Sınırlandırılmış Savaşlar ve Sınırları Yıkan Saldırılar

Son haftalarda Mescid-i Aksâ havalisinde yaşanan savaşın “İsrâîl-Hamas Savaşı” şeklinde daraltılarak nitelendirilmesi doğru değildir. Yeryüzünün en şerir ve mel’un kavmi olan Yahudilerin azgın saldırganlığı ve katliamcılığı karşısında Filistinlilerin, yüksek savaş teknolojisine oranla ilkel denebilecek araçlarla öz savunma yapmaya çalışıp direnmeleri uluslararası medya organları tarafından tüm dünyaya “İsrâîl-Hamas Savaşı” olarak servis edilmektedir. Böylelikle yeryüzünün sadece gördüğüne inanan/kayıt dışı materyalist toplumları izledikleri görüntüler eşliğinde bu savaşın iki hasım grup arasında ve belirli bir toprak parçası üzerindeki bir anlaşmazlıktan kaynaklandığı ve her iki tarafın da haklı oldukları yönlerin olduğu gibi hususlarla meşgul edilmek istenmektedir.

Tıpkı bundan otuz yıl önce Somali’nin başkenti Mogadişu’da 1993 yılı Ekim ayında yaşanan savaşın yeryüzündeki milyarlarca insana ABD ve müttefikleriyle bazı “terör” örgütleri arasında, yani iyiler(!) (ABD ve marabaları) ile kötüler(!) (Somali’deki yerli ve dindar unsurlar) arasında yaşanan bir “Barış Gücü Operasyonu” olarak “yutturulması” gibi…

1991-2002 yılları arasında Cezayir’de yaşanan iç savaşta herkes asıl meselenin Fransız destekli baskıcı rejim ile o dönem Cezayir’de etkin olan FIS (İslami Selamet Cephesi) ve ilerleyen süreçte GIA (Silahlı İslami Grup) arasındaki sıradan bir iktidar anlaşmazlığından ibaret olduğunu zannetmekteydi. Cezayir’de yaşanan iç savaş da Cezayir sınırlarında kalmalı ve başka kimsenin ilgilenmesine fırsat verilmemeliydi. İlgilenmekten menolunan “ümmet” bakiyesinin gözleri önünde Fransızlar iş birlikçileriyle birlikte yüz binlerce Cezayirlinin kanına giriyor köylerinin, beldelerinin ocaklarını söndürüyordu.

2000’li yılların ortalarından itibaren Irak’ta yaşanan kaos ve kargaşada sorunun mezhepler arasındaki anlaşmazlık ve çatışmalar olduğu yönünde propagandalar yayıldı. Rafızîler, kadim müttefikleri olan Haçlılarla beraber Irak’ta anarşi ve katliamları yaşamın rutini hâline getirmişlerdi. Ülkeyi kasıp kavuran bu necis iş birliğiyle ilgili hakikatleri göremez ve okuyamazdınız medya organlarında. Zira uluslararası siyonizm güdümündeki medya organlarının “Irak’ta yaşananlar sadece Iraklıları ilgilendirir!” propagandası oldukça etkiliydi. Bu yaygaralara kanan dünya, Irak’taki tarif edilemez vahşet karşısında kör, sağır ve dilsiz kalmıştı.

Ocak 2011’de Suriye’de vampir Nusayrî rejimine karşı başlayan gösteriler ve sonrasında ancak İsrâîl’in yapabileceği varsayılan katliamların sadece Nusayrî rejimi ile oradaki halk arasında cereyan eden bir sorun olduğu propagandası yapıldı yıllarca. Bu propagandanın yapılmasının yegane nedeni Suriye dışında yaşayan ve kendilerini İslam’a nispet eden kitlelere, “Sizin Suriye’de yaşananlarla ilginiz yok!” mesajı verilmesiydi. Günümüz Suriye tağutunun tağut babası da 1982 yılında Hama’da İran’ın o dönemki Rafızî liderliğinin desteğiyle on binlerce mazlumu katlettiğinde yine aynı mesajla “tedavi” edilmişti “ümmet-i mevta!”.

Temmuz 2013’te Mısır’da yapılan darbenin sebebi olarak ülkede seçimle işbaşına gelen İhvan hükûmeti ile seçimle de olsa iktidarı kaybeden laik siyaset, ordu ve sermaye çevreleri arasındaki husumetten kaynaklanmış olabileceğiyle ilgilendi herkes yıllarca.[1] Meselenin aslında ne olduğuna dair insanların çoğunun net bir fikri yoktu. Çünkü bugün mazlumların üzerine binlerce ton bomba yağdıran siyonistlerin doğrudan veya dolaylı kontrolünde veya etkisinde olan küresel ve yerli siyonist medya organları zihinlere terabayt terabayt algı bombaları yağdırıyordu. Karışan ve karıştıran onlarken İslam coğrafyasında yaşayan halklar başta olmak üzere dünyanın geri kalan kısmına, “Bu meseleler sizi ilgilendirmez!” denilerek gardı düşürüldü.

2011 yılında Libya’da patlak veren iç savaş… Libya’da hükûmet karşıtı protesto gösterileriyle başlayıp sonrasında gerçek anlamıyla bir iç savaşa dönüşmüş olan olayların da Libyalılar dışında kimseyi ilgilendirmediğine inandırılmak istendi milyarlarca insan.

Aynı dönemde Tunus’taki olayların da Tunus halkı ile yönetimin kendi aralarındaki birtakım anlaşmazlık ve ihtilaflar olduğuna ikna edilmeye çalışıldı kitleler. Bu meselelerin başkalarını ilgilendirmediği yönünde telkinlerde bulunuldu.

2016 yılında Rafızî ve Kürt güçlerinin kara gücü olarak kullanıldığı operasyonlar öncesinde ABD öncülüğündeki Haçlı ordularının savaş uçaklarıyla yaptığı halı bombardımanlarıyla içinde yaşayan on binlerce sivilin üzerine ölüm yağdırarak katliama tabi tutup Musul’u yerle yeksan ettiklerinde de kimseden ses çıkmamıştı. Zira daha öncesinden zihinler ve kalpler uluslararası medya ve yereldeki iş birlikçilerinin yoğun dezenformasyonuyla “Bu işten bize ne!” moduna alınmıştı.

Beldeler bize uzak olsa da hiçbiri bize ırak değildi, olamazdı da. İslâm coğrafyasında yapay sınırlara hapsedilen her bir topluluk bu türden telkinler ve propagandalarla sınırlarının ötesindeki olaylar ve gelişmeler karşısında ortak duyarlılıkla refleks geliştirme yeteneğini büyük ölçüde kaybederek yerinden kımıldayamaz hâle getirilmiş ve âdeta felç olmuştu.

7 Ekim’de fitili ateşlenen Gazze Savaşı, siyonizm ve Yahudi olsun olmasın dünya üzerindeki tüm siyonistler için de inanç ve ölüm kalım savaşıdır.

Bu savaşta kendisini İslam’a nispet eden halklar Filistinlilerin safında yer alırken sermaye gruplarıyla, diplomasisiyle ve ordularıyla hemen hemen tüm Batılı ülkelerin yöneticileri tağuta kulluk eden, Allah’ın gazab edip lanetlediği ve maymunlarla domuzların[2] soyundan gelen siyonist Yahudilerle aynı safta yer aldılar.

İsrâîloğulları İçin Barış Süreci Değil, Tih Süreci!

Aslen Yahudi olan veya olmayan siyonist yönetimlerin tahakkümündeki ülkelerin liderleri Felluce ve Musul trajedisinin tekerrürü olan ve çok güçlü olmasa da lehte yapılabilen yayınlar vesilesiyle özellikle Batılı halkların zihinsel bariyerlerini yıkan Gazze Savaşı’nın hakikatini görmüşler ve yüzleştikleri bu gerçeğe göre strateji belirleyip hamlelerini gerçekleştirmektelerdir.

Bugün küresel ölçekte gücü elinde bulunduranların yetkili ve etkili olduğu Birleşmiş Milletler adındaki paravan bir örgüt şu ânda tamamen mefluç durumda. Eğer BM adında uluslararası bir örgüt mevcut olmazsa dahi İslam coğrafyasına çökmüş olan tağutlar BM Güvenlik Konseyi’ni aratmayacak şekilde siyonizmin Filistin’deki vahşetine sessiz kalır ve mutad olduğu üzere “Taraf”ları itidale davet ederlerdi.

Mısır’da binlerce insanın kanını heder eden Sisi tağutunu birkaç yıl içinde iade-i itibarla onore edenler, Suriye’de yüz binlerce mazlumu toplu kıyımdan geçiren ve sağ kalanları da yurtlarından tehcir ettiren Nusayrî Beşşar Esed tağutunu -piyonlar topluluğu da olsa- Arap Birliği’ne yeniden dâhil ederek kendi iktidarları pek meşruymuş gibi onun da meşruiyetini(!) teyit edenler, Irak’ta bırakın İslami kaideleri, insanlığın asgari değerlerinden dahi mahrum olan İran destekli vahşi Rafızî çetelerin elebaşlarını yönetim kademelerine alan siyonizm marabası hain iş birlikçi yöneticilerin bugün Mescid-i Aksâ için hiçbir şey yapabilecek iradeleri yoktur. Bundan daha açık olan ise böyle bir şeye niyetlerinin de hiç olmadığıdır.

Meydanlara davet edilip slogan attırılarak zarar potansiyeli barındıran negatif enerjiden duygusal coşkunlukları dinginleştirilerek dalgalar deryalar hâlinde evlerine muzaffer mücahidler olarak gönderilen “ahmariyye siyaseti”nin nesneleri hâline getirilmiş kitleler de tağut yöneticilerin böylesi görkemli protesto gösterilerine izin verip ve hatta katılımda bulunmalarından ötürü tefâhür hâlinde bir sonraki protesto ve slogan “cihad”ının yer ve tarihini gözlemeye koyulurlar.

Kavramsallaştırmalar ve isimlendirmeler her ne olursa olsun asıl dikkat edilmesi gereken etiketlerin ve maskelerin perdelediği gizli amaçlar ve hedeflerdir. Esasen müminler için geçerli olan itikadın izharı kaidesini günümüzde en açık ve yaygın biçimde uygulayanların İslam dışı ve İslam düşmanı örgütler ve devletler olduğunu görüyoruz.

Uluslararası siyonizmin dünya siyaseti ve sermayesi üzerinde oldukça etkili olduğu malumdur. Bu güç odaklarının yetmiş beş yıldır ilk ve en önemli hedefi İsrâîl’i tüm Yahudiler için güvenli bir alan hâline getirmek olmuştur. Yeryüzündeki tüm siyonistler, işgal edilmiş topraklara yönelik icra edilen 7 Ekim saldırılarıyla İsrâîl’in aslında Yahudiler için hiç de güvenli olmadığını ve bundan sonra da asla olamayacağı hakikatiyle yüzleşmişlerdir.

7 Ekim saldırıları sonrası İsrâîl’in Filistin’e yönelik katliamlarının başlamasından sonra dünyadaki tüm siyonistlerin kimliklerini izhar ederek destek ve dayanışma amacıyla İsrâîl’e koşmaları da ayrıca ibret vericidir. Kim için? Mazlum ve mustazaf halkları karşısında vampirleşirken kendi cinsinden İsrâîl veya onun en önemli destekçisi olan ABD ve AB ile müttefiklik ilişkilerinden dolayı ortada simetrik bir savaş varmış gibi “Taraf”ları itidale ve sükûnete davet eden tuğyan rejimleri için…

Dünya eski dünya değil. Uluslararası medya kartellerinin boğucu dezenformasyonu artık aklı başında ve vicdanlı insanlar üzerinde etki etmemektedir. Yukarıda verdiğimiz örneklerde olduğu gibi herhangi bir İslam beldesindeki savaş sadece oranın halkını ilgilendiren bir savaş değildir. Filistin’de yaşanan soykırım, katliam ve vahşet de sadece Filistinlileri veya Arapları ilgilendiren bir konu değildir. Nasıl ki sadece işgal edilmiş topraklarda yaşayan Yahudileri ilgilendiren bir savaş değilse aynı şekilde Filistinlilerle veya Araplarla sınırlı tutulabilecek bir mesele olmaktan da çoktan çıkmıştır.

Müslim ve insan olarak bu trajedi karşısında imkânlar ölçüsünde yapılabilecek her ne varsa yapmaktan geri durulmamalıdır. İslam’ın bize yüklediği görev ve sorumluluk budur. İnsanlık âleminin selameti için siyonist Yahudilerin yeni bir Tih süreciyle yüzleşmeleri kaçınılmazdır. Siyonist Yahudiler için müstehak olan aşağılık karakterlerine mütenasiben karanlığın, çaresizliğin, yenilginin, umutsuzluğun ve korkunun sembolü olan Tih’e sürülmeleridir. İnsanlık âlemi, İslam coğrafyası ve özellikle de Mescid-i Aksâ havalisi on yıllardır siyonizmden o kadar çok çekmiştir ki tüm şenaat ve denâetkârlıklarına rağmen İsrâîloğullarından vampirleşmeyip insan kalabilenleri arar olmuştur.


[1]. Demokratik seçimlerin yapıldığı İslam beldelerinde oralarda yaşayan halklara müspet hiçbir katkısının olmadığı on yıllardır bilmüşahade tecrübe edilmesine rağmen birilerinin hâlen aynı metod üzere ısrar ediyor olması ayrıca incelenmesi gereken bir konudur.

[2]. “De ki: ‘Size Allah katındaki cezası bundan daha kötü olan bir şeyi haber vereyim mi? Allah’ın lanet ettiği, ona karşı öfkelendiği, aralarından maymunlar ve domuzlar kıldığı ve tağuta kul eyledikleridir. Bunlar, (Allah katında) yerleri daha kötü ve dosdoğru yoldan sapmış olanlardır.’ ” (5/Mâide, 60)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver