Samimiyeti Ayet Olan Sahabi: Abdullah İbni Muğaffel

Ebû Saîd Abdullah ibni Muğaffel ibni Abdi Nuhm ibni Afîf ibni Eshem ibni Rabîa ibni Adiy ibni Sa’lebe ibni Zueyb ibni Sa’d ibni Adiy ibni Osmân ibni Muzeyne

Bir önceki yazımızda Abdullah ibni Muğaffel’in hayatına başlamış, kendisi hakkında bazı bilgiler paylaşmıştık. Hudeybiye’de Allah Resûlü’nün (sav) yanı başında yer alıp Rıdvan Biati’ne katılarak o büyük müjdeye nail olmasından bahsetmiştik. Daha sonra Tebuk Savaşı’na katılma isteği konusundaki samimiyetinin ayetlere konu olmasını anlatmıştık. Bu yazımızda ise mücadele dolu ömrünün kalan kısmını öğrenmeye devam edecek ve hayatından hayatımıza fedakârlığımızı artıracak ibretler kazanmaya çalışacağız.

Tuster Şehrinin Fethinde

Sahabenin Allah Resûlü’nün (sav) verdiği haberin gerçekleşeceğine dair kuşkusuz bir imanı vardı. Hani o (sav) şöyle buyurmuştu: “Allahu Ekber! Bana İran’ın anahtarları verildi. Vallahi ben şu yerimden sanki Medain’i ve beyaz saraylarını görüyorum…”[1]

Onlar, bir ömür at sırtında, gerçekleşmesinde kuşku olmayan bu haberin vuku bulacağı yer ve zamana doğru koştular. Tâ ki Ömer’in (ra) döneminde bu müjdeye ulaştılar. Bu büyük fetihlere müminlerin emîri Ömer (ra) zamanında muvaffak olacaklardı. İşte o zaman İslam toprakları öyle genişlemişti ki artık Müslimler Rumların sınırlarına dayandığı gibi Farsların da sınırlarına dayanmışlardı.

Hicret’in 17. senesinde, bu durumu gören Farslar son bir çırpınış olarak Müslimlere karşı büyük bir ordu hazırladılar ve Basra’ya doğru yürüdüler. Haberi alan Ömer (ra) onların karşısına birçok büyük sahabinin de aralarında bulunduğu bir ordu gönderdi. Ramhürmüz’de Farsları acı bir yenilgiye uğrattılar. Farsların lideri Hürmüzân, Tuster’e kaçıp sığınmak zorunda kaldı. Müslimler peşlerini bırakmadılar. Kufe’den ve başka yerlerden gelen ordularla birlikte orayı kuşatma altına aldılar. Fakat bir türlü fetih gerçekleşmiyordu. Kuşatma aylarca sürdü ve iki taraftan yüzlerce kişi öldü.

Müslimler duası makbul olan Berâ ibni Mâlik’i (ra) çağırıp yemin ederek dua etmesini istediler. Berâ ibni Mâlik, “Allah’ım, onları karşımızda bozguna uğrat ve beni şehit düşür.” diye dua etti. Akabinde dört bir yandan üzerlerine hücum ettiler. Allah (cc) Berâ’nın (ra) duasını kabul etti. Düşmanı hezimete uğrattılar ve tabii Berâ da şehit oldu. Geri çekilen Farslar suyla çevrili şehirlerine kaçıp kalelerine saklanmak zorunda kaldılar. Karşı taraftan bir adam eman dileyip müminlere şehre giriş yerini gösterdi. İbni Kesîr’in (rh) ifadesiyle “Bazı bahadırlar ve yiğit askerler, bu çağrıya uyup suyun geçit yerine geldiler. Ördekler gibi geceleyin sudan geçip şehre girdiler. Şehre ilk giren Abdullah ibni Muğaffel El-Muzenî’ydi. İçeriye geçen bu Müslim askerler kale kapılarını açtılar. Müslimler, tekbir getirerek şehre girdiler. Şehre girme işi fecrin doğuşundan güneşin yükselişine kadar tamamlanmıştı.”[2]

İşte tarihte önemli bir yere sahip olan bu büyük gazvede Abdullah ibni Muğaffel’in (ra) rolü çok önemliydi. Ordusuyla birlikte onları sıkıştırdı, sonra aylarca zorlu kuşatmaya dayandı, sonra suyu geçip şehre giren ve kale kapısını açan ilk kişi oldu. Fethin gerçekleşmesine büyük bir katkı sunarak böylesine büyük bir başarıya imza attı.

Hatırlarsanız Abdullah (ra) daha önce savaşa katılamadığı için samimiyetle gözyaşı dökmüştü. İşte Allah (cc) bu samimiyetinden olsa gerek birçok önemli gazveye ve böyle büyük bir fethe katılmayı ona nasip etti. Allah (cc), içtenlikle salih amellere muvaffak olmak isteyenleri mutlaka o amele muvaffak kılar ya da mutlaka onun ecrini verir. Yeter ki insan en içten duygularıyla o ameli istesin. Dahası o amel üzerinde canını alıp cennete iletir. Rabbimizin rahmeti ne kadar büyüktür…

Sünnete Bağlılığı

Birçok sahabi gibi Abdullah ibni Muğaffel de (ra) bir sünnet sevdalısıdır. Allah Resûlü’nün (sav) söz ve fiillerine büyük bir bağlılık göstermiştir. Resûlullah’ın (sav) bir sözü çiğnendiğinde verdiği tepki bu hassasiyetinin açık bir göstergesidir.[3]

Abdullah ibni Bureyde’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Abdullah ibni Muğaffel (ra), arkadaşlarından birini taş atarken gördü ve ‘Böyle taş atma! Çünkü Resûlullah (sav) böyle taş atmayı yasaklardı -veya hoş karşılamazdı- zira onunla ne düşman kırıp geçirilir ne de av avlanır. Ama o, göz çıkarabilir, diş kırabilir.’ dedi.

Bundan sonra onu yine böyle taş atarken gördü.

Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Sana bu işi Resûlullah’ın (sav) yasakladığını haber vermedim mi? Yine görüyorum ki sen taş atıyorsun. Seninle ebediyen konuşmayacağım.’ ”[4]

Abdullah (ra) sünnete sıkı sıkıya bağlı olduğu gibi bidat çıkaranlara da bir o kadar öfke duyardı:

Yezîd ibni Abdullah ibni Muğaffel’den şöyle rivayet edilmiştir:

“Babam beni ‘Bismillâhirrahmânirrahîm,’ ayetini sesli okurken duydu ve ‘Ey yavrum! Böyle yapma. Çünkü ben Allah Resûlü (sav), Ebû Bekir, Ömer ve Osmân ile namaz kıldım, hiçbirinin besmeleyi sesli okuduklarını duymadım. Sen de sesli okuma. Kıraate, ‘Elhamdulillâhi Rabbi’l Âlemin.’ diyerek başla.’ dedi.

Yezîd dedi ki: ‘Allah Resûlü’nün (sav) ashabından İslam’da bidat çıkarma konusunda onun kadar kızıp öfkelenen birini görmedim.’ ”[5]

Bu durum Allah (cc) için seven ve O’nun için öfkelenen birinin taşıdığı büyük imanın göstergesidir. Tabii ki göğsünde böyle bir imanı taşıyan kişi, Allah Resûlü’nün (sav) yaptığı gibi yapmayan veya yapmadığını yapan birine buğzedecek ve o kişiden de amelinden de berÎ olacaktır.

Bu imani olgunluğu bugün mumla arıyoruz. Şu zamanda insanların sevgisi ve öfkesi, dostluğu ve düşmanlığı tamamen dünyevi çıkarlar üzerine kurulu. Birçok kimse “Muhammedun Resûlullah” şehadetinde bulunduğu hâlde kendisine veya sevdiklerine herhangi bir olumsuz söz söylendiğinde öfke nöbeti geçiriyor da Resûlullah’ın (sav) bir sözü çiğnendiğinde kayıtsız kalabiliyor. Bu hâl bir kavmin Allah Resûlü’nden (sav) ve onun pak sünnetinden ne denli uzak olduğunun alametidir.

Bize dönecek olursak; bugün sevgimiz ve öfkemiz ne için? Birilerinin nefsimize karşı dünyevi konularda sergilediği kötü davranışlardan rahatsız olup da Resûlullah’ın (sav) sünneti ilga edilirken herhangi bir rahatsızlık duymuyorsak imanımızı sorgulamalıyız. Allah Resûlü’nün (sav) bu asırdaki tabileri olarak sünnete ve ehline velayet, bidate ve ehline adavet göstermemiz imani bir zorunluluktur.

Abdullah (ra) sünnet-i seniyyenin çiğnenmesine tahammülü olmadığı gibi Peygamberimizden öğrendiği doğruları da söyleme noktasında asla kınayıcının kınamasından korkmazdı. Bir yerde zulüm varsa orada hakkı olduğu gibi ve muhatabının konumuna bakmaksızın açıkça söylerdi. Bu hususta hiçbir çekingenlik duymazdı.

Hasan El-Basrî’den (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

“Muâviye’nin sefih bir genç olarak bize vali tayin ettiği Ubeydullah ibni Ziyâd çokça kan döktü. Bu sırada Resûlullah’ın (sav) arkadaşı ve Ömer ibni Hattâb’ın (ra) Basra ehline dini öğretmek için gönderdiği on kişiden biri olan Abdullah ibni Muğaffel El-Muzenî de (ra) aramızdaydı.

Abdullah bir gün İbni Ziyâd evindeyken onun yanına girdi ve ‘Şu gördüğüm (zulmü) yapmaya artık bir son ver. Çünkü yöneticilerin en şerlisi zorba olandır.’ dedi.

İbni Ziyâd, ‘Sen kim oluyorsun ki böyle emrediyorsun? Sen Resûlullah’ın (sav) ashabının süprüntülerinden birisin.’ dedi.

Abdullah, ‘Onların arasında süprüntü mü var anasız kalasıca! Onların hepsi sonradan gelenlerden daha büyük konum ve şeref sahibi kimselerdi.’ dedi. (Sonra sözlerine şöyle devam etti:) ‘Şahitlik ederim ki Resûlullah’ı şöyle söylerken duydum:

‘Halkını aldatarak karanlık bir gecede geceleyen hiçbir yönetici yoktur ki Allah (ac) ona cenneti haram kılmasın.’

Sonra onun yanından çıktı, mescide gitti ve oturdu. Biz de onun etrafına oturduk. Onun karşılaştığı bu durumu yüzünden anladık.

Sonra, ‘Allah seni bağışlasın, ey Abdullah! İnsanların başında olan şu sefih adama bu söylediklerinle ne yapacaksın?’ dedik.

Abdullah, ‘Yanımda Allah Resûlü’nün (sav) saklı bir sözü vardı ve ben de onu açıkça söylemeden ölmek istemedim.’ dedi.”[6]

İlim Yolunda

Allah Resûlü’nün (sav) vefatına kadar Medine’de yaşayan Abdullah (ra), Resûl’ün (sav) vefatından sonra da birçok beldeye giderek mücadelesini sürdürmüştür. İslam olduktan sonraki ömrünün ilk bölümünü cihad meydanlarında son bölümünü ise ilim meclislerinde geçirmiştir.

Onun sünnete bağlılığından, cesaretinden, ilmî üstünlüğünden olsa gerek Ömer (ra) onu Basra’ya âlim olarak insanlara dini öğretmesi için göndermişti. Çünkü sahabenin en fakihlerinden biriydi. Mescide bitişik bir eve yerleşmiş ve ömrünün kalan kısmını orada tamamlamıştı. Son günlerine kadar insanlara halka halka ilim öğreterek hidayet yoluna ışık tutan bir kandil olmuştu.

Muhammed ibni Ömer’den (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

“Abdullah’ın vefatı Muâviye’nin hilafetinin sonlarına doğru oldu. Basra’da kendisine camiye yakın bir ev yaptırdı.[7] Ömer ibni Hattâb’ın Basra ehline dinlerini öğretmesi için yolladığı kişilerden biriydi.”[8]

Hatta Hasan El-Basrî (rh) gibi tabiinin büyükleri kendisinden ders almıştı.

Hasan El-Basrî’den (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

“Abdullah ibni Muğaffel, Ömer’in insanların dinde fıkıh sahibi olmaları için bize gönderdiği on kişiden biri ve arkadaşlarının başkanıydı…”[9]

Ahiret Yolunda

Abdullah, sonu cennet olan ilim yolunda seyrederken ölüm kendisini bulmuştur. H 60. yıllara gelindiğinde bir hastalığa yakalanmış, samimiyet ve mücadele dolu bir ömrü ardında bırakarak bu dünyadan göçüp gitmiştir.

Ömrünün nihai seneleri Muâviye Dönemi’nin son yıllarına denk gelir. Bu kasvetli dönemde fitnelerden uzak durmuş ve hiçbir zulme bulaşmamış, hiçbir zalime meyletmemiştir. Yukarıda da okuduğumuz gibi gözlerini kırpmadan kan dökebilen acımasız bir valinin karşısına çıkıp hakkı söyleyerek cihadın en büyüğünü yapmıştır. Öyle ki ölümünden sonra bile bu zalim kimselerin kendisine yaklaşmasına dahi izin vermemiştir…

Hasan El-Basrî’den (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

“Abdullah ibni Muğaffel el-Muzenî, Ömer’in Basra ehline dinlerini öğretmesi için gönderdiği kimselerden biriydi. Bir gün Ubeydullah ibni Ziyâd ziyaret amacıyla Abdullah ibni Muğaffel’in (ra) yanına geldi ve ona, ‘Allah senin vesilenle bizi faydalandırıyor. Senin için yapabileceğim bir şey var mı?’ dedi.

O da ‘Benim emredeceğim şeyi yapacak mısın?’ dedi. İbni Ziyâd, ‘Evet’ dedi.

‘O hâlde senden ben öldüğüm zaman benim namazımı kıldırmamanı, benimle arkadaşlarımın arasına girmemeni istiyorum. Onlar benim arkamdan gelsinler ve benim namazımı kılsınlar.’ dedi.

Abdullah’ın öldüğü gün İbni Ziyâd ata binmişti, bir de baktı ki yollar onu sevenlerle dolup taşmış. ‘İnsanlara ne olmuş böyle?’ dedi.

‘Resûlullah’ın (sav) arkadaşı Abdullah ibni Muğaffel vefat etti.’ dediler. Atını cenaze evden dışarı çıkarılana kadar bekletti ve ‘Eğer o bizden bir şey istememiş olsaydı, biz ondan onunla beraber yürümeyi ve namazını kıldırmayı isterdik.’ dedi.

Hasan El-Basrî (rh), ‘Babasız kalasıca habis adamın vefasını görüyor musun!’ dedi.”[10]

Abdullah (ra) dünyada hayır üzere bir hayat sürmüştü. Onu son yolculuğuna uğurlayacak olanlar da hayırlı kimseler olacaktı. Kendisi gibi, sahabenin önde gelenleri onu peşinden takip ettiler. Ebû Berze El-Eslemî (ra) cenaze namazını kıldırdı.

Muhammed ibni Abdullah ibni Muğaffel’den (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

“Abdullah ibni Muğaffel, ölümüne sebep olan hastalığa yakalanınca ailesine vasiyet ederek şöyle dedi: ‘Benim arkamdan sadece arkadaşlarım gelsin, cenaze namazımı da İbni Ziyâd kıldırmasın.’ Vefat ettiği zaman (ailesi) Ebû Berze El-Eslemî, Âiz ibni Amr ve Resûlullah’ın (sav) ashabından Basra’da bulunan bazı kimselere haber gönderdiler. Onlar da yıkama ve kefenleme işini üstlendiler. Kefenlemek için kullanacakları bezi hazırlamaları çok uzun sürmedi. Sonra onu guslettirdiler ve kefenlediler. Sonra oradaki topluluk hızlıca abdest aldılar. Cenazeyi evden çıkarırlarken kapıda İbni Ziyâd yanında bir toplulukla birlikte göründü. Abdullah ibni Muğaffel’in cenaze namazını kılmamasını vasiyet ettiği söylendi. O da cenazeyle birlikte Beyda denilen yere gelinceye kadar yürüdü sonra oradan ayrıldı ve cenazeyi terk etti.”[11]

Dünyada güzel bir nam bıraktı Abdullah (ra). Adil ve cesur olduğu gibi bir o kadar da zahiddi. Hiçbir zaman dünyaya yönelmemiş ve paraya tamah etmemişti. Öyle ki bir gün gördüğü rüyanın akabinde son dirhemine kadar tüm malını infak etmişti:

Ziyâd ibni Abdullah ibni Muğaffel’den (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

“Abdullah ibni Muğaffel bir gün rüyasında kıyametin koptuğunu ve insanların haşrolunduğunu gördü. Bir yerde onları hesaba çeken biri vardı ve orada hesaba çekiliyorlardı. Abdullah dedi ki: ‘Rüyamda bu yeri geçenin kurtulacağını anladım. Oraya doğru gittim ve iyice yaklaştım. Tam kurtulacağımı zannediyordum ki arkamdan biri şöyle seslendi: ‘Yanında olanlar sendeyken kurtulacağını mı sandın? Vallahi asla kurtulamazsın!’ Sonra döndüm ve korkuyla âniden uyandım.’

Ziyâd dedi ki: ‘Ehlini uyandırdı ve o zaman yanında da altınlarla dolu bir çanta vardı. Yanındakilerden birine, ‘Ey falanca kadın, o çantayı bana getir. Allah o çantayı da içindekileri de çirkinleştirsin.’ dedi. Böylece rüyasının manasını anlamış oldu. Kese kese ayırıp dağıtmadan sabahlamadı. Onlardan geriye bir dinar bile bırakmadı.’ ”[12]

Abdullah’a (ra) bu verasından dolayı ve sahabenin son kalanlarından olduğu için çok değer veriliyordu. Zaten öyleydi. Allah Resûlü’nün (sav) güzide sahabilerinden biriydi. Ama o kendisini öyle kabul etmiyordu. İlmi ve mücadelesi tevazusuna tevazu katmıştı. Bu yüzden bu dünyadan gösterişsiz bir şekilde gitmek istiyordu. Ehline bu yönde vasiyette bulunmuştu:

Bekir ibni Abdullah’tan (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

“Abdullah ibni Muğaffel, öldükten sonra cenazesini meşalelerle takip etmemelerini, sessiz bir şekilde peşinden gelmelerini ve mezarının üzerine taş koymamalarını vasiyet etti.”[13]

İşte Abdullah ibni Muğaffel… Bedir, Uhud, Ahzab gibi gazvelere katılamamıştı; ama Hudeybiye’de en öndeydi, Tuster’de en öndeydi. Yoksulluktan dolayı bir binek bulup Tebuk’e katılamamıştı ama bu arzuyla gözyaşları dökmüş samimiyeti ayet olmuştu. Yıllarca at sırtından inmedi. O savaştan bu savaşa koştu. Sonra Basra’ya gidip mescide bitişik ev yaptırıp geri kalan ömrünü eğitime adadı. Dünya tüm ziynetini ona açtı, ama o dünyaya aldanmadı. Birçok infakta bulundu. Mücadele dolu bir ömrü geride bırakmış oldu.

Selam olsun Abdullah’a. Allah (cc) kendisinden razı olsun…


[1]. Ahmed, 626

[2]. El-Bidâye ve’n Nihâye, İbni Kesîr, Daru İhyau’t Turas, 7/96-100

[3]. Yine bu bağlılığını, başta Buhari veMüslim olmak üzere birçok hadis kitabında geçen, rivayet ettiği altmış dört hadisten de rahatlıkla anlayabiliriz. Böylelikle o, yüzü aydınlanan bir sünnet taşıyıcısı olmuştur. (bk. Abdullah b. Muğaffel’in Hayatı ve Rivâyetleri, Yüksek Lisans Tezi, Metin Kara)

[4]. Buhari, 5479; Müslim, 1954; Darimi, 446

[5]. Ahmed, 16787

[6]. bk. Siyeru A’lâmi’n Nubelâ, Zehebi, Daru’l Hadis, 4/508; el-Ahadu ve’l Mesani, İbni Ebi Asım, Daru’r Rayeti, 2/325

[7]. bk. Usdu’l-Ğabe fi Ma’rifeti’s Sahabe, İbni Esîr, Daru’l Kutubi’l İlmiyye, 3/395

[8]. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbni Sa’d, Daru Sadır, 7/14

[9]. El-İstiab fi Ma’rifeti’l Ashab, İbni Abdulber, Daru’l Cil, 3/996

[10]. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbni Sa’d, Mektebetü’l Hanci, 5/145

[11]. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbni Sa’d, Daru Sadır, 7/13

[12]. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbni Sa’d, Mektebetü’l Hanci, 5/144; Siyeru A’lâmin Nubelâ, Zehebî, Daru’l Hadis, 4/99

[13]. Musannef, İbni Ebi Şeybe, Daru’t Tac, 2/472, 11173

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver