sorar. Peygamberimiz: ‘Başka kim olabilir ki?’ buyurur.”)

Onların, kendi dinlerini tahrif edip Allah’ın gazabı ve lanetine uğrama süreçlerine baktığımızda, âlimlerine gerektiğinden fazla pay verdiklerini görürüz. Allah’ın haram saydığı bir şeye alimleri fetva verdiğinde, onlar kitabı sırtlarının arkasına atıp onların sözüne uyuyor; Allah’ın yasaklamadığı şeylerde âlimlerin yasaklamasını baz alıp, onu haram sayıyorlardı. Bu durum, Allah’ın katında şöyle isimlendirildi:

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de… Oysa onlar, tek olan bir ilaha ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31)

Burada gayemiz, bu yapılanın ayette bildirilenle aynı olduğunu söylemek değil; âlimlerin kitaba ve sünnete muhalif tavırlarına tutunmanın, dinin tahrif sürecindeki adımlardan bir adım olduğunu izah etmektir. Ve bu menhec, bir ümmete girdi mi, nasıl sonlanacağı belli olmayan dinî musibet başlamış demektir.

Bu taksimatta verilen örnekler de taksimatın aslıyla çelişkilidir. İmam Şatıbi, bu hususta şunları söylemektedir:

“…Çünkü şayet bir şeyin vacipliğine, mendubluğuna veya mubahlığına dair şer’i bir delil varsa, buna bidat denilmez. O amel, emredilen veya serbest bırakılan amellerin geneline giren bir amel olmuş olur. Bunların hem bidat olduğunu söylemek, hem de vacip, mendub ve mubah olduklarına dair delillerin olduğunu söylemek, zıtları birleştirmek olur ki bu da mümkün değildir. Bidatlerin bazısına haram ve mekruh demek de böyledir…” (İmam Karrafi rahimehullah, hocası İzz b. Abdusselam’ın taksimatını El-Furuk adlı eserinde aktarmış, genişletmiş ve daha fazla izahat yaparak nakletmiştir. İmam Şatıbi, daha geniş tutması hasebiyle önce Karrafi’ye, daha sonra hocasına cevap vermiştir. Bu satırlar, onun Karrafi’ye verdiği cevaptandır.)

Konuya dair verilen örneklerin, bidatle alakalı olmadığı, haklarında bir nassın olduğu ya da İslam’ın emrettiği şeylerin kendisiyle tamamlandığı ameller olduğu; bir kısmının dinî olmayıp tamamen dünyevi olduğu, bir kısmının da nasla yasaklananlar kapsamında olduğu görülecektir.(İmam Şatıbi, örneklerin çoğunu tek tek alıp cevap verir.) Öyleyse bu örneklerin, konuyla hiçbir alakası yoktur. Muhakkik âlimlerin de değindiği gibi, bu imamlar öncelikle bidati lugavi olarak ele almış ve her türlü yeniliği bidat kapsamında değerlendirmiştir. Daha sonra bu yenilikleri kısımlara ayırıp, hükümlerini zikretmek istemişlerdir. Ancak kötü niyetli kimseler, bidat-ı hasene ve bidat-ı seyyie diye ayırıp; bu imamların taksimatını da, yaptıklarına delil olarak almışlardır.

Örneğin; bidatçilere göre mescidleri süslemek, şarkı okur gibi Kur’an okumak, Kur’an okuyan sistem dalkavuğu ‘karileri’ pop yıldızı misali takdim etmek, güzel bidatlerdendir. Ancak İzz bin Abdusselam rahimehullah, bunları mekruh bidatler kapsamında ele almıştır. Asrımızın çirkin bidatlerinden olan Kur’an okuma tarzının da haram bidatler kapsamında olduğunu söylemiştir. Yine bu taksime en fazla yapışan sofi meşrep insanlar, günümüzde kullanılan birçok giysi ve yaşam koşulunu kötü bidat kapsamında değerlendirmesine rağmen; İmam, bunları mübah bidat kapsamında değerlendirmiştir. Buradan anlaşılmıştır ki: İzz bin Abdüsselam’ın taksimatını esas alanlarla, İmamın kastı tamamen farklıdır. Aşağıda İmamın başka kitaplarından nakiller yapacağız. Günümüz bidatçilerinin ısrarla ‘bidat-ı hasene’ dediği birçok uygulamaya, İmamın: ‘caiz değil’ veya ‘bidattir’ dediğine şahitlik edeceğiz.

Buna dair en güzel örnek; İmamın, Dımeşk’te kadılık görevine getirildiğinde yaptıklarıdır. İlk olarak hatiplerin ve cami imamlarının işledikleri bidatleri inkâr etti. Daha sonra günümüzde de yaygın olan Regaib namazının bidat olduğuna dair meşhur bir hutbe verdi. Hatta bununla da yetinmedi, o dönemin meşhur âlimlerinden olup bu namaza cevaz veren İbni Salah’a da bir reddiye yazdı. Bu kitabını da ‘Terğib an Salati’r Ragaib El-Mevdua ve Beyan Ma Fiha Min Muhalefeti’s Sünen El-Meşrua’ diye isimlendirdi.(Bu kitap, El-Mektebi’l İslami tarafından, İbni Salah’ın rahimehullah cevapları da derlenerek basılmıştır. İki imamın karşılıklı yazışmalarını derleyen yayınevi, kitaba ‘El-Musacel İlmiyye Beyne İmameyni’l Celileyn İz bin Abdüsselam ve İbni Salah’ ismini vermiştir.) Oysa bidati kısımlara ayırıp bir kısmını makbul görenlerin çoğuna göre Regaib kandili de, o gecede kılınan namaz da meşrudur ve bidat-i hasenedir. Ancak bu ayrımın akıl hocası kabul edilen İzz bin Abdüsselam, bunu uydurulmuş bidatlerden kabul etmiş, ‘daha fazla namaz kıldı diye insan günahkâr mı olur’ bidat mantığıyla hareket etmemiştir.

Son olarak şunu söyleyebiliriz: Yazımızda da vurguladığımız gibi bu taksimatı kabul eden âlimlerin hiçbiri, ayırıcı bir sıfat zikredememiş ve sonradan çıkan amellerin hangisinin bidat, hangisinin bidat olmadığı hususunda açıklama yapamamışlardır. Bu nedenle kendi aralarında da ihtilaf hâlindedirler. Birinin çirkin bir bidattir dediğine bir değeri müstehab demiş, bir grubun bidat-ı hasene diyerek yapıştığı bir amele diğerleri münker ve bidat-i seyyie demişlerdir. Buna örnek olarak Regaib namazını verebiliriz. Şimdi bu ayırımı kabul edenlerin, aynı namaz hakkında verdikleri zıt fetvaları okuyacağız:

İmam Gazali rahimehullah, İhya-ı Ulumiddin adlı eserinde, bu namazla alakalı uydurma (Rivayetin uydurma olduğunu İhya’nın hadislerini tahric eden İmam Iraki rahimehullah söyler.) rivayeti verdikten sonra şöyle der: ‘…Bu namaz müstehabdır. Onu ahad kişiler naklettiği için teravih ve bayram namazı mertebesinde olmasa da her yıl tekrar ettiğinden burada zikretmeyi uygun gördüm. Ayrıca Kudüs ehlinin bu namaza devam ettiklerini ve terkine müsaade etmediklerini gördüm.’ (1/202)

Bidatin kısımlara ayrıldığına inanan İmam Nevevi rahimehullah ise bu namaz hakkında çok ağır konuşur, Müslim şerhinde: ‘Allah, bu namazı uyduranı ve ortaya çıkaranı kahretsin. Çünkü o, sapıklık ve cahillik olan münker bidatlerdendir.’ (8/20)

El-Mecmu’da; ‘Bu iki namaz, münker ve çirkin bidatlerdendir. Bu namazların, Kutu’l Kulub ve İhya kitaplarında zikredilmesine aldanılmasın. Aynı şekilde bu namaz hakkındaki hadise aldanılmasın, çünkü bunların hepsi batıldır.’ (3/548)

Bir grup âlime göre müstehab olan ve yapılması gereken bir ibadet, aynı asıllara inanan başka âlimlere göre asılsız ve münker bir eylemdir. Bu durumda, avamdan olan insan ne yapmalıdır?

Sünnetin aslına muhalif her taksimat, her yöneliş; bu tarz çelişkileri barındırmaya mahkûmdur.

4. Şüphe: ‘Müslümanların güzel gördüğü, Allah katında da güzel; çirkin gördükleri de, Allah katında çirkindir’ eseri (Sahabe sözü)

Başlıkta verilen bu söz, Abdullah bin Mesud’dan radıyallahu anh nakledilmiştir. Sened yönünden de sahihtir.(Ahmed, 3600; Beyhaki, El-Medhal, 49.) Bu esere dayanarak, bidat ehli şu sonuca varmışlardır: ‘Sonradan çıkan herhangi bir ameli Müslümanlar güzel görürse, bu, Allah’ın katında da güzeldir. Öyleyse bidat diye isimlendirilen birçok amel, Müslümanların yanında güzel kabul edildiğinden ve kendisiyle amel edildiğinden bidat-ı hasenedir.’

4. Şüphenin cevabı:

Bazıları özellikle bu rivayetin hadis olduğunu iddia etmiş ve merfu rivayet olarak kabul etmişlerdir. Bunun nedeni, bidatleri meşrulaştırma işini Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem dayandırma çabasıdır. Oysa hadis âlimleri, bu rivayetin Allah Rasûlü’ne ait merfu bir rivayet değil, sahabeye ait mevkuf bir rivayet olduğunu söylemişlerdir.

Bidat ehlinin belirgin vasıflarından biri, delil aldıkları naslara Bektaşi usulüyle yaklaşıp, nasları bağlamından koparmalarıdır. Abdullah bin Mesud radıyallahu anh, bu sözü nerede ve ne için söylemiştir? (İbni Abdilberr, El-İstizkar, 8/13; Ez-Zeylai, Nasbu’r Raye, 4/133; İbni Hacer, Ed-Diraye, 2/187; Sahavi El-Mekasidu’l Hasene, 1/581.)

Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem vefatından sonra, kimin halife olacağı konusunda ashab arasında tartışma yaşandı. Daha sonra insanlar Ebu Bekir’e radıyallahu anh biat edip, onu halife olarak seçtiler. Abdullah bin Mesud, bu manzarayı görünce Allah’a hamd etti ve bu sözü söyledi. Yani o, tüm sahabenin Ebu Bekir üzerinde ittifakını, icmalarını baz alarak bu sözü söyledi.(İbni Kesir’in Tarih’inde bu eseri ve hangi bağlamda aktarıldığını, İmam Ahmed’den nakletmiştir. El-Bidaye ve En-Nihaye, 10/361.)

Hadisin lafızları da bunu göstermektedir. ‘Müslümanların’ lafzı cemidir yani çoğuldur. Ve başında elif lam takısıyla gelmiştir. Bu da Arap lugatında umum ifade eden lafızlardandır. Yani mana şöyle olmaktadır: ‘İstisna olmaksızın bütün Müslümanların güzel gördükleri, Allah katında güzeldir.’ Bu da usulde icma dediğimiz şeydir ve ‘icma’ hüccettir. Yani tüm Müslümanlar bir konuda icma eder ve bunun şeriata uygun olduğunu söylerlerse bu konu; Allah’ın katında da güzel olmuş olur. Çünkü Allah, bu ümmetin bütününü sapmaktan korumuştur. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem hadislerinde: “Benim ümmetim, delalet üzere bir araya toplanmaz” buyurmuştur.

Öyleyse bu söze yapışıp, sünnetten uzak bazı grupların güzel gördükleri şeylerin, güzel olduğunu iddia etmek; sözü, bağlamından koparmak ve yanlış yerde kullanmaktır.

İbni Mesud’un radıyallahu anh bu sözden bidat-ı haseneyi kast etmediğinin en açık delili, onun bidatlere karşı tutumudur. Bidatlerden sakınılması ve sünnete ittiba konusunda kendinden birçok söz nakledilmiştir. Amelî olarak da bidatlerle mücadele etmiş, iyi niyetle yenilik çıkaranlara karşı gelmiştir.

İmam Darimi, Sünen’in mukaddimesinde Amr bin Seleme’den radıyallahu anh şu rivayeti aktarır:

“Biz, Abdullah b. Mesud’un kapısında sabah namazından önce oturuyorduk. Ebu Musa El-Eş’ari geldi.

‘Ebu Abdurrahman (İbni Mesud) henüz çıkmadı mı?’ diye sordu.

Bizler:

‘Hayır’ dedik.

Ebu Abdurrahman çıkınca hep beraber yanına gittik.

Ebu Musa: ‘Az önce mescidde bir şey gördüm. Daha önce hiç görmediğim bu şeyin hayırlı bir şey olmadığını düşünüyorum…’ Sonra anlatmaya başladı. ‘Mescidde halkalar hâlinde oturmuş, ellerinde taşlar olan ve başlarında bulunan birinin ‘Yüz defa tekbir getirin!’ demesiyle tekbir getiren insanlar gördüm. Aynı usulle yüzer defa Kelime-i Tevhid’i söylüyor ve Allah’ı tesbih ediyorlar.’ İbni Mesud:

‘Onlara ne dedin?’ dedi.

Ebu Musa:

‘Sana danışmadan bir şey demedim’ diye karşılık verdi.

‘Onlara iyiliklerini değil, kötülüklerini saymalarını emretseydin!’ dedi ve mescide girdi.

Biz de onunla beraber girdik. Halkalardan birinin yanına geldi ve dedi ki:

— Bu yaptığınız nedir?

— Ey Ebu Abdurrahman, zikirlerimizi saydığımız taşlardır.

— Kötülüklerinizi sayınız! Ben iyiliklerinizin zayi olmayacağını garanti ederim. Ey Muhammed ümmeti! Ne de çabuk helake yöneldiniz. Allah Rasûlü’nün bedeni çürümeden, kullandığı kaplar kırılmadan ve ashabı henüz aranızdayken mi sapıtacaksınız? Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, ya sizler Muhammed’in üzerinde olduğu yoldan daha hayırlı bir yol üzeresiniz ya da sizler sapıklık kapısını açmaktasınız!

— Vallahi, ey Ebu Abdurrahman, biz bu yaptığımızla hayrı elde etmekten başka bir şey kastetmedik.

— Hayrı amaçlayan nice insan, ona ulaşamaz. Allah Rasûlü, Kur’an okuyup da boğazlarından geçmeyecek (onu anlamayacak) insanlardan bahsetmişti. Zannım odur ki, onların çoğu sizdendir.”

Kıssayı rivayet eden Amr bin Seleme radıyallahu anh dedi ki:

“Bu halkada bulunanların çoğunu, Nehrevan gününde Haricilerin safında bize karşı savaşanlar arasında gördüm.”

İyi niyetle çıkarılan bidatler karşısında tavrı bu olan bir sahabinin, bu sözüyle bidat-ı haseneyi kastettiğini söylemek, en basitinden iftiradır.

5. Şüphe: ‘Ameller niyetlere göredir’ hadisinin yanlış yorumlanması

Hepimizin bildiği meşhur hadislerden biridir niyet hadisi. Bidatçiler, birçok bidate bu hadisi esas alıp, kişinin ameli niyetine göredir derler. Kişi, yaptığı amelle Allah’a yaklaşmayı murat ederse, şayet bu ameli sonradan ortaya çıkan bir amel de olsa ecrini alır. Çünkü niyeti Allah’ı razı etmektir.

5. Şüphenin cevabı:

Dalalet ehlinin en fazla istismar ettiği hadislerin başında, niyet hadisi gelir. Tevhid ve Sünnet’e muhalif olanların, Allah’ın subhanehu ve teâlâ şeriatına uygun olmayan eylemlerini meşrulaştırmak için başvurdukları temel argüman; niyetlerinin temiz olduğudur. Dış dünyaları İslam’a uygun olmayanların, sadece Allah’ın bilebileceği iç âlemlerinin temizliğine ısrarla vurgu yapmaları; ancak kendileri gibi insanları ikna edecekleri bir dayanaktır.

Bu hadis dikkatle incelendiğinde onların lehine değil, aleyhlerine hüccet olduğu görülecektir. Çünkü İslam, amelleri iki kısma ayırmıştır:

a. İslam’ın meşru kabul ettiği ameller

b. İslam’ın yasakladığı ameller

Niyetin önemli olduğu ameller, İslam’ın meşru olarak kabul ettiği amellerdir. Bir amele İslam onay vermişse, sahibinin niyetine bakılır; şayet niyeti Allah’ı razı etmekse, onun ameli Allah katında makbul sayılır. Önceki bölümlerde defalarca zikrettiğimiz gibi, amellerin kabul şartı ikidir. İlki, sünnete uygun olması yani İslam’ın meşru kabul ettiği amellerden olması; ikincisi ise ihlasla yapılması, yani niyetin rıza-ı ilahi olmasıdır.

İslam’ın meşru kabul etmediği amellere gelince, bunlarda niyetin hiçbir önemi yoktur. İslam’ın onay vermediği bir amelde kişinin niyeti ne kadar güzel olursa olsun, ameli geçersizdir.

“Onlara: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’ dendiğinde: ‘Biz sadece ıslah edicileriz’ derler. Dikkat edin! Onlar, bozguncuların ta kendileridir, fakat farkında değillerdir.” (2/Bakara, 11-12)

Bu ayetin nüzul sebebine bakıldığında, konumuzla direkt bağlantısının olduğu görülecektir. Allah, Müslümanlara ehli kitabı dost tutmayı yasaklamıştı. Medine’de bulunan bazı münafıklar, onlarla iyi münasebetler kurdukları takdirde bunun toplum maslahatına olacağını, ticari olarak Müslümanların zarar etmeyeceğini düşünerek, Allah’ın bu yasağını umursamadılar. Ancak onlar emre muhalefet için değil, Müslümanların iyiliğine niyet ederek bu işi yaptılar. Bunun üzerine bu ayetler indi.(İbni Kesir, bu görüşü İbni Abbas’tan aktardı.)

Ömer radıyallahu anh kendi döneminde verdiği bir hutbede şu sözleri söylemiştir:

“İnsanlar, Allah Rasûlü döneminde vahye göre yargılanır/değerlendirilirlerdi. Şu anda ise vahiy kesilmiştir. Bizler, sizleri ancak bize görünen zahirî amellerinizle değerlendirebiliriz. Kim bize iyilik gösterirse onu güvenilir kabul eder, kendimize yaklaştırırız. Onun niyetini bilecek olan biz değiliz, sadece Allah’tır. Kim de bize kötülük gösterirse ona güvenmez ve doğrulamayız, velev içinin/niyetinin temiz olduğunu iddia etse de.” (Buhari, 2641)

Ömer radıyallahu anh bu uyarıyı neden yapmıştı? İnsanlardan bazıları, şeriatın emirlerine muhalefet ediyor; ancak bunu kötü niyetle yapmadıklarını söylüyorlardı. Ömer, onlara bir kaideyi hatırlatıyordu. Sizler bazı hatalarınızı Allah Rasûlüne arz edip, niyetinizin farklı olduğunu söylüyordunuz ve o da sallallahu aleyhi ve sellem sizleri tasdik ediyordu. Çünkü ona vahiy geliyordu. Ve Allah doğru olanlarla yalancı olanları ayırt ediyordu. Ancak aynı şey, benim için söz konusu değildir. Çünkü bana vahiy gelmiyor ve Rasûl’den sonra da kimseye gelmeyecektir. Öyleyse insanlara zahiriyle hükmetmekten başka bir yol yoktur. Niyet temizliği iddiası, İslam’ın kabul etmediği amellerle beraber yok hükmündedir.

Akıl da Ömer’in radıyallahu anh fıkhını gerektirmektedir. Örneğin; hırsız, malı çaldığı kişiye, niyetinin ne kadar iyi olduğunu anlatsa da mağdur olan bunu kabul etmeyecek ve onu hırsızlığıyla yargılayacaktır. Ya da ‘fakirlere yardım, İslam’ın emrettiği şeylerdendir ve ben de sizlerin malını çalıp ihtiyaç sahiplerine dağıttım’ diyen bir hırsızın sözünün, kimsenin yanında bir kıymeti yoktur.

Buna binaen; bidat, İslam’ın yasakladığı ve sapıklık kabul ettiği amellerdendir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, onun her türlüsünü sapıklık ve uzak durulması gereken yasaklar kapsamında ele almıştır. Bidat, meşru olmayan ameller kapsamında olduğundan, sahibinin niyetinin hiçbir önemi yoktur.

Sonuç olarak;

Bidat ehlinin üzerinde bulundukları sapkınlık için çok fazla şüpheleri vardır. Onların dini, sabit muhkemler üzere değil, müteşabih/şüphe ve zan üzere kuruludur. Her amellerinde kil-u kal cinsinden şüpheleri vardır. Bunların her birini zikretmek mümkün değildir. Ancak bunlardan en yaygın olanlarını zikredip, Allah Rasûlü’nün sünnetine ittibayı yaygınlaştırmak, insanları sünnet dışında yeniliklere davet edenlerin şüphelerine cevap vermek istedim.

Yakinen biliyoruz ki; ümmetlerin Rahman’ın rızasına ermesi ve yeryüzüne vâris olup, hayır ve adaletle orayı imar etmeleri, iki asla bağlıdır. Kime kulluk/ibadet ettikleri ve nasıl kulluk yaptıkları…

İbadet edilenin ortaksız olarak Allah olması, ibadetin sadece Rasûllerin gösterdiği şekilde olması… Yani Tevhid ve Sünnet. Bu iki aslın zıddı ise şirk ve bidat. Kendini İslam’a nispet eden milyarlarca insanın yaşadığı tahrif/hurafe, yoksulluk, cehalet ve aşağılanmanın en temel sebebi; bu iki aslı bozmalarıdır. Ümmetin ihyası ise kaybettiklerini yeniden kazanmasıyla mümkündür. Bu noktada en büyük görev; kınayıcının kınamasından korkmayan rabbani ilim adamlarına, sadık İslam davetçilerine ve mücahidlere düşmektedir. Tağuti sistemler ve dinden ekmek yiyen belamların teşvikiyle; yığınların üzerinde oldukları batıl dine razı olmamaları, hakkı haykırmaları gerekir. Ellerinde kuvvet ve temkin bulunanların tevhid ve sünnetin ihkakı, şirk ve batılın iptali konusunda kuvvetlerini; hüccet ve beyan bulunanların ise hüccetlerini çekinmeden kullanmaları, asrımızın en öncelikli farzlarındandır.

“Andolsun, biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisine çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sahibidir, üstün olandır.” (57/Hadid, 25)

Bu ayet, hakkın ihkakı için gerekli olan araçları özetlemiştir. Apaçık deliller, kitap ve mizan ve bunları destekleyecek demir, yani kuvvet! Bunların biri olmadığında, diğeri her zaman eksik kalacaktır. Tevhid ve Sünnet müdafaasında ilmin eksikliği, kabalık ve zorbalığa; kuvvetin eksikliğiyse gevşeklik ve rehavete kapılmamıza neden olacaktır. Her ikisi birleştiğinde, Nubuvvet menheci üzere İslami mücadele, yoluna devam edecektir.

Allah’ım, bizleri Tevhid ve Sünnet davasının, muhkem asıllara yapışan, sabır ve yakinle yoğrulmuş, güzel ahlakla süslenmiş, ahiret yurdunu arzulayan müdafilerinden kıl.

Bu yazıyla beraber ‘Tüm Rasûllerin Ortak Müjdesi; Muhammed, Allah’ın Rasûlüdür’ yazı dizisini Rabbimizin yardımıyla bitirmiş olduk.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver