İnsanlık Tarihinde Mistisizm ve Tasavvuf

Allah’ın Adıyla..

Bizleri, Yahudilerin ve Hristiyanların sapkınlıklarından sırat-ı müstakimle koruyan, mutlak hakkı bizlere öğreterek beşer ürünü batıllardan muhafaza eden Allah’a hamd; salât ve selam, Rabbini ve O’nu razı edecek olan amelleri tüm açıklığıyla bizlere öğreten, en kâmil mürşid, parıldayan kandil, yol gösterici rehber ve her hâliyle örnek olan Râsule olsun.

Rabbimizin izni ve yardımıyla yeni bir yazı dizisine başlayacağız. Başlıktan da anlaşılacağı üzere, yazı dizimizin konusu Tasavvuf ve onunla alakalı bazı kavramlar olacak. Tasavvufun kaynağı, tarifi, mutasavvıfların Allah tasavvuru, bilgi kaynakları, Peygamberliğe yaklaşımları, şeyh ve keramet anlayışları, farklı dinlere bakışları, ahlak ve adap anlayışları, etkilendikleri dinler ve felsefi akımlar, meşhur tasavvuf öncüleri ve bazı fikirleri ile tasavvufun tağuti düzenlerle nasıl bir ilişki içinde olduğu gibi meseleler; yazımızın mihverini oluşturacak. Kendi kaynaklarından, tasavvuf ehlinin bu konular hakkında ne düşündüklerini aktaracak ve Kur’an-Sünnet bütünlüğü içerisinde bazı değerlendirmeler yapacağız.

Allah subhanehu ve teâlâ, insanı yaratırken iki eğilimle yaratmıştır. Kur’an’ın ifadesiyle ‘fücur ve takva’ eğilimi, insanın tabiatına yerleştirilmiş ve onun ayrılmaz parçası kılınmıştır.

“(Yemin olsun) nefse ve onu en güzel şekilde yaratana. Ona fücuru ve takvayı ilham etmiştir.” (91/Şems, 7-8)

İnsanın bu iki yönünü, dünyevileşme ve ahiret temayülü olarak isimlendirebileceğimiz gibi; buna, maddi ve manevi eğilim de diyebiliriz. İnsanlık var olduğu günden bu yana, insanlar bu eğilimlerine göre bir yaşantı sürmüş ve genel olarak üç kısma ayrılmışlardır:

1. Nefse bu eğilimleri yerleştiren Allah’ın, Peygamberlerine uyan ve şeriatla bu iki eğilimi dengeleyen insanlar.

2. Tabiatında var olan maddi yöne eğilen, dünyaperest, ahiret hayatını önemsemeyen maddeci insanlar.

3.Manevi yöne ağırlık veren, dünyadan el etek çekmiş, toplumdan uzaklaşmış münzevi insanlar.

Şeriat yani vahiy, dengedir. İnsan, Allah’tan bir yol olmaksızın sonuca ulaşmak istediğinde, kendi acziyeti ve onu saptırmak için pusuda gizlenen şeytanların saptırmasıyla dosdoğru yolun dışına sapar.

Tarih boyunca insanların çoğunluğu maddeye eğilim göstermiş, dünya hayatını asıl hayat olarak telakki etmişlerdir. Bu durum; toplumların yozlaşmasına, mal biriktirenlerin mazlumları ezmesine, ahlak temelli olmaktan ziyade menfaat temelli ilişkilerin gelişmesine sebebiyet vermiştir. Toplumdaki bu yozlaşma, bazı insanları rahatsız etmiş ve arayış içerisine sokmuştur. Her ne kadar toplumlarda azınlığı temsil etseler de, her dönemde toplumun genel gidişatından rahatsız olmuş, maneviyata önem veren ve kendini dinlemek isteyenler olagelmiştir. Bu duruma, dinlerin egemen olduğu toplumlarda da, felsefi akımların yoğun olduğu veya sanat ve eğlence merkezli toplumlarda da rastlamak mümkündür.

Genel olarak ‘Mistisizm’ olarak isimlendirilen bu eğilim hakkında kısaca bilgi vermek yerinde olacaktır.

‘Mistisizm’ kelimesi, eski Yunanca’dan alınmadır. Dilsiz olmak, konuşmamak, dudakları ve gözleri yummak gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise; insanı ahlaken yüceltme, ruhî saadete erdirme, özündeki hakikati kavratma, görünen dünyanın üstünde ve ötesinde görünmeyenin şuuruna erdirme çabasıdır. Dinlerin derûni ve ruhani yönüdür. Bu bakımdan din fikri nasıl insanlık kadar eski ise, mistisizm ve ruhani hayat da o kadar eskidir. Dinsiz bir toplum olmadığı gibi, mistik tarafı, ruhani hayatı bulunmayan bir din de mevcut değildir. İlahi menşe’li dinlerde olduğu gibi beşerî dinlerde de vardır. ‘Mistik tecrübe’ denilen ruhî duyuş ve derûni anlayışın mahiyeti, bütün dinlerde ve felsefî sistemlerde benzerlikler arz etmektedir…( Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz.)

Mistisizm, farklı toplumlarda hep farklı isimlerle var olagelmiştir. Filozoflar, buna hikmet/sophia derken; Hristiyanlıkta bu ruhbanlık olarak açığa çıkmış; Yahudilikte kabala; İslam’a müntesip olanlar arasında da tasavvuf olarak belirmiştir. Farklı toplumlarda bu duruma dair şu örnekleri verebiliriz(Tasavvuf ve Tarikatlar, Dr. Selçuk Eraydın, s. 46-50 (özetle).):

Hindistan:

Hint bölgesindeki en eski dinî metin ‘Veda’lardır. Bunların tanrısı Brahma’dır. Hindular, Brahma’yı düşünmek için insanlardan uzaklaşmak, münzevi bir hayat sürmek ve hep onu zikretmek gerektiğine inanırlar. Bu dünya, bir rüyadan ibarettir. Her şey fena bulacaktır. Onun için, dünyaya bağlanmak yanlıştır. Dünyaya bağlılık; hırs, rekabet, üzülmek gibi duyguları beraberinde getirir. Asıl saadet, Brahma’nın mutlak vücudunda yok olmak ve kendini kaybetmektir.( Tasavvufçuların ‘Fena fillah’ dedikleri şeyin aynısıdır.)

Yine bu topraklarda M.Ö. 600’lerde ortaya çıkan Budizm de, insanı maddecilikten kurtarmayı hedeflemiştir. Şerrin kaynağı, şehvet ve ihtirastır. Hayattan gaye; ruhu, nefsin esaretinden kurtarmaktır. Bu da tefekkür ve riyazetle mümkündür. Dünyayla alakayı kesmek ve benlik kayıtlarından kurtulmak, insanı esaretten kurtarır.(Hint dinleri ve bunların İslam tasavvufuyla benzerliklerini detaylı bir şekilde inceleyen eser olarak, El-Biruni’nin ‘Tahkiku ma lil’Hint’ eseri, en eski kaynaklardandır. Sultan Mahmut’un Hint topraklarını İslam coğrafyasına katmasıyla araştırmacılar, bu bölgeye yoğun ilgi göstermeye başladı. Dönemin tanınmış ilim ve bilim adamlarından Biruni, bu bölgeye gitti. Dillerini öğrenip, orada yaygın dinleri araştırdı. Fark ettiği bazı benzerlikler üzere Tasavvuf ve Hint dinlerini karşılaştırdı. Tasavvuf tarihiyle alakalı kitap yazanlar, onun bu eserine farklı yaklaşmışlardır. Tasavvufa karşı olanlar, özellikle onun İslam kaynaklı olmadığını söyleyenler, bu kitabı överken; tasavvuf taraftarları ve ısrarla onu İslami kaynaklara dayandırmak isteyenler ise bu kitabı eleştirmişlerdir.)

Mısır:

Mistik düşüncenin mimarı kabul edilen ‘Hermes Toth’ tur. Ona göre, bizim aklımız Allah’ı tasavvur edemez. O, zaman ve mekândan münezzehtir. Ancak kullarından seçkin olanlara bazı pencereler açar. Onları kemalinden bazı tecellilere mazhar kılar. Onlar, yaşadıkları ve hissettikleri bu duyguları anlatacak kelime bulamazlar. İnsanlar, bu mertebeye uzun ve yorucu bir çile mertebesinden sonra ulaşırlar. Bu ilme vakıf olmak isteyenler, mabedlerdeki din adamlarına başvururlar; bazı imtihan ve çile süreçlerinden geçtikten sonra müridliğe kabul edilirler.

Yunanistan:

Pisagor, Eflatun ve Sokrat’ın öncülüğünü yaptığı akımdır. Pisagor, Mısır mabedlerinden öğrendiği Hermes Toth öğretisini, kendi bölgesinde yaygınlaştırdı. Kurduğu okula öğrenci kabul ederken, önce onları imtihana tabi tutar sonra müridliğe kabul ederdi. Çileli imtihan sürecini tamamlayanlar tasfiye mertebesine geçer ve batıni ilimleri öğrenmeye başlarlardı.

Yahudilik:

Milletler arasında dünya malına en fazla düşkün olan ve ölümden korkanların Yahudiler olduğunu, Kur’an’dan öğreniyoruz. Ancak onların içinden mistik eğilimlere sahip ve insan ruhunu arındıracağını iddia eden bir akım var olmuştur. Kabalizm olarak isimlendirilen Kabalacılar, Musa aleyhisselam ile beraber Allah’ın huzuruna giden 70 seçkin insanı (Bkz. 7/Araf, 155) baz alarak, seçilmişlik ve bu mertebeye ulaşmanın metoduna inanırlar. Bu inancın özü, Tur dağında Musa’nın çektiği sıkıntılara mukabil çile, Allah’ın tecellisine mukabil bazı ilimlerin insana açılması ve ilm-i ledunu elde etmesidir.

Hristiyanlık:

Semavi dinler arasında mistik yönü en fazla olan din, Hristiyanlıktır. Kur’an, onların bu durumunu, dinlerinde bidat olarak çıkardıkları ‘Ruhbanlık’ diye isimlendirir. Osman bin Maz’un radıyallahu anh geceleri ibadet, gündüzleri oruçla geçirmeye başladığında ve evlenmemeye karar verdiğinde, Rasûlullah onun bu yaptığının ruhbanlık olacağını ve İslam’da ruhbanlık olmadığını bildirmiştir.

Hristiyan ruhbanlığına göre; ruhun semayla bitişmesi ve dünyanın süfli ahlaklarından sıyrılması için münzevi bir hayat, sürekli ibadet etmek ve Allah’ı anmak gerektir. Evlilik de dahil dünyaya dair ne varsa bunları terk etmek, sadece Allah’a yönelmek esastır.

Görüldüğü gibi toplumda var olan ahlaki bozulmalar ve dünyevileşme, her çağ ve ortamda bu eğilimlere sahip insanların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Burada asıl mesele; böyle bir eğilimin, vahyin onayını almaması ve insan fıtratına aykırı olmasıdır. Bu ümmetten önce böyle bir eğilim gösteren Hristiyanların bu yaptıklarının, Allah’ın emri olmadığı açıkça belirtilmiştir.

“…(Bir bidat olarak) Türettikleri ruhbanlığı ise, biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah’ın rızasını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.” (57/Hadid, 27)

Bu ümmette de bu tarz eğilimleri olan insanlar olmuştur. Fakat Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bunlara tepki göstermiş ve yaptıklarının, onun sünnetinden yüz çevirmek olduğunu söylemiştir.

“Ey Osman, benim sünnetimden yüz mü çevirdin? Ben ruhbanlıkla emrolunmadım. Benim sünnetim, namaz kılmak ve uyumak, oruç tutup iftar etmek, nikahlanıp boşanmaktır…” (Sünen-i Dârimi, 2215)

Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem nafile ibadetlerini öğrenmek üzere üç kişilik bir grup, Peygamber efendimizin hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine, Efendimizin ibadetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve:

“— Allah’ın Rasûlü nerede, biz neredeyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır, dediler.

İçlerinden biri:

— Ben ömrümün sonuna kadar bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım, dedi.

Bir diğeri:

— Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim, dedi.

Üçüncü kişi de:

— Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim, diye söz verdi.

Bir müddet sonra Peygamber efendimiz, onlarla karşılaştı ve kendilerine şunları söyledi:

— Biraz önce şöyle şöyle diyen sizler misiniz? buyurdu.

Onlar:

— Evet ey Allah’ın elçisi, dediler.

Rasûlullah:

— Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutarım, bazen tutmam. Geceleri hem namaz kılar, hem de uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir.” (Buhari, 5063; Müslim, 1401.)

Yine Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, ruhbanlığın İslam’daki karşılığının çok farklı olduğunu beyan etmiştir.

“…Sana cihadı tavsiye ediyorum, benim ümmetimin ruhbanlığı cihaddır.” (Müsned, 11774)

İslam’ın mistisizmi olan tasavvuf, böyle bir eğilimin ürünüdür. Emeviler dönemiyle başlayan, Abbasilerle zirveye ulaşan lüks ve dünya eğlencesine düşkünlük ve buna bağlı olarak toplumda oluşan yozlaşma, insanları bu tarz şeylere sevk etti. Toplumu ıslah edemediklerini düşünen iyi niyetli insanlar, bozulmamak adına toplumu terk etmeyi çare olarak gördüler. Bu, fetihlerin genişlediği ve farklı kültürlerin İslam’a girdiği bir zamana denk geldi. İslam’ı kabul eden ama İslam öncesi hayatlarını cahiliye olarak görüp ondan uzaklaşamayan bu yeni Müslümanlar, kendi kültürlerini bu arayış içinde olan insanlara sundular. Böylece bir kesimin ahlaki arayış ihtiyacı, bir başka kesimin de kopmak istemedikleri geleneklerini İslam’da yaşatma fırsatını doğurdu. Bununla beraber, kötü niyetle bu dine giren ve İslam’ın saf tevhid anlayışını bozmak isteyen birileri de bu tarz eğilimleri bir fırsat olarak gördü. Yazı dizisinde ara ara değineceğimiz gibi tarihte zındıklıkla meşhur ve İslam mahkemelerinin, zındıklıklarına hükmettiği çoğu sapıklık önderi, tasavvuf kisvesi altında faaliyetlerini icra etti.

•••

Modernizm, son iki asırda insanlığa çok şey vadetti. Ancak vadettikleri yerine gelmediği gibi, insanlığı, dönüşü olmayan bir bunalıma sürükledi. Hız, haz ve hayal tanrılarını; ibadet edilesi putlar olarak icat ettiler. ‘İnsan özgürdür, hayal ettiği her şeyi hızla yapmalı ve kendini nasıl mutlu hissediyorsa öyle yaşamalıdır’ dediler. Dinlerin insana pranga vurduğu, özgürlüğünü elinden aldığı fikrini inceden inceye, nesillere aşıladılar. ‘Mutlak doğru yani ‘hak’, dinlerin savunduğu şeyler değil, bilimin ve deneyin ispat ettiğidir’ dediler. Böylece insanlık, bu yeni keşfedilen dünya düzeninde daha mutlu olacak ve asırlardır dinlerin ahiret mutluluğu vaadiyle insanların elinden aldığı dünya mutluluğu, yeniden elde edilecekti.

Özellikle son yüzyılda kulağa hoş gelen bu vaadlerin, insanlığa felaketten başka bir şey getirmediği, insanların bırakın mutlu olmayı, yaşamaya dahi tahammüllerinin kalmadığı, yaşayanların da bunalım ve psikolojik rahatsızlıkların pençesinde boğulduğunu müşahede ettik.

Tarihte hiç görülmemiş ahlaki yozlaşmaya, insanlık şahit oldu. Geçmişte olduğu gibi bu durum, insanların arayış içine girmesini sağladı. Kaybolan ve insan için zaruri ihtiyaçlardan olan tapınma, kulluk ve ahlak ilkeleri; insanlara bunları vadeden mistik akımlara yönelişi arttırdı. Uzakdoğu ahlak felsefeleri, Yunan ahlak öğretileri, Buda öğretileri, Yoga ve tasavvufa eğilimlerde artış gözlendi.

Modern dünyanın bataklığında debelenen bağımlı insanların, çareyi Adıyaman/Menzil gibi yerlerde araması; saf İslam anlatıldığında şiddetle karşı çıkıp, tasavvufu sahiplenmeleri de böyledir. Çünkü tasavvufa olan bu teveccüh, din arayışından değildir. Aynı teveccüh, Batı’da da vardır. Bu teveccüh, yitirilen bazı ahlaki değerleri elde etme isteğidir. Fıtrata uygun, kolaylık dini olan İslam’ın öğretileri, bu arayış içinde olanları kesmemekte, onlara yeterli görünmemektedir. Onlar, içinde bulundukları kötü durumdan ancak mucizeyle, gizemli birtakım şifrelerle kurtulacaklarına, direkt Allah’la irtibat hâlinde olan zatların(!), onları kurtaracaklarına ve onları cennete ulaştıracaklarına inanmaktadırlar.

Var olan bu eğilim ve mistisizme olan teveccüh; tasavvufu incelemeyi, onun esas ve ilkelerini Kur’an ve Sünnet’e arz etmeyi zorunlu kılmaktadır.

Tasavvuf Kelimesinin Kökenine Dair

İslam; mistisizm anlayışının, tasavvuf olarak isimlendirildiğini anlattık. Tasavvuf erbabının tasavvuf tariflerini incelediğimizde; diğer mistik akımlarla neredeyse aynı şeyleri savunduğu ve bu yolla insanlara aynı şeyleri vadettiğini göreceğiz. Kur’an ve Sünnet terminolojisinde bulunmayan ‘tasavvuf’ kelimesi nedir ve nereden gelmiştir? Neden bu akımın sahipleri kendileri için bu ismi tercih etmişlerdir?

Başlangıç olarak belirtmeliyiz ki; kelimenin kökeni ve mutasavvıfların niçin bu ismi aldığı tam bir keşmekeştir. Mutasavvıflar dahi bu konuda hemfikir değildirler. Kelime hakkında farklı görüşleri şöyle sıralayabiliriz:

1. Bu, ‘safa’dan gelmektedir. Türkçede safiyet olarak kullandığımız; temizlik, arılık, duruluk gibi anlamlara gelir.

‘Sofilerin Allah’la muameleleri, temiz/safi/duru olduğundan böyle isimlendirildiler. Kelimenin aslı ‘Safevi’ idi. Dile ağır gelince ‘Sufi’ diye kullanıldı.’ (Kelabizi, Et-Taarruf li Mezhebi Ehli Tasavvuf’, 1/21.

Kitabın sahibi olan Ebu Bekr Muhammed bin İshak bin Yakub El-Kelabizi El-Buhari, en eski mutasavvıflardandır. 380 yılında vefat eden yazar, ilk nesil mutasavvıflara en yakın olan kişidir. Yine mutasavvıfların büyüklerinden Ebu’l Abbas Ahmed bin Zerruk, ‘Kavaidu’l Tasavvuf’ kitabında bu görüşü tercih eder. Ebu Nuaym El-Esbahani de ‘Hilyetu’l Evliya ve Tabakatu’l Asfiya’ da bu görüşü seçer.)

2. Bu, ‘suf/yün’ kelimesinden gelmiştir. Bir zühd ve dünyaya değer vermeme alameti olarak, sufiler yün elbise giyerlerdi.

Kimisi de: ‘Rüzgârın karşısında yün neyse, Allah’ın iradesine teslim olma yönünden de sufi öyledir. Teslimiyet ve rızasını ifade etmek için böyle kullanılmıştır’ demektedir.(Genelde araştırmacılar, dil yönünden ve hâlllerini ifade etme yönünden bu görüşü seçmişlerdir. Bkz. Mecmu Fetava, 10/368 ve sonrası.)

3. ‘Beni Sufe’ye nisbetle böyle söylenmiştir. Bunlar, Kâbe’nin yakınında bulunan, hacılara Allah için hizmet eden, ahlaki değerlere önem veren bir kabileydi. Sofiler hizmet ve zühdlerinde bunlara benzediğinden böyle isimlendirildiler.(Mecmu Fetava, 10/368 ve sonrası.

Tasavvufa yönelik eleştiriler çoğaldığında hususen de tasavvufun İslam menşe’li olmadığı görüşü dillendirildiğinde bazı mutasavvıflar bu görüşe yapışmışlardır. Böylece Allah Rasûlü’nün ashabından kendilerine dayanak bulmuş ve kendilerini İslam’ın ilk yıllarına nispet etmişlerdir. Bu görüşle alakalı İbni Teymiye ve İbnu’l Cevzi’nin rahimehumullah eleştirileri olmuştur. Ashab-ı Suffa’nın mescidde yaşaması ve sahabelerin infaklarıyla yaşamaları, bir tercih değil, zarurettir. Bundan dolayı İslam’ın hizmetkârları olmuş, ilmi yayma, davetçilik ve cihad sahalarında en önde olmuşlardır. Müslümanlar fetihlerle beraber zengin olduklarında, bu zorunlu müessese ortadan kalkmıştır. Mutasavvıflar ise ömür boyu bu hâle devam etmektedirler. Bu durumda İslam’a ve Müslümanlara hizmet etmek bir yana, kendi nefisleriyle meşgul olurlar. Bkz. Telbisu’l İblis, 1/146.)

4. Başın ense tarafına nispetle bu isim verilmiştir. ‘Sufeti’l kafa’ Arapça’da ense köküne ıtlak edilir. Kafanın en yumuşak kısmı burasıdır. Sufiler de gerek güzel ahlakları, gerekse de yumuşak tabiatlı ve muamelesi kolay insanlar olduğundan böyle denmiştir.

5. Sıfat kelimesinden türemiştir. Mutasavvıflar, dinen ve örfen sevilen ve övülen sıfatlarla sıfatlandıklarından onlara böyle denmiştir.

6. Suffa ashabına nispeten böyle denir. Çünkü Nebi’nin mescidinde misafir olarak kalan Suffa ashabı, yaşantı olarak tasavvuf ehlinin örneğidir. Dünyadan el çekme, şer’i ilimlerle uğraşma ve İslam’a hizmet etme yönünden sofiler, onlara benzemektedir.( 4, 5 ve 6. görüşler için; Bkz. Kavaidu’l Tasavvuf, s. 326.)

7. ‘Birinci saf’ anlamında bu isim kullanılmıştır. Cemaat namazlarında amelde öncü olanlar ilk safta yer alırlar. Sufiler de ibadetler konusunda hassasiyetleri nedeniyle bunlara benzetilmiştir.

8. Yunanca ‘sophia’ kelimesinden türemiştir. Yunan filozofları, bu kelimeyi, düşünce ve amelde olgunluk ve kemali ifade eden ‘hikmet’ için kullanmışlardır.(Mutasavvıflar, bu görüşe karşı çıkarlar. ‘Sufi ismi ilk kullanıldığında henüz Yunan felsefe kitapları Arapça’ya tercüme edilmemiş ve Müslüman bilginler bu kavramlarla tanışmamıştır’ derler.)

Görüldüğü gibi mutasavvıflar dahi isimlerinin kaynağı hususunda ihtilaf içerisindedirler. Bu durum, tasavvuf kelimesinin İslami bir kavram olmamasından kaynaklanmaktadır. Elbette şunu inkâr etmiyoruz: ‘Istılahlarda çekişme olmaz.’ Yani bir topluluğun bir kavrama özel bir anlam yükleyip onu kendi terminolojilerinde kullanmasında bir beis yoktur. Ancak bunun için iki kayıt zikretmek zaruridir:

Birincisi; kavramın içerdiği anlam itibariyle veya kullanım alanında İslam’ın öğretileriyle ters düşmemesi gerekir. Örneğin; ‘Muhacir ve Ensar’ sahabenin kendileri için seçtikleri ve belli bir zümreye delalet eden bir kelimeydi. Allah ve Rasûlü, bu kavramı reddetmedikleri gibi, bu kavramı Kur’an ve Sünnet’te kullanarak meşruiyetini kabul etmişlerdir. Ancak bazı sahabeler, bu meşru kavramları İslam’ın yasakladığı asabiyet/ırkçılık için kullanınca, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem buna itiraz etmiştir. Bir tartışma esnasında, sahabeden biri: ‘Ey Ensar topluluğu!’ diye bağırınca bir diğeri: ‘Ey Muhacir topluluğu!’ diye bağırmıştır. Bu kavramlar, bir ırkı yüceltmek ve diğer kavimleri aşağılamak için kullanılmasa da, İslam’ın yasakladığı kardeş kavgasına aracı olarak kullanılmıştır. Bu durum karşısında Allah Rasûlü’nün tepkisi şöyle olmuştur:

“Ben aranızdayken cahiliye davası mı güdüyorsunuz? Bırakın onu; o, pisliktir.” (Müsned, 15223)

İbni Kayyım rahimehullah bu durumu şöyle ifade eder:

“Bir zarar doğurmadığı müddetçe ıstılahlarda çekişme olmaz.” (Medaricu’s Salikin, 3/306)

İkinci kayıtsa; Kaidenin İslam’a muhalif bir anlamı, lafız itibarıyla içermemesidir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, zahiri İslam’a muhalif özel isimleri dahi değiştirmiş, daha güzel isimler koymuştur.

Allah Rasûlü, ismi ‘Asiye/isyan eden’ olan bir bayanın ismini‘Bilakis sen Cemile’sin’ diyerek değiştirmiştir. (Müslim, 2139)

Sahabeden Ebi Useyd, çocuğunu Peygambere getirdi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ismini sordu, aldığı cevaptan memnun olmayınca: ‘Onu ‘Münzir’ olarak değiştir’ diye emir buyurdu. (Buhari, 6191; Müslim, 2149.)

Zeyneb annemizin ismi ‘El-Berr’ idi. ‘İyilik’ anlamına gelen bu isim, İslam’ın nefisleri temize çıkarma ilkesiyle uyuşmadığından Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, bu ismi ‘Zeyneb’ olarak değiştirdi.(Buhari, 6192; Müslim, 2142.)

Tasavvuf terimi de, zikrettiğimiz bu kaideye dahildir. Bir kavmin, bunu ıstılah olarak alıp kendilerine ve meşreplerine kullanmalarında bir beis yoktur. Ancak mesele, bununla ne kastettikleri ve bu kavram altında neler yaptıklarıdır. Yazı serimizin ilerleyen sayfalarında görülecektir ki; bu kavramla kast edilen ve altında icra edilen fikrî ve amelî çalışmalar, İslam’dan çok uzaktır.

Tasavvuf Erbabının ‘Tasavvuf’ Tanımları ve Aldatma:

Tasavvuf kelimesinin kökünde ihtilaf ettikleri gibi, bu kavramı tanımlarken de ihtilaf etmiştir, tasavvufçular. Onların büyük imamlarından Es-Sühreverdi, şöyle ifade eder durumu:

‘Şeyhlerin, tasavvufun mahiyeti hakkında sözleri/tarifleri bin sözden fazladır.’ (Avarifu’l Mearif, s. 57.)

‘Risaletu’l Kuşeyriye’ sahibi Abdulkerim bin Havzan Abdulmelik El-Kuşeyri’nin kitabından bazı tanımları aktaralım (Kitabında ‘Tasavvuf babı’ isimli bir bölüm açar ve elliden fazla tarif zikreder. Bkz. 2/243 ve sonrası.):

‘Cüneyd’e tasavvuftan soruldu:

‘Allah’ın seni senden öldürmesi ve kendinde diriltmesidir’ dedi. (Yani nefsini görmeyecek şekilde ondan vazgeçmen, sadece Allah’ı görmendir.)

Muhammed bin Ali El-Kassab:

‘Tasavvuf, güzel ahlakın güzel insanlarda ve güzel bir toplumda açığa çıkmasıdır’ dedi.

Maruf El-Kerhi:

‘Tasavvuf, hakka yapışmak ve insanların ellerinde olanlardan ümitsiz olmaktır’ der.

Harraz:

‘Yer gibi olmaktır. Yere her türlü pislik atılır, ancak ondan sadece güzel olan şeyler çıkar’ der.

Sehl bin Abdullah:

‘Sofi, kanını heder olmuş, malını da mübah görendir’ der.( Yani nefisinden ve malından vazgeçmiş olandır.)

Ruveym:

‘Nefsi, Allah’ın iradesine bırakmaktır’ der…’

Tasavvuf erbabı, tasavvufu tanımlarken çok güzel ifadeler kullanmış, nefis tezkiyesi ve ahlakı önemseyen her iyi niyetli insanın dikkatini çekmişlerdir. Zikredilen tanımların çoğu; Allah’a teslimiyet, dünyadan ve nefisten yüz çevirme, adanmışlık, sürekli ibadet ve güzel ahlaktan bahseder.

Ancak tasavvuf, bu değildir. Bu, bize anlattıklarıdır. Çünkü onların dini, iki kısımdır. Kendi aralarında konuştukları ve dış dünyaya anlattıkları… Bu da onları güvensiz kılmakta ve söylediklerine temkinle yaklaşmayı gerektirmektedir. Şimdi, onların bizlere nasıl baktıklarını onlardan dinleyelim:

Cüneyd-i Bağdadi, Eş-Şibli’ye dedi ki:

‘Biz bu ilmi muhkemleştirdik sonra da onu sirdablara/mağaralara gizledik. Sen ise geldin onu insanlara anlatıyorsun!’

Şibli dedi ki:

‘Konuşan ben, duyan benim. Bu âlemde benden başkası mı vardır?’ (Et-Taarruf li Mezhebi Ehli Tasavvuf, 1/145-146.

Bu sözdeki küfürden Allah’a sığınırız. Konuşan da aynı dinleyen de… Âlemde ondan başkası yokmuş! Diğeri de açıkça Allah’ın ayetlerini tahrif edip, Allah’ın hakkında delil indirmediği manalara yormakta, böylece batıl dinini Kur’an’a dayandırmaktadır.)

El-Kelabizi, bir başkasından şunları aktarır:

‘ ‘Eğer o Rasûl, bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik’ ayetlerinden kastedilen şudur: Rasûl, vecd hâlinde hissettiklerini rüsum ehline/şeriata tabi olanlara anlatsaydı böyle olurdu. Bu duruma Allah’ın şu sözü delalet eder: ‘Allah, sana indirileni insanlara ulaştır, sana kendimizi tanıttığımızı ulaştır demez.’ ‘

Gazali, Cüneyd’den şu cümleleri aktarır:

‘Ünsiyet ehli; dua, münacat ve halvetlerinde öyle sözler söylerler ki avamdan biri işitse onu küfür zanneder.’ (İhya Ulumu’d Din, 4/341)

Yine Gazali, Sehl bin Abdullah Et-Tüsteri’den aktarır:

‘Âlimin üç ilmi vardır: Herkese anlattığı zahir ilimler, sadece ehline anlattığı batın ilimler, sadece onunla Allah arasında olan ve kimseye anlatamadığı özel ilim.’

Yine bazıları dedi ki:

‘Rububiyetin sırrını ifşa etmek, küfürdür.’

Bazısı da:

‘Rububiyetin sırrı vardır. İfşa edilirse Nübüvvet iptal olur. Nübüvvetin sırrı vardır. İfşa edilirse ilim iptal olur. Allah’ı tanıyan âlimlerin sırrı vardır. İfşa edilirse hükümler iptal olur.’ (A.g.e, 1/100.

Gazali bu sözler üzerine bazı yorumlar yapmıştır. Ancak, biz zahir ehlini ikna için midir, yoksa inandıklarını mı yazmıştır Allahualem.)

Yine Cüneyd dedi ki:

‘Kişiye, sadıklardan yetmiş kişi zındıklıkla şahitlik etmeden sadıklardan olmaz. Onlar, onun zahirine hükmederler. Çünkü sadık, zahirin hükmünü zahire, batının hükmünü batına göre veren, iki hâli birbirine karıştırmayandır. Onlar zahirine zındıklıkla hükmetseler de batınında sadıklardan olduğunu bilirler. Çünkü onlar, bu hâli kendi nefislerinde yaşarlar.’

İbni Arabi ise şöyle der:

‘…İlmin ve keşfin bu kısmı, insanların çoğundan gizlenmelidir. Çünkü anlaşılması zor ve insanların onda telef olması yakındır… Bundan dolayı, Hasan-ı Basri bu konuları konuşacağında Ferkad El-Subhi ve Malik bin Dinar gibileri çağırır onlara anlatırdı. Kapısını diğer insanlara kapatırdı. Şayet gizlemek vacip olmasaydı böyle yapmazdı.’ (El-Keşf an Hakikat Sufiye, s. 54)

Yine Şarani şöyle der:

‘Bundan dolayı Nebi, ashabına hakikati öğretmek istediğinde kapıları kapattırır ve: ‘Aranızda yabancı var mı?’ diye sorardı. Göstermiş oldu ki şeriat yolu açık olsa da kavmin yolu, gizlilik üzere kuruludur. Bundan dolayı bu yolun ehli, onları anlamalarından emin olunmayan insanlara anlatmamalıdır. Ta ki inkâr edip nefret etmesinler.’ (A.g.e, s. 68)

Hâl böyle olunca, tasavvuf ehline güvenmek mümkün değildir. Çünkü bize tasavvuf diye anlattıklarıyla, kendi aralarında konuştukları şeyler aynı değildir. Bir kavim düşünün ki, inandıklarının İslam olmadığını, şeriatın bu inancı zındıklık kabul edip onların ölümüne fetva vereceğini biliyor ve ikrar ediyor; İslam şeriatının mürtedlik olarak kabul ettiği şeyinse sırların sırrı, keşiflerin sonucu ve yüce makamların eseri olduğuna inanıyor…

Allah’ın şeriatı semadan indiyse bunların yaşadıklarının kaynağı nedir acaba? Öyle ya, Kur’an kendisinin hak olduğunu ispatlarken özellikle bir noktaya vurgu yapıyor.

“O Kur’an’ı düşünmezler mi? Şayet Allah’tan başkasının yanından gelmiş olsa, onda ihtilaflar/çelişkiler bulurlardı.” (4/Nisa, 82)

Bu hâliyle, tasavvuf ve şeriat çelişkilidir. Birbirine zıttır ve bu zıtlık da iman-küfür seviyesindedir. İkisi de Allah’tansa bu, çelişki olup, bu dinin batıl olmasını gerektirmez mi? Allah’a sığınırız, bu kavmin safsatalarından. Bu yalanlarını meşrulaştırmak için, Nebi’ye iftira etmekten geri durmuyor ve onun da ashabına bazı sırları gizli verdiğini iddia edebiliyorlar. Gerçi Allah’a iftira edip dini; şeriat ve batın ilimleri diye ayıranların Nebi’ye iftira etmesi, gayet doğaldır.

Allah, Peygamberine şöyle demiyor mu:

“Ey Nebi, Rabbinden sana indirileni insanlara ulaştır. Şayet bunu yapmazsan risalet vazifesini yerine getirmiş olmazsın.”

Eğer tasavvufçuların gizlediği şeyler, Nebi’ye indirilenler arasında olsa; Nebi’nin onu insanlara açıklaması gerekirdi. Açıklamadığına göre, Nebi’ye böyle şeyler indirilmemiştir. Bu noktada Aişe radıyallahu anha annemizin şu rivayetini hatırlatmakta fayda vardır:

“Her kim: ‘Rasûlullah, Allah’ın kitabından bir şey gizledi’ derse Allah’ın Rasûlüne büyük iftira atmış olur. Hâlbuki Allah: ‘Ey Rasûl! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et. Şayet bunu yapmazsan, Allah’ın risaletini tebliğ etmiş olmazsın’ buyurmaktadır.” (Müslim, 177)

Tasavvufun Menşei

Tasavvufu yakından inceleyenler, onun menşei konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Tasavvuf kaynağı, usul ve metotları, uygulama ve esaslarıyla İslami midir, yoksa başka kültürlerden etkilenmiş midir? Özellikle İslam’a aykırı uygulamaları ve diğer batıl din ve felsefelerdeki mistisizmle olan benzerliği nedeniyle, bu konu tartışılmıştır. Bu konuda var olan farklı görüşlere baktığımızda şunu görürüz:

Bir sonraki yazı dizimizde bu konuyu anlatmaya çalışacağız…

Sözün sonu; ‘Âlemlerin Rabbine hamd olsun.’

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver