Allah’ın Adıyla…
Müminleri El-Velî ismiyle dost edinip onlara yakın olan Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd olsun. Salât ve selam
‘Onun velisi Allah, Cibril ve salih müminlerdir’
denilen Muhammed Mustafa’ya olsun.
Tasavvufun sıkça kullandığı kavramlardan biri ‘Velayet’tir. Tasavvufta öncü olan zatların bu makama eriştiği, Allah dostu olup ilahi lütuflara mazhar olduğu inancı, tasavvufun temel öğretilerindendir. Şeyh olarak anılan tasavvuf büyüklerinin aynı zamanda Allah dostu/Veliyullah olduğu iddia edilir.
Bu kavramın Kur’an ve Sünnet’ten alındığını biliyoruz. Bu yazımızda Kur’an ve Sünnet’te geçen velayet kavramıyla, tasavvufta kullanılan velayet kavramının karşılaştırmasını yapacağız.
Allah subhanehu ve teâlâ ayette şöyle buyurur:
“Dikkat edin! Allah’ın dostlarına/Evliyaullah hiçbir korku yoktur ve onlar hüzünlenmeyeceklerdir. Onlar iman eden ve takva sahibi insanlardır. Onlar için dünya hayatında da ahirette de müjdeler vardır. Allah’ın sözlerinde/vaadinde değişiklik yoktur. İşte bu/müjde en büyük kurtuluşun ta kendisidir.” (10/Yunus, 62-64)
Allah dostluğunun ne olduğu, Allah dostlarının sıfatları, onların dünya ve ahiret mükafatlarını açıklayan bu ayet velayet ayeti olarak bilinmektedir. Konumuzun temelini oluşturan bu ayet-i kerime, tasavvuf erbabının da sık sık atıf yaptığı ayetlerdendir.
İbn Kesir rahimehullah şöyle der:
“Allah subhanehu ve teâlâ dostları olan evliyaullahın iman eden ve takva sahibi insanlar olduğunu haber veriyor. Her takva sahibi Allah’a dosttur.” (Tefsiru’l Kur’ani’l Azim ilgili ayet tefsiri)
İmam Kurtubi:
‘…Velî, lugatte yakın olan demektir. Bu ayette Allah dostlarından kasıt, müminlerin seçkinleridir. Adeta onlar yaptıkları taatler ve sakındıkları masiyetlerle Allah’a yakınlaşmışlardır. Allah evliyaların kim olduğunu şu sözüyle açıklamıştır: “Onlar iman edenler ve takva sahipleridir.” Yani inanılması gerekenlere inanan, sakınılması gereken masiyetlerden sakınanlardır.‘ (Fethu’l Kadir ilgili ayet tefsiri)
Bu ayetten açıkça anlıyoruz ki Allah dostu olmak, iman ve takvaya bağlıdır. İman ve takva ehli olan her insan aynı zamanda Allah dostu olmaya adaydır. Kur’an-ı Kerim’de Allah dostu olmanın başka şartı yoktur. Sahih akide ve salih amel yani Tevhid ve Sünnet velayet makamının anahtarıdır. Kişinin veli olması için havada uçup, denizde yürümesi, tavukları diriltip, insanların yatakta kaç defa döndüğünü bilmesi gerekmemektedir.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem kudsi bir hadiste Rabb’inden şöyle nakleder:
“Kim benim dostlarımdan/velilerimden birini düşman edinirse ben ona harp ilan ederim. Kullarım bana farz ibadetlerle yaklaşmasından daha sevimli bir şeyle yaklaşmamışlardır. Onlar nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam ederler. Ta ki ben onları severim. Onları sevince işiten kulakları, gören gözleri, tutan elleri, yürüyen ayakları olurum. İstediklerinde verir, sığındıklarında onları korurum.” (Buhari, 6502)
Hafız İbn-i Hacer hadisin şerhinde şunları kaydeder:
“Veli’den kast edilen; Allah’ı bilen, taatinde devamlı olan ve ibadetlerinde ihlaslı olan kişidir. Allah’ın nasıl kulun kulağı, gözü olacağı anlaşılmamıştır. Bunun cevabı birkaç yöndendir:
1. Bu, temsili bir anlatımdır. Maksadı; benim emirlerimi tercihte onun gözü ve kulağı olurum demektir. O, bu organlarını sevdiği gibi benim taatimi ve bana hizmeti tercih eder.
2. Her şeyiyle benimle meşgul olur. Kulağını beni razı edecek şey dışında bir şeye vermez, gözü emrettiğimden başkasını görmez.
3. Onun tüm ihtiyaçlarını ona sağlarım. Sanki kulağı ve gözüyle elde etmiş gibi olur.
4. Ona yardımda; düşmanına karşı gözü, kulağı, eli, ayağı gibi olurum.
5. Burada mudafın hazfı vardır. Yani onun kendisiyle işittiği kulağını hıfz ederim demektir… Böylece helal olandan başkasını dinlemez.
6. Burada masdar kelimeler ism-i mef’ul anlamında kullanılmıştır. Yani işittiği, gördüğü,… sadece ben olurum. Sadece zikrimi işitir, kitabımı okumaktan lezzet alır… Elini ve ayağını sadece benim rızam olana uzatır…
7. Duaya hemen icabet anlamında olabilir. Çünkü insanın tüm işleri bu organlarla olur. (Hattabi)
Tufi der ki: Sözüne itibar edilen tüm alimler bu hadiste kullanılan uslubun kula yardım ve destek olduğundan mecaz ve kinaye olduğudur… İttihadiler (vahdeti vücutçular) ise bunun hakiki anlamında olduğunu ve kulun Allah’ın bizzat kendi olduğunu söyler. Delil olarak da Cibril’in sahabeden Dıhye suretinde gelmesini öne sürerler. Derler, Allah bir suretin tamamında veya bir kısmında açığa çıkmaya kadirdir. Allah zalimlerin söylediklerinden yücedir!
Hafız ibn Hacer: Kalbinde eğrilik olan bir grup hadisi şöyle yorumlar: Kul iç dünyası bulanıklıklardan temizleninceye dek zahiri ve batını amellere devam ederse hak manasında olur. (Yani Allah olur). Allah bu sözden yücedir.
Riyazet ve tecelli ehlinden bazı cahiller bu hadise yapışıp şöyle derler: Kalp Allah’a mahfuz olursa düşünce hatadan masum olur. Bu yolun muhakkikleri şöyle der: Düşünceler Kur’an ve Sünnet’e uymadı mı hiçbir kıymeti yoktur. Masumiyet/Korunmuşluk/Hatadan uzak olma sadece peygamberlere özgüdür. Onların dışında olanlar ise hata yapabilir. Ömer radıyallahu anh, kendisine ilham edilenlerin başında gelirdi. Ama bazen bir şey düşünür, başka sahabiler ondan farklı bir görüş ortaya atar, Ömer radıyallahu anh onların görüşünü tercih ederdi. Kim kalbine vaki olan manalarla yetinir, Rasûl’ün sallallahu aleyhi ve sellem getirdiğini bırakırsa, hataların en büyüğünü işlemiş olur.
Onlardan aşırıya gidip ‘Kalbim bana Rabb’imden haber verdi’ diyenler ise daha büyük bir hata içindedir. Kalbinin ona şeytandan haber verdiğinden emin olmaz…” (Fethu’l Bari 6502 nolu hadis şerhi özetle)
Hafız ibn Hacer’in kendinden önce yaşayan bazı alimlerden aktardıkları ve kendi açıklamalarından şunu anlıyoruz: Ehli Sünnet, Allah dostlarına dair bu hadisten şunu anlamıştır: Kul ibadetlerle Rabb’ine yaklaşırsa bunun mükafatı olarak Rabb’inin yardımına mazhar olur. Allah subhanehu ve teâlâ kendisiyle amel yaptığı organları razı olduğu amellere muvaffak kılar. Allah’ın subhanehu ve teâlâ gazabına götürecek amellerden ise muhafaza eder.
Başka bir grup sapık ise Allah’ın dostlarıyla ilgili hadisi saptırmış ve ona farklı anlamlar yüklemiştir.
Allah dostu denilen zatların zamanla Allahlaşacağını, artık şeriata ihtiyaçlarının kalmayacağını, kalplerinin direkt Allah’la irtibatta olacağını ve ‘Kalbim bana Rabb’imden haber verdi’ diyeceklerini, akıllarına gelen her düşüncenin hatadan masum olacağına yormuşlardır.
İbn-i Receb bu hadisin şerhinde der ki:
“…Kalbi Allah’ın azametiyle dolduğu vakit, Allah dışında her şeyi kalbinden silip atar. Rabb’inin istekleri dışında kulun nefsinin payı ve iradesi kalmaz. İşte o zaman sadece O’nu konuşur, sadece O’nun emriyle hareket eder. Konuştu mu O’nu nutkeder, işitti mi O’nu işitir. O’nunla bakar, O’nunla tutar. Hadisten kast edilen mana budur. Kim bunun dışında bir manaya işaret ederse ittihad ve hululcülerin ilhadına işaret etmiştir.” (Camiu’l Ulum ve’l Hikem s.345. İttihad: Her şeyin Allah olduğunu savunan Vahdet-i Vucud düşüncesidir. Hulul: Allah’ın subhanehu ve teâlâ bazı şeylere girdiğini ve onların cisminde açığa çıktığını savunan düşüncedir.)
Öyleyse Kur’an ve Sünnet’ten şunu anlıyoruz: İnanılması gerekenlere iman eden, farzları yerine getiren ve masiyetlerden sakınanlar Allah dostu yani evliyaullahtandır. Nafilelerle Allah’a yakınlaşmaya önem verenler ise Allah’ın sevgisine ve yardımına mazhar olan kullardır. Fıtrata hitap eden bu naslara göre, her mümin Allah dostu olabilir.
Tasavvufcular ise veliliği çok farklı şekilde anlamış, Kur’an’dan aldıkları bu kavramı Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeylerle aslından saptırmışlardır. Tanımlarına bakalım: (Nakiller için bknz: Takdisu’l Eşhas fi’l Fikri’l Sufi 1 57/58)
Kuşeyri Risalesi’nde der ki:
‘Velinin iki manası vardır: İlki, Allah’ın dost edindiği anlamında ism-i mefuldür. İkincisi ise, Allah’ın taatini dost edinen anlamındadır. Allah’a ibadeti içine isyan karışmaksızın devam eder. Birinin veli olması için bu iki anlamında mevcut olması gerekir.’ (s. 420)
Bir başka yerde:
‘Allah’ın taatlerde devamlı olması için korunmasını üstlendiği kişidir veli. Onun için ‘huzlan’ yaratılmaz. O günah işleme kudretidir.’ ( s. 663)
Curcani ‘Et-Ta’rifat’ında veli maddesinde şu açıklamayı yapar:
‘İsyan olmaksızın sürekli ibadet edendir.’
Abdulaziz ed-Debbağ (Türkçeye Celal Yıldırım tarafından çevrilen bu kitap Demir Kitabevi tarafından 2 cilt olarak basılmıştır. Abdulaziz ed-Debbağ ünlü mutasavvıflardandır. Kendisi okuma yazma bilmeyen bir ümmidir. Kitapta yazılanları öğrencisi Ahmed bin Mübarek kaleme almıştır. Tasavvufu tanımak isteyenlerin inceleyebileceği kitap, tasavvufun tüm afetlerini içinde barındırmaktadır.)
El-İbriz kitabında şöyle der:
‘… Kime ruhunda bulunan esrarın kapısı aralanır, zatıyla ruhu arasındaki perdeler kalkarsa işe o arif bir velidir, fetih sahibidir.’ ( El-İbriz, Demir Kitabevi 1/235)
İbn-i Arabi:
‘Batıni imamın (velinin) şartı ma’sum olmasıdır.’ (İhsan İlahi, İsmet)
Görüldüğü gibi Kur’an ve Sünnet’in veli tanımıyla, tasavvufun veli tanımı tamamen farklıdır. Tanımda ayrışan İslam ve tasavvuf, velayetin hakikati ve sıfatlarında da ayrışmıştır. Veli/Şeyh İslam’da herhangi bir Müslüman iken, tasavvufa intikalinde suret değiştirmiş, ilahi ve nebevi tüm vasıfları almıştır.
Adeta parelel ilah ve nebi oluşturma gayretine dönen tasavvufun veli inancı, İslam’ın Usulu’d din kabul edilen öğretileriyle çakışmaktadır.
Tasavvuf erbabına sözü bırakıp, nasıl bir Veli/Şeyh anlayışına sahip olduklarını onlardan dinleyelim:
Veli, Allah’ın Bizzat Kendisidir!
‘Babam Ramazan ayında bir evde inzivaya çekilerek, on güne yakın kimseye yüzünü göstermedi… Konya’nın bilginleri, fakirleri, emirleri ve bütün insanlar medreseye gelip, biz Mevlana’nın ayrılığına dayanamıyoruz dediler, kıyameti koparıp ağlayıp sızladılar… Ben durumu babama bildirdim. Üç gün müddet istedi. Arkadaşlara haber verdim… Üç gün geçtikten sonra sabahleyin geldim ve kapının aralığından hücrenin içine baktım. Hücrenin her tarafının Mevla’nın mübarek vücudu ile dopdolu olduğunu gördüm. Hatta yarıklara pamuk tıkanması gibi, kapının aralığı da Mevlanayla tıkanmıştı… Bu heybetli manzara karşısında bağırarak kendimden geçtim. İki kez bu manzarayı gördüm. Son defasında tekrar baktım. Onun cisminin güzellik ve zayıflık bakımından eski hâlini aldığını ve mübarek eliyle vücudunu okşadığını gördüm. Vücuduna ‘Aferin! Aferin! İyi dayandın. Tur Dağı buna dayanamamış parça parça olmuştu. Sen bunu kaldırabildin. Senin gibi Yar-i Gar’a aferinler olsun’ dediğini işittim.’ ( Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, Sayfa 219)
Ebu Yezid el-Bestami anlatıyor:
‘Bir seferinde Allah subhanehu ve teâlâ beni kendi katına yükseltti, beni huzurunda dikti ve ‘Ey Ebu Yezid, kullarım seni görmek istiyorlar’ dedi. Ben de: ‘Beni vahdaniyetinle süsle, bana enaniyet/benlik elbiseni giydir ve beni ahadiyet makamına yükselt. Ta ki kulların beni gördüğünde desinler ki seni/Allah’ı gördük. Böylece sen bu olmuş, ben de orada olmamış olurum’ dedim.’ (Lum’a, Sayfa 461)
Yine Ebu Yezid şöyle der:
‘Subhani (Kendimi tüm eksiklerden tenzih ederim), Ma a’zeme şe’n (Şanım ne yücedir)’
‘Cübbemde Allah’tan başkasını görmüyorum.’
Veliler Bir Şeye Ol Der Oluverir
Ticaniye soruldu: ‘Abdulkadir Geylaninin ‘Benim emrim Allah’ın emriyledir. Bir şeye ol dersem oluverir’ sözünü nasıl anlamalıyız? Cevaben dedi ki: Allah onlara (velilere) büyük hilafet vermiş ve onları kendi mülkünde istediklerini yapma yetkisiyle görevlendirmiştir. Allah onlara tekvin kelimesini vermiştir. Bir şeye ol dediler mi o an hemen olur. Ali’den radıyallahu anh rivayet edilir ki: ‘Şimşekleri çakan, yıldırımları düşüren, gök cisimlerini hareket ettiren ve işlerini düzenleyen benim.’ demiştir. Allah’ın mülkünde Onun halifesi olduğunu anlatmak istemiştir.’ (Cevahiru’l Meani 2/77)
Ne ilginç değil mi? Onlar bir şeye ol der, o da oluverir. Kur’an’da Allah’ın subhanehu ve teâlâ büyüklüğünü ve kudretini anlatmak için kullanılan “Kun fe-yekun” velilerde varmış!
“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.” (2/Bakara, 117)
“(Meryem), “Ey Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?” dedi. Allah, “Öyle ama, Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir” dedi.” (3/Âl-i İmran, 47)
Allah subhanehu ve teâlâ Mekkeli müşriklere şöyle sesleniyor:
“(Ey Muhammed!) De ki: “Allah’ı bırakıp da ilah olduklarını iddia ettiklerinizi çağırın. Göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip değillerdir. Onların yerde ve gökte hiçbir ortaklıkları yoktur. Allah’ın onlardan bir yardımcısı da yoktur.” (34/Sebe, 22)
Mekkeli müşrikler hacılara hizmet eden, dini geleneklere bağlı insanlar vefat ettiğinde onlara türbe niyetine put yapan ve onlar vasıtasıyla Allah’a yakınlaşacaklarına inanan kimselerdi. Bu insanlara Allah tarafından bazı yetkiler verildiğine ve Allah’ın izniyle tasarruf sahibi olduklarına inanıyorlardı. Allah subhanehu ve teâlâ mülkünde kimseye böyle bir yetki vermediğini, buna ihtiyacının da olmadığını kesin bir dille men etti?
Tabi şu soru da onlar tarafından cevaplanmayı bekliyor? Mutlak mülk sahibi olan Allah subhanehu ve teâlâ niye mülkünde başkalarına mutlak tasarruf yetkisi versin?
Öyleki bunlardan dileyen yağmur yağdırıyor, bir başkası hastaları iyileştiriyor, öteki ölüleri diriltiyor! (Takdisu’l Eşhas 1/42 ve sonrası)
Veliler Yağmur Yağdırır
Şeyh Abdurrahim ibni Şeyh Abdullah el-Arki; ‘Yağmur satıcısı diye isimlenirdi. Çünkü o insanlara yağmur satardı.’ (Tabakat-ı ibni Deyfullah)
Adam sadece yağmur yağdırmakla kalmıyor, zamanla işin ticaretini de yapmaya başlıyor. İhtiyacınız olduğunda Allah’a subhanehu ve teâlâ el açıp yalvarmanıza gerek yok. Bu şahsa gidiyorsunuz, dua niyetine ödeme yapıyorsunuz, o da Allah’ın mülkünden size ihtiyacınız olan yağmuru veriyor.
Ebu Cehil kadar Allah’ı tanımadığı hâlde, insanlara Allah dostu diye pazarlanan bu bezirganlar ‘Mülk kimindir bugün? Bir ve Kahhar olan Allah’ındır’ sesini işittiklerinde pişman olup ‘Vay bize’ diyecekler, ancak bu pişmanlık sadece azaplarını arttıracak.
“Elleri boyunlarına bağlanmış, çatılmış olarak cehennemin daracık bir yerine atıldıkları zaman orada, yok olup gitmeyi isterler. (Kendilerine) “Bugün bir kere yok olmayı istemeyin, bir çok kere yok olmayı isteyin!” (denir.)” (25/Furkan, 13-14)
“Sen onlara (Mekkeli müşriklere) sorsan gökten yağmur yağdırıp, öldükten sonra yere hayat veren kimdir? Sana ‘Allah’tır’ diyecekler.” (29/Ankebut, 63)
“Ve rüzgârı, müjdeleyici olarak rahmetinin önünde gönderen, O’dur. Ve biz, semadan tertemiz su indirdik.” (25/Furkan, 48)
“Allah’ın bulutları sevk ettiğini, sonra onların aralarını birleştirdiğini, sonra da onları küme hâline getirdiğini görmüyor musun? Böylece onların arasından yağmur çıkardığını görürsün.Ve semadan, içinde dolu bulunan dağlar (dolu kümeler) indirir. Böylece onu dilediğine isabet ettirir. Ve onu dilediğinden çevirir (uzaklaştırır). Onun şimşeğinin parıltısı, neredeyse görmeyi giderir (gözleri kör gibi yapar).” (24/Nur, 43)
‘Şam diyarına şiddetli bir kıtlık isabet etti. Hace Rumiyye adında yaşlı bir kadın vardı. Yöneticilerin çocuklarına mürebbiyelik yaptığından ve Şeyh Muhammed Zuğbi’nin kardeşi olduğundan insanlar değer verirdi. Katırına binip Şeyh Zuğbi’ye geldi. ‘İnsanlar şiddetli bir kıtlık, yağmursuzluk ve pahalılık içinde yaşıyor, siz ise bu durumdan habersiz/gafilsiniz’ Şeyh sustu. Sonra kadın katırına binip yola koyuldu. Harran şehrine yakın köprüye ulaşınca yağmur yağdı ve şiddetli bir rüzgar esti. Rüzgar kadını bineğinden düşürdü… Sonra şeyhe geldi ve: ‘Biz sana yağmur yağdır dedik, sen ise beni bineğimden çamura attın! Niye?’ diye sordu. Şeyh: ‘Boş konuştuğundan/gevezeliğinden dolayı.’ diye cevapladı.’ (Siyeru’l Evliya 58)
Evliyaların (!) hayatlarının anlatıldığı bir kitapta nakledilen bu kıssayla Sahiheyn’de sabit olan Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem şu kıssasına bakın! Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Allah Rasûlü Cuma hutbesini irad ederken bir adam mescide girdi. ‘Ey Allah’ın Rasûlü hayvanlar helak oldu, yollar kapandı; Allah’a dua et de bizi kurtarsın’ dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ellerini kaldırdı ve: ‘Allah’ım bizi kurtar (yağmur yağdır)’ diye üç defa tekrarladı. Vallahi semada hiç bulut yoktu. Sel’ tepesinin ardından bir bulut çıktı. Semanın ortasına gelince yayıldı, sonra yağmur yağdı…” (Buhari, 932-1014; Müslim, 897)
Bu üçkağıtçı din bezirganlarına sorsanız ‘En büyük veliler sahabelerdir’ derler. Kıtlık var ve kimse yağmur yağdıramıyor. Allah Rasûl’üne geliyorlar. O da sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın mülkünde tasarruf etmeye kalkmıyor. Elini kaldırıp Rabb’ine dua ediyor.
Veliler Allah’ın Yazdığı Ecele Müdahale Eder
‘Fatıma bint-i Ubeyd şiddetli bir hastalığa tutuldu. Öleceği düşünülüyordu. Fukahadan bir şeyh Hocalıya geldi. Durumu anlattı. Şeyh onlara su verdi. Hasta bayanın içmesi için. Ancak ölüm sekaratında olduğundan içemedi, sadece suyu ağzına koyabildiler. Şeyh de halvete girdi. O gece Fatıma ayağa kalktı ve ben iyiyim, dedi. Gece şeyhi evin bir köşesinde gördüğünü, asasıyla ona vurup kalk dediğini ve ayaklandığını anlattı. Şeyhe durumu ilk götüren Fakih, şeyhin yanına gitti. Şeyhin oğlu babasının o zamandan beri halvette olduğunu söyledi. Şeyh dedi ki: Benle ölüm meleği çekiştik. Sonunda ben galebe çaldım ve onu bana bıraktı.’ (Tabakat-ı İbn Deyfullah 199)
Ecel belirlenmiş , ölüm meleği geliyor, Allah’ın yazdığı kaderi tatbik edecek, şeyh efendi devreye giriyor, kısa bir kavgadan sonra ölüm meleği şeyhe teslim oluyor ve bu bayan da yaşıyor.
‘Muhammed eş-Şirbi’nin oğlu Ahmed hastalandı, ölümü yaklaşınca Azrail (!) geldi, onun ruhunu almak için. Şeyh, Azrail’e dedi ki: Rabbine dön ve sor, çünkü bu emir nesh edildi (hüküm değişti). Azrail döndü Ahmed bu hastalıktan şifa buldu ve sonrasında otuz yıl yaşadı.’ (Tabakatu’l-Kubra 2/118)
“Ve Allah, hiçbir nefsi (hiçbir kimseyi) eceli geldiği zaman asla tehir etmez (ertelemez). Ve Allah, sizin yaptıklarınızdan haberdar olandır.” (63/Munafikun, 11)
“Bütün ümmetler için bir ecel (süre, zaman dilimi, müddet) vardır. Onların ecelleri geldiği zaman ne bir saat ileri, ne bir saat geri alınmaz.” (7/Âraf, 34)
“O, kullarının üstünde mutlak hakimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun canını alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler.” (6/En’am, 61)
Bu evliyalar(!) yeri geldiğinde ‘Biz sadece Allah’ın iradesine teslim olmuş, Onun subhanehu ve teâlâ dilediğini söyleyen, Onun subhanehu ve teâlâ dilediği şekilde hareket eden insanlarız’ derler. Sorumluluktan ve yaptıkları şeriata muhalif işlerinin karşılığından kaçmak için uydurdukları sapkın kader anlayışları, ölüme gelince işlemiyor nedense!
Hakkın hak oluşunun alameti, içinde çelişki olmaması; batılın batıl oluşu, çelişkileri ve zıtlıklarıyla malumdur.
Veliler Ölüleri Diriltiyor
Diyelim ki ölüm esnasında yetişemediler ve şahıs öldü. Evliya olduğu iddia edilen bu mulhid ve zındıklardan biri varsa sorun yok. Allah’ın aldığı canı geri iade ediyor ve hayat bahşediyorlar.
Kuşeyri Sehl bin Abdullah et-Tusteri’den naklen:
‘Allah’ı hakkıyla zikreden isterse ölüleri diriltebilir’ (2/700)
‘Şeyh İbrahim el-Metbuli çok ibadet eden birini gördü. Fakat insanlar ondan yüz çeviriyor ve onun hakkında itikad sahibi değillerdi. Dedi ki: ‘Oğlum! Senin bunca ibadetine rağmen neden derecen eksiktir? Galiba baban senden razı değil?’ Genç ‘Evet’ dedi. Şeyh, ‘Hadi gel, kabrine gidelim, umulur ki senden razı olur, Ravi dedi ki: ‘Allah’a yemin olsun ki; şeyh babasına seslenince kabrinden kalktı, onu başındaki toprağı atarken gördüm. Tam olarak ayağa kalkınca Şeyh dedi ki: ‘Fakirler (veliler) aracı olarak geldiler, çocuğundan razı olmanı rica ediyorlar.’ Adam: ‘Sizler de şahit olun ki ondan razı oldum’ dedi.’ (Tabakatu’l-Kubra 2/67)
Tasavvufçuların yanında meşhur olan, halk arasında da bilinen Abdulkadir-i Geylani’nin kısassını da hatırlayalım: Abdulkadir Geylani medrese hocalığı yapmaktadır. Kadının biri medresede okuyan oğlunu ziyaret eder. Oğlunun sadece kuru ekmek yediğini görür. Anne yüreği bu, dayanır mı? Oğlunun hâlini şikayet için şeyhin huzuruna varır. Kızarmış tavuk yediğini görünce iyice öfkelenir. ‘Sen Allah’tan korkmaz mısın? Çocuklar kuru ekmek yiyor, sen ise tavuk’ der. Abdulkadir Geylani ‘Allah’ın izniyle kalk’ der, tavuk dirilir ve hareket eder. ‘Senin oğlun bizim seviyemize ulaşınca o da tavuk yer’ der.
Biz hâlâ anlamış değiliz. Bazen tasavvuf büyüklerinin aylarca aç kaldıklarını, sadece kuru ekmek ve suyla yaşadığını anlatıp övünürler, bazen de aç şeyhlerini mükellef sofraların başına oturturlar.
Bizim Türkiye’nin sofileri de böyle ya! Vaaz kürsüsünden hamama dahi gitmeyiz diye nutuk atıp, deniz sefasında yakalanınca da ‘takvaya muhalif hareket etmiş olabiliriz’ derler. Keşke sadece takvaya muhalefet etmiş olsanız! Sizler tevhide, sünnetin asıllarına ve selim fıtrata muhalefet ettiniz.
Rabb’imiz zatı için der ki:
“Bu böyle. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. Şüphesiz O ölüleri diriltir ve O her şeye hakkıyla kadirdir.” (22/Hac, 6)
“Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bak. Ölümünden sonra arzı (yeryüzünü) nasıl diriltiyor? Muhakkak ki (O), ölüleri işte böyle gerçekten diriltendir ve O, herşeye kadirdir.” (30/Rum, 50)
“Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bir bir kaydetmişizdir.” (36/Yasin, 12)
Bazılarımızın aklına İsa’nın aleyhisselam ölüleri diriltme mucizesi takılabilir.
İsa’nın aleyhisselam ölüleri diriltmesi bir peygambere verilen ve ona özel olan mucizedir. Bundan dolayı ondan sonra gelen peygamberlerin ölü diriltme mucizesi yoktur. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Allah’a en sevimli ve Allah katında en değerli insandır. Hayattayken birçok sevdiğini kaybetmiştir. En başta oğullarını, güzide ashabını, hiç unutamadığı Hatice’sini kaybetmiştir. Ne birinin ecelini erteleyebilmiş ne de öldükten sonra birini diriltebilmiştir. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yapamadığını bu velilerin(!) yapabiliyor olabilmesini de ayrı bir yere not etmek gerek.
Ayrıca İsa aleyhisselam bunu Allah’ın dilemesi ve mucize olarak kendisine vermesiyle yapıyor. Bu zevat ise bu hakkı ellerinde bulunduruyor ve yeri geldiğinde Allah’ın eceline dahi müdahale ediyorlar.
Diyebilirsiniz ki maksadını aşmış bazı lafızlar kullanmış olabilirler. Lakin onlar da Allah’ın izni olmadan diriltmenin mümkün olmadığına inanıyorlar. Ben Müslümanım diyen biri aksini nasıl iddia edebilir? Ebu Cehil dahi türbe niyetine yaptıkları salih insanların putlarının öldürüp, diriltemeyeceğini ikrar ediyorken, bu insanlar nasıl böyle inanır:
Şar’ani, Ebu Hasan eş-Şazili’den naklediyor:
‘Kutbun (Evliyalar Konseyi Başkanı) on beş kerameti vardır: …Allah’ın zatı ona açığa çıkar ve onun sıfatlarını ihata eder. Öncenin, sonranın ve başı sonu olmayanın hükmü ona açığa çıkar/bilir…’ (El-Yevakit ve’l Cevabir 2/78)
Bu, benim nassın orjinaline yaptığım tercemedir. Kendisi de mutasavvıf olan Abdulkadir Akçiçek, Şa’rani’ye ait olan Tabakatu’l Kubra kitabı tercemesinde (2/786) aynı metni şöyle terceme eder:
‘Kendisine zati ilahinin hakikati keşfolmak. İlahi sıfatları ihata kudretini kendinde bulmak… Önün hakimi olmak. Sonun hakimi olmak. Keza, evveli ve ahiri olmanın da hakimi olmak…’
Benim yaptığım terceme bir şekilde tevil edilir de, bu sofi açıkça Kutub diye Allah’ı anlatıyor. Arapçasının zayıflığından mıdır, bizim bilmediğimiz ıstılahlara vakıf olduğundan mıdır, şeyhleri hakkında bu inanca sahip olduğundan mıdır bilemiyorum. Ancak orijinal metne yaptığı terceme bir şahsın kutup olması için ilahlaşması gerektiği şeklindedir.
Veliler İnsanları Hidayet Ediyor
‘… Çocuğun biri gökyüzüne baktı ve Hristiyan olan babasına sordu. ‘Bu ayı kim yarattı?’ Babası: duvarda asılı duran haça bakıp ‘bu’ dedi. Çocuk haçı eline aldı ve havaya kaldırıp bıraktı. Haç yere düştü. Babasına: ‘Kendini havada tutamayan bu ayı nasıl havada tutar?’ dedi.
Babası öfkelendi ve ona ağır sözler söyledi. Bunun üzerine şeyhime sordum: ‘Efendim bu küçük kız Müslüman mıydı?’ ‘Hayır’ dedi. ‘Sonraları Müslüman oldu mu?’ ‘Hayır’ dedi.
Peki bu haklı ve parlak delili nasıl elde etti? Dedi ki: ‘Hak ehlinden bazısı orada hazır bulunuyordu. Kıza batıni bir nazarla bakti ve kız konuştu.’ ‘ (El-İbriz 2/90)
‘Şeyh Yusuf el-Acmi halvetten çıkınca gözleri ateş parçası gibi olurdu. Kime baksa onun gözleri saf altına dönerdi. Bir gün şöyle bir hadise oldu. Halvet sonrası bir köpeğe baktı. Tüm köpekler o köpeğin emri altına girdi. İnsanlar ihtiyaçlarının giderilmesi için o köpeğe gitmeye başladılar. Bu köpek hastalanınca, diğer köpekler toplanıp ağlaşmaya ve hüzünlerini göstermeye başladılar… Allah bazı kullarına ilham etti ve o köpeği gömdüler. Köpekler onun kabrini ziyaret ederlerdi.’ (Tabakatu’l Kubra, 2/59)
Yanlış anlamadınız! İnsanları hidayet etmeyi aşıp, köpekleri dahi hidayet ediyorlar. Subhanallah! Allah’ın subhanehu ve teâlâ hidayet ettiği insanlar dahi üç sınıftırlar:
“Sonra biz o kitabı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere miras olarak verdik. Onlardan kendine zulmedenler vardır. Onlardan ortada olanlar vardır. Yine onlardan Allah’ın izniyle hayırlı işlerde öne geçenler vardır. İşte bu büyük lütuftur.” (35/Fatır, 32)
Ancak bu şeyhler hidayet etti mi sınıf falan yok! Direkt kabri ziyaret edilen bir veli oluveriyorsunuz!
‘…Şeyh Muhammed Şinavi, insanları bakışla terbiye ederdi. Yol kesiciler ona uğrardı, ona bakardı, adam kendini şeyhe tabi olmaktan alıkoyamazdı. Bu adamların bazısının onun cemaatinin seçkinlerinden olduğunu gördüm.’ (Tabakatu’l Kubra, 2/115)
Bu veliler Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem döneminde yaşasaymış ne iyi olurmuş! İnsanlar anlattıklarına kulak vermiyor diye kendini harap eden Nebi’ye yardımcı olup, onun başaramadığını(!) başarır, bir bakışla insanları hidayet ederlerdi. Allah Rasûlü de üzüntüden kurtulmuş olurdu.
“Demek sen, bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek âdeta kendini tüketeceksin!” (18/Kehf, 6)
“Ey Muhammed! Mü’min olmuyorlar diye adetâ kendini helak edeceksin!” (26/Şuara, 3)
Ebu Talib’e on yıla yakın İslam’ı anlattı. O Müslüman olmadı. Yeğeninin getirdiğinin hak olduğunu adı gibi bilmesine rağmen, kavminin kınamasından çekindi ve babasının dini üzere öldü. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem üzüntüsü o denli büyüktü ki Allah şu ayetlerle onu teselli etti:
“Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. Fakat Allah, dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. O doğru yola gelecekleri daha iyi bilir.” (28/Kasas, 56)
Hidayet, Allah’ın elindedir. Nebi’nin sallallahu aleyhi ve sellem dahi bunda payı yoktur. O sadece insanlara yolu gösteren, hidayet-i irşad sahibidir. İnsanları İslam’ı kabul ve tevbeye muvaffak kılma anlamındaki hidayet-i tevfike gelince o sadece alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.
On yıllarca anlatmasına rağmen İslam’ı kabul etmeyip, yüz çevirenler olmuştur. Bu şeyhler ise konuşma ve anlatma zahmetine dahi katlanmayan, tek bakışla insanları ve hayvanları hidayet eden insanlardır. Paralel Allahlık ve rasullük bu değil de nedir?
Ebu Hureyre radıyallahu anh defalarca annesine anlatmasına rağmen annesi hidayet bulmamıştı. Allah Rasûlü’ne geldi. Üzülüyordu. ‘Allah’a dua et de, annemi hidayet etsin’ dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ellerini kaldırdı: ‘Allah’ım! Ebu Hureyre’nin annesine hidayet et.’ dedi… (Müslim, 1937)
Lafa geldi mi ‘en büyük veliler sahabilerdir’ derler, Kimisi hızını alamayıp tarikatı onlardan aldığını söyler. Başta Rasûl olmak üzere, ashabın hiçbir surette yapamadıklarını ise bir bakışta hallederler. Son dönemlerin moda tabiriyle ‘Yav he he!’ diyelim bizde.
Eee haliyle hidayeti elinde bulunduran saptırmayı da elinde bulunduruyor. Şa’rani, Seyyid Ahmed Bedevi’nin menkıbelerini aktarırken şunu da kaydeder:
‘Şeyhimiz Muhammed Şenavi anlatmıştı; diyordu ki: Biri vardı, Bedevi hazretlerinin mevlidi ziyaretini doğru bulmuyor ve zararlı sayıyordu. Onun bu hâli imandan ayrılmasına sebep oldu. O denli imandan ayrıldı ki onun içinde İslam’a meyleden tek bir kıl kalmadı. O, bu hâlinin izalesi için aracılığımızla Bedevi hazretlerinden yardım istedi ve şu cevabı aldı: Bir daha eski hatasına dönmemesi şartı ile, olur. Kabul etti ve kendisine iman kisvesi giydirildi. Bedevi hazretleri ona sordu. Bizden görüp beğenmediğin şey nedir ki? Bu soruya şu cevabı verdi: Erkeklerin ve kadınların bu toplantıda birbirine karışması… Bedevi: Bu inkar ettiğin ve kabul etmediğin şey tavafta da oluyor. Fakat hiç kimse bu tavaftan men olunmuyor… Ben öyle biriyim ki karada vahşilere, denizlerdeki balıklara çobanım. Bunların her birini diğerinin saldırısından korurum. Elbette Allah beni mevlid ziyaretimde hazır bulunanları korumaktan aciz bırakmaz.’ (Tabakatu’l Kubra 1/158. Bknz: Evliyalar ansiklopedisi 2/680-681. Ahmed Bedevi’nin kabri Mısır’da bulunmaktadır. Her yıl mevlid düzenleme adeti hâlâ devam etmektedir. Bu mevlide dair yayınlanan görüntüler izlendiğinde; kadınların ve erkeklerin karışık raks ettiği, oyun havası ayarında ilahilerle(!) insanların coştuğu, bariz bir şekilde kadınlarla erkeklerin İslam’a uygun olmayan davranışlarla birbirlerine yakınlaştığı görülecektir.)
Hidayet etmeye muktedir olanlar insanların imanını çekip alabiliyorlar. Niçin? Şeriata muhalif bir durumu inkar ettiği için. Alt mesajı anladığınızı umuyorum! ‘Bizler (şeyhler) şeriata muhalif işler yaparsak, itiraz etmeyin. Aksi hâlde kafir olursunuz.’
Ayrıca Bedevi’nin Kabe’yi tavafla kabir etrafında yapılan rezillikleri kıyaslamasına da dikkat edelim. Haliyle karadaki vahşileri, denizdeki balıkları dahi koruyabilen paralel ilahın evinin de El-Hak olan Allah’ın subhanehu ve teâlâ evi gibi olması gerekir. Yüce Allah subhanehu ve teâlâ zalimlerin söylediklerinden yücedir.
Levh-i Mahfuza Bakıp, Gaybı Biliyorlar
‘Şeyh Cakir şöyle derdi: ‘Levh-i mahfuza bakıp, ismini orada görmeyince kadar, hiçbir müridden söz almadım.’ ‘ (Tabakau’l Kubra, 1/127 Bknz. Evliyalar Ansiklopedisi, 2/533)
‘Sıdk ehliyle beraber olduğunuzda onlarla sıdk üzere olun. Çünkü onlar kalplerin casuslarıdırlar. Sizin sırlarınızdan girer, isteklerinizden çıkarlar.’ (et-Taarruf, 33)
Abdulaziz Debbağ’a öğrencisi sordu:
“Bazı alimler ihtilaf ettiler: Kur’an’da zikredilen, gaybın anahtarı olan beş maddeyi Peygamber bilir mi? “Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (herşeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (31/Lokman, 34)
‘Ed-Debbağ dedi ki: Bu beş şey nasıl peygamberlere gizli kalsın. Onun ümmetinden tasarruf ehli biri bu beş şeyi bilmeden tasarrufta bulunamaz.’ (El-İbriz 1/522-523 Demir Kitabevi)
Bu ed-Debbağ’ın olaya yaklaşımıdır. Oysa Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“De ki: “Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (46/Ahkaf, 9)
“De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” (6/En’am, 50)
“De ki: “Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.” (7/Âraf, 188)
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem Rabb’ine karşı edebiyle, Debbağ’ın edepsizliğini mukayese edelim. Vahyin menbaından beslenenle, şeytanların vahyine kulak verenlerin sözleri nasıl da farklı.
Allah subhanehu ve teâlâ gaybı sadece kendinin bildiğini, rasullerden dilediğine dilediği kadarını bildireceğini söylerken, Allah Rasûlü’nden başka bir söz beklenemezdi.
“Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dahilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.” (6/En’am, 59)
“De ki: “Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkında değildirler.” (27/Neml, 65)
Ahmed er-Rufai’den velilerin gayba nasıl muttali olduklarını dinleyelim:
‘… Ona yerle sema arasının idaresi verilir… Yükselmeye devam eder. Ta ki gavsiyet makamına ulaşır. Yükselmeye devam eder ta ki beşeriyet sıfatı ondan kaldırılıp Hakk’ın (Allah’ın) sıfatlarından bir sıfat oluncaya dek. Allah onu gaybına muttali kılar. Onun nazarı olmadan ne bir bitki biter ne de yaprak yeşerir. Sonra Allah’la konuşmaya başlar. Beşerin aklı bu kelamı idrak edemez.’ (Tabakatu’l Evliya, 1/142. Evliyalar Ansiklopedisi, 2/511)
Ahmed Rufai’nin veli tasavvuruna mukabil Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem hayatına bakalım:
“Ben de sizin gibi bir insanım. Siz husumetlerinizi bana getiriyorsunuz. Ben de aranızda hükmediyorum. Bazınız meramını anlatmada etkili olabilir. Ben de haksız olduğu hâlde kardeşinin hakkını ona veririm. Kime kardeşinin malından bir parça vermişsem, ateşten bir parça vermişimdir. İster alsın, ister bıraksın.” (Buhari, 2458; Müslim, 1337)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem insanlar arasında hükmederken gayba muttali olamıyor, Allah’ın bildirmesi müstesna, insanların sunduklarına göre onlarla muamele ediyor. Ve iyi konuşan birinin onu aldatabileceğini açıkça belirtiyor. Ama veliler kalplerin sırlarına muttali olup, daha adam ağzını açmadan onun kalbini okuyorlar. Allah Rasûlü mü sallallahu aleyhi ve sellem velayet makamına erişemedi, bunlar mı şeytani hâllerine velayet diyorlar orasını size bırakıyorum.
Ben-i Mustalık gazvesi dönüşü yaşanan tatsız bir hadiseden dolayı Aişe annemize zina iftirasında bulunulmuştur. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem söylentiler karşısında çok üzgündür. Aişe annemizin göz yaşları kurumuş, yemeden içmeden kesilmiş ve yataklara düşmüştür. Tam bir ay bu durum böyle devam eder. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem vahiy gelip olayın hakikatlerini anlatıncaya kadar sadece bekler. Aişe annemize:
“Eğer suçsuzsan Allah subhanehu ve teâlâ senin suçsuz olduğunu beyan edecektir. Şayet bir günah işlediysen Allah’a tevbe et. Allah, günahını itiraf edip sonra da tevbe edenin tevbesini kabul buyurur.” (Buhari, 2661; Müslim, 2129) demiştir.
Velayetleri icma ile sabit olan Ebubekir ve kızı manevi bir seyri sülüğe çıkıp olayın hakikatini görememiş, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem levhi mahfuza şöyle bir göz atayım dememiştir.
Bi’ri Maune vakıası da hatırlanması gereken örneklerdendir. Allah Rasûlü’ne Müslüman olduklarını ve dinlerini öğretecek muallimlere ihtiyaçlarının olduğunu söyleyen kabileler geldi. Allah Rasûlü yetmiş güzide ashabını onlarla yolladı. Yolda bu sahabileri öldürdüler. ( Buhari, 1001, 2814, 3064; Müslim, 677)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem gaybı bilmiş olsa bu güzide ashabını ölüme yollar mıydı? Hâşâ. Bu zındık taifesine göre gaybı bilmeden veli olunmadığına göre, bu durumda Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ne oluyor?
Oysa bu taife velilerinin, doğduğu günden öleceği güne kadar bir insanın ne yapacağını bildiklerini söylüyorlar:
‘Çocuk cenin olarak annesinin karnına düştüğünde, veli kişi doğumundan ölümüne onun yaşayacağı hayrı ve şerri bilir.’
‘Bir gün şeyh sağ yanı üzerine yatmış uzanıyordu. Ben de ön kısmında oturuyordum. Aklıma/Hatırıma kötü bir şey geldi. Hemen gözlerini açarak: ‘Neler söylüyorsun?’ diye sordu. Efendim, bir şey söylemedim, dedim. ‘Kalbinden neler söylüyorsun?’ dedi. Son derece utandım ve hemen Allah’a tevbe ettim.’ (El-ibriz, Demir Kitabevi, 1/78)
Bunca uydurmadan sonra şimdi şu nakli okuyalım:
‘Velilerin keşfi iki kısımdır. Kimisi levh-i mahfuza bakar. O değişmez. Efendim Ali el-Havvas gibi. Kimisi de yazılıp-silinen levhalara bakar. Bunlar 360 levhadır. Bunlar değişir ve değiştirilir. Veli bir şeyi haber verse ve o olmasa: ‘Yalan söyledi’ denmez. Onun değişen levhalara baktığı kabul edilir.’ (Tasavvuf Menşe ve Mesadir, 182. Tabakat fi Hususi’l Evliya naklen)
Diyelim şeytanları bu zatları aldattı ya da hayal edip kalplerini meşgul ettikleri fantezilerini keşf diye anlattılar, yahut gördükleri şeytani bir rüyayı hak zannedip aktardılar… Ve anlattıkları çıkmadı. Su-i zanna yer yok. Çünkü levh-i mahfuzun değişime açık sayfalarına bakmıştır. Önce yazılmış sonra da silinmiştir. Bir sebepten dolayı Allah subhanehu ve teâlâ meydana gelmesine müsaade etmiştir… Güler misiniz, ağlar mısınız? Şeytanın insanı avucuna alıp onunla oynaması bu değildir de nedir?
Baktığı sayfanın levh-i mahfuzun hangi kısmından olduğunu bilmeyen birinin bu makamlara nasıl ulaştığı da merak konusudur açıkçası.
Veliler/Şeyhler la yusel’dirler, ( Soru sorulmaz, sorgulanamaz) Onlara itiraz edilmez
‘Muridin şartlarından biri; şeyhinin şeriat üzerinde olduğuna ve Rabb’inden bir delille hareket ettiğine inanmasıdır. Şeyhin hâllerini kendi ölçüsüne göre değerlendirmez. Bazen şeyhten zahiri yerilmiş/şeriata aykırı hâller meydana gelebilir. O hâl batın ve hakikatte övülmüştür. O hâle teslim olması gerekir. Nice adam vardır elinde içki şişesi, onu ağzına götürür, Allah onu bala çevirir. Bakan onu içki içti zanneder. Fakat o bal içmiştir.’ (A.g.e 2/87)
‘Raiyye sahibi şöyle der:
‘İtikadında şeyhine muvafakat üzere olmayan kimse,
Alev alev yaklaşan inkar ateşine yaklaşmış olur’
Açıklaması: İtikadında şeyhe muhalefet eder, yaptığı işte şeyhinin hata yaptığına inanırsa bunun sonucu şeyhinden ayrılmaya kapı açar. Şeyhten sıyrılmak ise inkar ve ayrılık ateşinde yanmak demektir.’ (A.g.e 2/210)
‘… Sağlam aklı, dosdoğru bir tabiatı olan kimse ancak şeyhine razı olur, şeyhi nereye dönerse o da onunla birlikte döner, isterse şeyhi görünürde gecenin fecirden uzak bulunduğu ölçüde haktan uzak olsun. Çünkü ‘şeyhin görünürde haktan uzak kalmasında da doğru bir anlam vardır’ şeklinde düşünmesi ve ‘belki Rabb’im ileride beni bu sırra vakıf eyler’ diye temennide bulunması uygun olur.’ (A.g.e 2/211-212)
Risale-i Kudsiyye ve şarihi Mahmut Ustaosmanoğlu’ndan şeyhe karşı edep nasıl olmalı okuyalım:
‘ ‘Tecelli ede zat, durma kusurda’
Açıklaması: ‘Mevla Teala’nın Zat-ı Paki Sübhaniyyesi bize tecelli eder.’ Yani perdesiz, manisiz olarak bize parlar. Bizimle Mevla arasında Esma Sıfat dahi olmaz. O ki mürid isteklerinden geçemiyor, Mevla tecelli etmiyor…’ (Risale-i Kudsiyye Şerh ve İzahı, 1/551)
‘… Bir mürid mürşidi için ‘niye emrediyor, niçin yasaklıyor’ derse, mürid olamaz. Çünkü inat ediyor, inatla bu iş olmaz…’ (A.g.e 1/565)
‘… Nefatu’l Üns’te yazıyor ki: İmam Gazali’nin ağabeyi Ahmed el-Gazali büyük adamdı. O Mevla Teala’ya soruyor: ‘Ya Rabbi! Beni niçin yarattın?’ Mevla Teala ona: ‘Cemalimi senin kalbinde seyretmek için.’ buyurdu.’ (A.g.e 1/569… Şeyhleri müridin gözünde yüceltmek için uydurulan bu yalanlar, onların ne kadar değersiz olduklarının kanıtıdır. Hakiki değere sahip olmayanlar uydurma menkıbe ve kerametlerle değerlenirler. Allah, insanı sadece O’na subhanehu ve teâlâ kulluk etmesi için yaratmıştır. (51/Zariyat, 56))
‘Veliyullahı casus kıldı Subhan. Girer kalbine yoklar seni can’ Mevla Teala’nın dostu senin kalbine girer, bakar, senin niyetin ne tarafa? (A.g.e 1/577)
‘Sakın zannetme bilmez hâlini ol, Olur casus bulup gönlüne bir yol’
‘Mürşidin huzurunda kötü düşüncelerle durmak iyi değildir… Kudsi hadiste buyrulur(!): Velilerin meclislerinden sakının. Onlar kalp casuslarıdır. Sizin kalplerinize girerler ve sizin sırlarınız üzere muttali olurlar. Onlarla oturduğunuz vakit sadakatle oturun.’ (A.g.e 1/589-595)
Bu şeyhler millete edep öğretirken, birinin çıkıp; ‘önce siz edepli olun, sonra millete edep öğretin’ demesi gerekiyor. Allah subhanehu ve teâlâ “Tecessüs etmeyin/casusluk yapmayın/birbirinizin ayıbını araştırmayın” (49/Hucurat,12) demesine rağmen, bir insanın kendine ‘Kalp Casusu’ demesi ne ile izah edilebilir?
Alt mesaj ise çok açık. Şeyhlerle ilgili kötü bir düşünceye kapılmayın sakın! Anında fark eder…
Şimdi ümmete edep öğretmeye kalkan edepsizlik abidesinden dinleyelim:
‘Bir gün kıskanç fakihler inkar ve inatları nedeniyle Mevlana’ya ‘Şarap helal midir ya da haram mı?’ diye sordular. Onların amacı Şemseddin’in şerefine dokunmaktı. Mevlana kinaye yoluyla şöyle buyurdu: ‘İçse ne çıkar, çünkü bir tulum şarabı denize dökseler deniz değişmez ve denizi bulandırmaz… Açık cevap şudur ki: Eğer Mevlana Şemseddin şarap içiyorsa, her şey ona mubahtır. Çünkü o deniz gibidir. Eğer bunu senin gibi bir kahpenin kardeşi yaparsa ona arpa ekmeği bile haramdır.’ (Ariflerin Menkıbeleri, s.486)
İçki içen bir şeyhin bu yaptığı sorulup, şeriat nezdinde içkinin haram oluşu hatırlatılınca verilen tepkiye bakın! Sanki “O yaptıklarından sorulmaz, onlar ise sorulurlar” (21/Enbiya, 23) denilen Allah’ın subhanehu ve teâlâ bir fiiline itiraz edilmiş gibi tepki veriyor. Tabi içkinin bazı insanlara mübah olduğu da özellikle belirtilmiş. Allah dostu olalım diye çıkılan yolda şarapçı olmak! Ki şarapçılar dahi uyarıldığında mahcup olup susarken, bu şarapçının Allah’a açıktan isyan edenleri müdafaasına bakın.
Rabbani, muride şeyhini tanıtıp edep öğretiyor:
‘… Böylesine kamil ve mükemmil bir şeyh bulup ona erişirse şeyhin varlığını ganimet bilmeli ve kendini tamamen ona teslim etmelidir. Mutluluğun onun rızası olduğu yerlerde, bedbahtlığın ise onun rızasına aykırı davranmakta olduğuna inanmalıdır. Kısacası bütün arzu ve isteklerini onun rızasına tabi kılmalıdır. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir hadiste şöyle buyurmuştur: ‘Sizden biriniz, hevası benim getirdiklerime tabi olmadıkça iman etmiş olmaz’… Bilmek gerekir ki talip kalbini tüm cihetlerden çevirerek şeyhine yönelmeli, şeyhiyle beraberken onun izni olmadan nafileler ve zikirle meşgul olmamalıdır… Onun huzurundayken bir şey yiyip içmemeli ve kimseyle konuşmamalı hatta kimseye yönelmemelidir. Onun huzurunda olmadığı zaman onun olduğu tarafa ayağını uzatmamalı ve o tarafa doğru tükürmemelidir… Zahirde doğru olmadığı görülse bile, şeyhinin her yaptığının ve her söylediğinin doğru olduğuna inanmalıdır. Çünkü o her yaptığını ilham ve izin ile yapar… Bazı durumlarda ilhamına hata bulaşsa bile böyledir. Zira ilham hatası ictihad hatası gibidir. Kendisinde, şeyhinin hâl ve davranışlarına karşı bir hardal tanesi kadar da olsa kesinlikle itiraz mecali bırakmamalıdır. Çünkü itirazın sonu mahrumiyetten başka bir şey değildir. Mahlukatın en nasipsizi ve saadetten en uzak olanı bu taifede kusur arayanlardır.’ (Mektubat-ı Rabbani 292. Mektup)
İmdi, Rabbani’nin edep diye anlattığı bu bölümde şeyh ibaresinin yerine Allah lafzı koyarak, bazı yerlere de Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem lafzını koyarak okuyun, göreceksiniz ki birebir örtüşüyor. Şu ifadeye özellikle dikkat edelim; ‘Onun huzurunda olmadığı zaman onun olduğu tarafa ayağını uzatmamalı ve o tarafa doğru tükürmemelidir’ Allah’ın her yerde olduğuna inanan bu sapkınlar ayaklarını gönlünce uzatırlar da şeyhin bulunduğu yöne ayak uzatılmıyor.
Edebin zirvesi olan Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Sizden biriniz namazdayken Allah subhanehu ve teâlâ ona teveccüh eder, kıble cihetine tükürmesin…”
Namazda Allah’a subhanehu ve teâlâ yöneliyor olmamıza rağmen, sadece namazda kıble cihetine tükürmek yasaklanmışken, bu sapkınlar her yer ve durumda şeyhin cihetine tükürmeyi yasaklarlar.
‘La yus’el’ olma özelliğini burada da görüyoruz. Ne görürseniz görün, şeyhe itiraz yok. Niye, niçin demeden ‘tam bir teslimiyetle teslim olmanız gerekiyor.’
‘…İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhinin yaptığına itiraz etmemelidir. Ona niçin böyle yaptın dememelidir. Çünkü şeyhine ‘niçin’ diyen iflah olmaz… Gerçek müridin alametlerinden biri de şeyhi ona fırına gir dese de girmelidir. Bereketini kazanması için ikamette ve yolculukta, bütün işlerinde şeyhini kalbinden çıkarmamalıdır. Dünya ve ahiretle ilgili elde ettiği tüm bereketlerin kendisine şeyhinden geldiğine inanmalıdır. Şeyhin gönlünün meylettiği bir kadınla asla evlenmemeli, şeyhinin boşadığı yahut ondan dul kalan bir kadınla da asla evlenmemelidir…’ (Tenviru’l Kulub 528-530)
Yukarıda uyguladığınız bu yöntemi bu paragrafa uygulayın. Şeyh yerine Allah ya da Muhammed lafızlarını yazın her cümlenin bir ayet olduğunu ve Allah ve Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem hakkında nasların şeyhlere nasıl uyarlandığını göreceksiniz.
“O (Allah) yaptıklarından sorguya çekilmez, onlar (insanlar) sorgulanırlar.” (21/Enbiya, 23)
“Eğer biz onlara, “Hayatlarınızı feda edin veya yurtlarınızdan çıkın” diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine verilen öğütleri tutsalardı, elbette haklarında hem daha hayırlı, hem de (imanlarını) daha çok pekiştirici olurdu. O zaman kendilerine elbette katımızdan büyük bir mükafat verirdik. Onları elbette doğru yola iletirdik.” (4/Nisa, 66-68)
“… Sizde olan her nimet Allah’tandır. Sonra size bir sıkıntı dokundu mu O’na yönelirsiniz.” (16/Nahl, 53)
“… Nerede olursanız O Allah sizinle beraberdir.” (57/Hadid, 4)
“Sizin Allah Rasûlü’ne eziyet etmeniz ve ondan sonra zevcelerini nikahlamanız ebediyyen olacak şey değildir…” (33/Ahzab, 53)
Bu ayetleri okuduktan sonra dönüp yukarıda yaptığımız nakli bir daha okuyun. Tasavvufun şeyh/veli anlayışının İslam ümmetine yeni bir ilah ve rasul belirleme faaliyeti olduğunu göreceksiniz.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının durumu incelendiğinde, zahiren şeriata muhalif bir durum oldu mu, ashabın sorduğunu görürüz.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bir gün unutur ve öğlen namazını iki rekat kılıp selam verir. Sahabeden elleri uzun olduğundan ‘Zu’l yedeyn’ denen bir sahabi ‘Namaz mı kısaldı, siz mi unuttunuz?’ diye Allah Rasûlüne sallallahu aleyhi ve sellem sorar.
Bir gün Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ‘Hesaba çekilen azap görür’ der. Aişe annemiz: ‘Allah Kur’an’da demiyor mu ‘Sonra o kolay bir hesaba çekilir’ (84/İnşikak, 8) diye sorar. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Bu arzdır, hesapta münakaşa edilecek olan azap görür’ der.’
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem itikaftadır. Safiyye annemiz onu ziyarete gelir. Akşam olduğu için hücresine kadar ona eşlik eder Allah Rasûlü. Yolda ensardan iki sahabiyi görür. ‘Bu anneniz Safiyye’dir’ der. Sahabiler üzülür: Ey ‘Allah’ın Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem senin hakkında nasıl kötü düşünürüz’ derler. ‘Şeytan kanın damarda dolaştığı gibi insanın içinde dolaşır.’ der.
Huneyn Savaşı kazanılmış, ganimetler taksim edilmiştir. Ensar, kendilerine ayrıcalık tanınmasını beklerken, ganimet yeni Müslüman olan Kureyşlilere dağıtılmıştır. ‘Henüz kılıçlarımızdan onların kanı damlıyorken, nasıl olur da Allah Rasûlü onlara verir, bizleri ganimetten mahrum eder’ diyerek hoşnutsuzluklarını ifade ederler. Sad bin Ubade’yi elçi olarak yollarlar. Allah Rasûlü’ne ensarın hissiyatını aktarır. Nebi: ‘Peki sen ne düşünüyorsun?’ der. Sad: ‘Ben de kavmimin bir ferdiyim.’ der. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ensarın toplanmasını ister. Onlara gelip bir konuşma yapar ve insanlara mal dağıtıp kendinin ensarla Medine’ye döneceğini, onların kalbindeki imana ve tevekküle güvenip, henüz İslam olmuş insanların imanı pekişsin diye ganimeti onlara dağıttığını söyler.
Bedir gününde Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem orduyu konumlandırdığı noktaya bakarak: ‘Bu vahiy midir yoksa senin kararın mıdır?’ diye sordular. Kendi kararı olduğunu söyleyince, kuyuların yakınına yerleşmenin daha avantajlı olacağını söyleyip, ona sallallahu aleyhi ve sellem fikir beyan ettiler.
Bu örnekler sayfalarca çoğaltılabilir. Bu davranışların bazısı yanlış da olabilir! Ancak Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem dahi sorgulanabiliyorken, bu zatların sorgulanamayacağı, sorgulayanların asla iflah olmayacağı, kalpte dahi bu zatlara yönelik şüphenin bunlar tarafından tespit edilip müride gereğinin yapılacağı İslam dininden öğretiler olmadığı muhakkaktır.
Evet, İslam’ın Allah dostu/veli/şeyh anlayışı, Allah’a inanan ve Allah’tan sakınmayı kapsar iken; tasavvufun veli anlayışı, Allahlaşan ve kendisinden sakınılan kişidir. İlahi her türlü vasfın verildiği, İslam’ın peygamberler için dahi öngörmediği sıfatların atfedildiği, insanların merhametini umup gazabından sakındığı birer korku imparatoru hâline dönüştürülen bu insanları Tevhid ve Sünnet esasına göre İslam’ın bir yerine konumlandırmak mümkün değildir.
Velayetten kast edilen ibadetlerine dikkat eden, takvayı hayatın merkezine alarak, ahiret endişesiyle yaşayan insanlarsa, buna itiraz etmek mümkün değildir. Allah subhanehu ve teâlâ ümmete örneklik eden, Allah’ı ve ahireti hatırlatan bu insanların sayısını çoğaltsın. Herkesin ve her şeyin katılaştığı bu zamanda böylesi gönül ehline ne de çok ihtiyacımız var.
Yok bundan kast edilen paralel ilahlar ve peygamberlerse -ki verdiğimiz örneklerde bunu açıkça gördük- bizler kelime-i tevhid şahitliğimizin gereği olarak bunu reddediyor ve bu inanışın İbrahim’in milletiyle hiçbir ilgisinin olmadığı, İslam’da şirk ve cahiliyyeyi yeniden oluşturma çabası olduğunu düşünüyoruz.
İlk Yorumu Sen Yap