PEYGAMBER’İN DÜNYAYA GELİŞİ

 

Allah subhanehu ve teâlâ insanlığa olan merhametinden ötürü onları karanlıklar içerisinde bırakmamış zülümattan onları kurtaracak Nebiler göndermiştir. Bu yazımıza kadarki kısımda Rasûl’e muhtaç bir halde yaşayan cahiliyenin karanlığını tasvir etmeye çalıştık ve sonuç itibari ile şunu gördük: Mekke cahiliyesi ile yaşadığımız çağ, küfür, şirk ve fuhşiyatta bir çok ortak noktaya sahiptir. Hatta hangi zaman, zulümde daha ileri diye soracak olsak, günümüz cahiliyesinin Mekke cahiliyesindeki kardeşlerin epey geride bıraktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Peki cahiliyeyi bu kadar tafsilatlı anlatmamızın sebebi nedir?

Bizler davetçiler olarak cahiliye toplumu ile muhatabız. Eğer yaşadığımız toplum Mekke cahiliyesine birçok yönüyle benziyorsa o zaman toplumu nasıl ıslah edeceğimizi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hayatından öğrenebiliriz. Bu noktayı kaçıran ve kendilerinin İslam’a hizmet ettiğini söyleyen birçok taife Peygamberin davet menhecini bir kenara bırakmış, kendi akıllarından uydurdukları yöntem ile İslam’a hizmet ettiklerini iddia etmişlerdir. O yüzden bizler tafsilatlı bir şekilde cahiliyeyi öğrendiğimiz gibi siyeride güzelce anlamaya çalışmalıyız ki Peygamberin davet menhecinden sapmış olmayalım.

Allah Rasûlü’nün Dünyaya Gelişi ve Nesebi

Allah Rasûlü miladi 571 yılında Mekke’de dünyaya gelmiştir. Rebbiu’l Evvel ayının 2, 8 ya da 10’unda dünyaya geldiği rivayet edilse de muhakkik alimlerin ortaya koyduğu görüş daha kabule uygundur. Onlar Allah Rasûlü’nün Rebbiu’l Evvel ayının 12’sinde doğduğunu ifade etmişlerdir.

Siyer alimleri kitaplarında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem nesebini incelemeye almışlar ve 21. dedesi Adnan’a kadar ki kısımda ittifak etmişlerdir. Adnan’dan İbrahim’e aleyhisselam kadar ise ihtilaf vardır. Hatta bazı alimler bir hadise dayanarak bu kısımla alakalı görüş beyan etmenin dahi yalana gireceğinden ötürü caiz olmadığını söylemişlerdir. İbrahim’den aleyhisselam Adem’e aleyhisselam kadarki kısım hakkında görüş beyan edenlerin ise ehli kitaptan başka dayanakları yoktur.

Allah Rasûlü’nün nesebi diğer tüm Peygamberlerde olduğu gibi soylu bir neseptir. Bu durum küfür toplumlarının Nebilerine karşı daha pervasızca saldırmalarının önünde kalkan vazifesi görmüştür. Allah Rasûlü nesebinin soylu olduğuna bizzat kendisi işaret ettiği gibi müşrikler de bunu bir çok kere ikrar etmişlerdir.

Müslim’de geçen bir rivayette Allah Rasûlü şöyle buyuruyor:

“Yüce Allah İsmail’in oğullarından Kinaneyi, Kinaneden Kureyşi, Kureyşten Haşimoğullarını, Haşimoğullarından da beni süzüp çıkardı.”

Aynı şekilde Rum Kralı Herakliyus ve Ebu Sufyan arasında geçen konuşmada da buna işaret edilmektedir.

“Bir ticaret kervanı, Ebu Sufyan’ın içinde bulunduğu Kureyş kâfirleri ile Hudeybiye barış anlaşmasını imzaladığı dönemde Şam’da ticaret yapmak için yola çıkmıştı. Kervan, Bizans imparatoru Herakliyus ve yardımcıları İyliya şehrinde iken saraya ulaştı. Böylece, imparator onları huzuruna çağırdı. Yanında Rum’un büyükleri vardı. İmparator tercümanlarını çağırtıp:

__ İçinizden, Peygamberlik iddia eden bu adama neseb bakımından en yakın olanınız hanginiz?, diye sordu. Ebu Sufyan:

__ Ona neseb bakımından en yakın olan benim, dedi. İmparator muhafızlarına:

__ Onu bana yaklaştırın. Arkadaşlarını da arkaya dizin, diye emretti. Sonra tercümanlarına dedi ki:

__ Arkadaki kişilere söyle. Öne çıkan bu adama o zat hakkında (Rasûlullah’ı kastediyor) sorular soracağım. Eğer yalan cevap verirse hemen onu yalanlayın. Ebu Sufyan diyor ki:

__ Allah’a yemin ederim ki, ‘Ebu Sufyan yalan konuşuyor’ demelerinden utanmasaydım kesinlikle sorulara yalan cevap verirdim.

Sonra, imparatorun bana ilk sorusu şu oldu:

__ (Peygamberlik iddia eden o şahsın) içinizdeki nesebi nasıldır?, Ebu Sufyan:

__ O, içimizde soylu bir nesebe sahiptir…. İmparator bu sorulardan sonra tercümanlarına dedi ki:

__ (Bu adama söyle:) Sana o zâtın nesebini sordum. Sen de içinizde soylu bir nesebe sahip olduğunu söyledin. İşte Peygamberler böyledir. Kavminin içinde soylu bir nesepten gönderilirler….” (Buhari)

Bununla beraber yazımız da anlatacağımız zemzemin bulunması ile Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem babasının adak adanması hadisesi Allah Rasûlü daha doğmadan onun nesebinin şerefli bir soy olduğunu ortaya çıkaran başka vakıalardır.

Peygamber Doğmadan Önce ve Doğumu Esnasında Gerçekleşen Bazı Hadiseler

Siyer kitaplarında Allah Rasûlü’nün dünyaya gelişi öncesinde ve doğumu sırasında vuku bulduğu iddia edilen bazı olaylar zikredilmektedir. Bizde sırayla bu olayları anlatmaya ve bu vakaların neden gerçekleşmiş olabileceğinin hikmetleri üzerinde durmaya çalışacağız.

1. Zemzemin Bulunması ve Peygamber’in Babasının Adak Adanması Hadiseleri

Zemzemin Abdulmuttalip tarfından bulunuşunu Ali radıyallahu anh şöyle anlatıyor:

“Sıcak bir yaz gününde Abdulmuttalib Kâbe’nin yanındaki Hicr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüya gördü. Rüyasında bir zât kendisine şöyle seslendi:

__ Kalk, Tayyibe’yi kaz!

Sordu:

__ Tayyibe nedir?

Fakat o zât sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti. Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi:

__ Kalk, Berre’yi kaz.

Abdülmuttalib yine sordu:

__ Berre nedir?

Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti. Abdülmuttalib derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ veremiyordu. O gün ve geceyi de yine gördüğü rüyânın tesirinde geçirdi.

Ertesi günü idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine,

__ Kalk, dedi. Mednûne’yi kaz.

Abdülmuttalib, adama:

__ Mednûne nedir?

Diye sordu. Ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.

 

Abdülmuttalib üç gün üst üste gördüğü rüyânın boş olmadığını elbette biliyordu. Ama mânâsını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.

Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:

__ Zemzem’i kaz!

Abdülmuttalib:

__ Zemzem nedir, nerededir?

Diye sorunca, adamın cevabı şu oldu:

__ Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine ulaşılmaz. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe’de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip, orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır.

Uyanan Abdülmuttalib’in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü, rüyayı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem kuyusundan defalarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke’den düşman istilâsı önünden kaçarken, Kâbe’nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip, belirsiz bir hale getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem’in ismi var, kendisi yoktu.

Abdülmuttalib, artık Zemzem’in yerini bulup kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyasında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagası ile bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.

Abdülmuttalib senelerden beri gizli kalmış bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemzem’in yerini tesbit etmişti ve sıra kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün bir tek oğlu olan Hâris’i alarak tesbit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşları ile bir dâire şeklindeki ağzı meydana çıktı.

Abdülmuttalib’in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu farkedince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdülmuttalib’e:

__ Ey Abdülmuttalib! Bu babamız İsmâil’in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et, dediler.

Abdülmuttalib:

__ Hayır, yapamam. Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aranızdan ancak bana verilmiştir, dedi.

Abdülmuttalib’in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin Nevfel şöyle konuştu:

__ Sen yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?

Bu söz, Abdülmuttalib’i üzdü. Çünkü, Kureyşliler onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:

__ Yemin ederim ki, Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe’nin yanında kurban edeceğim.

Hadisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Böyle hadiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdülmuttalib, kazı işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü. Hakemi tesbit ettiler: Şam’da oturan Sa’d bin Hüzeym.

Amcalarından birkaçını yanına alan Abdülmuttalib, Kureyş kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam’a doğru yola çıktı. Ne var ki, henüz Şam’a varmadan ilahi kader onları durdurdu. Abdülmuttalib ve yanındakilerin suları, çölün ortasında bitti. Bu kendileri için en büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeli idi. Abdülmuttalib’in müracaatına, Kureyş ileri gelenleri, “Suyumuz ancak bize yeter” diyerek red cevabı verdiler.

Abdülmuttalib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.

Fakat herşeye rağmen Abdülmuttalib su aramaya kararlıydı.. Devesinin yanına geldi, onu ayağa kaldırdı. O anda devenin bir ayağının dibinde pırıl pırıl parlayan, bir avuç su gördü. Bu durum, arkadaşlarını da sevindirmişti. Yeniden hayata dönmüş gibi oldular. Abdülmuttalib, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişletince, su daha gür akmaya başladı. Bu arada su vermeyen Kureyşliler, hayretle onları seyrediyordu.

Abdülmuttalib ve arkadaşları sudan kana kana hem kendileri içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler. Bir ara, Abdülmuttalib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi:

“Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem kendiniz için hem de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın, gelin.”

Kureyşliler mahcup mahçup kaynağa yaklaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarını temiz su ile doldurdular.

Kureyşliler, Zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, mahçup ve suçlu bir edâ içinde Abdülmuttalib’e dönerek şöyle dediler:

__ Ey Abdülmuttalib, artık sana diyecek bir sözümüz yok. Anladık ki, Zemzem’i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz. Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz.

Ve hakeme gitmeden yarı yoldan tekrar Mekke’ye hep beraber döndüler.

Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, oğlu Hâris’le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem’i ortaya çıkardı.

Zemzem kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı. Zemzem’i ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdülmuttalib’e bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdülmuttalib’in başına dikildiler.

__ Ey Abdülmuttalib, bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var, dediler.

Cömert ve sabırlı Abdülmuttalib önce:

__ Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok. Ama ben yine de size yumuşak davranayım. Aramızda kura çekelim.

Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri,

__ Peki, bu kurayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın? diye sordular

Abdülmuttalib, kurada takip edilecek usülü anlattı:

__ İki kura Kâbe için, iki kura benim için, iki kura da sizin için çekeriz. Kurada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır.

Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdülmuttalib’in bu davranışını takdir ettiler:

Kâbe’nin içinde Hübel putunun yanına vardılar ve kura çektiler. Kura sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu. Altın geyik heykeller Kâbe’ye, kılıç ve zırhlar Abdülmuttalib’e düştü. Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı.

Abdülmuttalib, kılıç ve zırhları döğdürüp saç haline getirdikten sonra, bununla Kâbe’nin kapısını kapattı.

Oğullarının on’u da büyümüştü.

Vaadini unutmayan Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikayesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de razı oldular. Sonra da babalarına sordular:

__ Peki, nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tesbit edelim?

Abdülmuttalib böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:

__ Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!

Çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri okdanlığından bir ok çekti. Üzerine kendi ismini yazdıktan sonra, babasına uzattı. Okları toplayan Abdülmuttalib doğruca Kâbe’ye vardı.

Kâbe’nin yanına varan Abdülmuttalib’in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki on oku, ok çekme memuruna uzattı. Memur oklardan birini çekti.

__ Ab-dul-lah!

Üzüntülü bir şekilde yüzünü Abdullah’a çevirdi ve şöyle dedi:

__ Oğlum Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti.

Abdülmuttalib’in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah’ın eli vardı. Kurban edilmesi için herşey tamamdı. Bu sırada bir takım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi:

__ Ey Abdülmuttalib, ne yapmak istiyorsun?

Abdülmuttalib oğluna bakarak cevap verdi:

__ Onu kurban edeceğim!

Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler:

__ Ey Abdülmuttalib, bu nasıl olur? Sen ki, Mekke’nin büyüğüsün. Böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse, bizim de soyumuz kesilmez mi?

Bütün kalabalık Abdülmuttalib’in aleyhindeydi..

Bu sırada Abdullah’ın dayısı Abdullah bin Mugîre ortaya atıldı ve,

__ Ey Abdülmuttalib. Vallahi meşru bir mazeret olmadıkça, sen onu kurban edemezsin. Onu kurtarmak için gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız! dedi.

Kureyşliler ve oğulları yalvarmalarının netice vermediğini görünce bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:

__ Ey Abdülmuttalib! Abdullah’ı al, Şam’a git. Orada bir kadın var; kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için bir çare bulur. Abdullah boğazlanacak derse, gel onu boğazla. Yok eğer seni de, Abdullah’ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin.

Bu fikir Abdülmuttalib’in aklına yattı. Derhal Abdullah’ı yanına alarak Şam’a doğru yola çıktı. Medine’ye geldiklerinde kâhin kadının Hayber’de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber’e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular. Abdülmuttalib durumu olduğu gibi anlattı.

Kadın sordu:

__ Sizde bir insanın diyeti nedir?

Abdülmuttalib:

__ On deve, dedi.

Bunun üzerine kâhin kadın:

__ Gidin on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın. Yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz, dedi.

Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Abdülmuttalib ailesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.

Mekke’ye dönüşünün ertesi günü idi. Abdülmuttalib, oğlu Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe’ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine Abdullah ile on deve arasında kur’a çekilecekti.

Abdülmuttalib memura:

__ Çek, dedi.

Çekilen ok Abdullah’a çıktı. Develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Memur tekrar ok çekti. Ok yine Abdullah’ı gösterdi. Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah’a isabet etti. Develer kırk oldu. Ok yine Abdullah’a çıktı. Elli oldu, ok sanki Abdullah’a çıkmakta ısrar ediyordu. Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok ısrarla Abdullah’ı gösteriyordu.

Nihayet develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok develere çıkmıştı.

Böylece Abdullah kurban edilmekten kurtuldu.” (İbni İshak)

Bu hadiselerde Mekke Müşriklerinin dikkati Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem babası ve dedesi üzerine çekilmiştir. Allah Rasûlü Peygamberliğini ilan ettiğinde insanlar başkalarına karşı çıkabilecekleri şekilde Allah Rasûlü’ne karşı çıkamamışlardır. Allah subhanehu ve teâlâ Peygamber doğmadan Mekke ehlini hazırlamıştır. Aynı şekilde Araplar için önemli olan zemzem ve Kâbe’ye ait değerli eşyaların Peygamberin dedesi vesilesiyle bulunması gözleri Mekke’ye çevirmiştir. İnsanlar bu durumu ve bu olayın faillerini konuşmaya başlamışlardır.

2. Fil Vakıası

Olay İbni Kesir’de rahimehullah şu şekilde zikredilmektedir:

‘…Ebrehe Necâşî’ye gönderdiği mektupta dedi ki: ‘Ben Yemen toprağında senin adına daha önce benzeri yapılmamış olan bir kilise yapacağım.’ San’â’da çevresi yüksek, binası yüce, etrafı süslü, manzaralı bir kilise yapmak üzere işe başladı. Araplar onun yüksekliğinden dolayı ‘Kuleyyis’ adını vermişlerdi. Ebrehe, arapların Mekke’deki Kâbe’yi haccetmeleri gibi buraya hac için gelmelerini emretti. Ve bunu ülkesinde ilan etti. Adnan ve Kahtân soyundan olan Araplar buna karşı çıktılar. Kureyşliler de buna son derece kızdılar. Öyle ki bunlardan bazı kişiler, o kiliseye gidip geceleyin içine girdiler ve içine pisleyerek hemen geri döndüler. Kilisenin bakıcıları bu pisliği görünce durumu hükümdarları Ebrehe’ye ileterek dediler ki: ‘Bunu yapan yalnızca bazı Kureyşlilerdir. Çünkü onlar, senin kendi mabedlerine benzer mabed bina etmene kızmaktadırlar.’

Bunun üzerine Ebrehe Mekke’deki Beytullah’a gidip onu taş taş üstünde bırakmayacak şekilde tahrîb edeceğine and içti. Ebrehe bunun için ordu hazırladı ve hiç bir kimsenin engel olamayacağı büyük savaşçılar te’mîn etti. Orduya benzeri görülmemiş büyüklükte filler de iştirak etti. Bir tanesine Mahmûd adı veriliyordu. Bu fili Necâşî bunun için Ebrehe’ye göndermişti. Ebrehe’nin yanında ayrıca sekiz fil daha vardı. On iki fil bulunduğu da söylenmiştir. Ebrehe bu fillerle Kâbe’yi yıkmak istiyordu. Kâbenin direklerine zincirler bağlayacak ve bu zincirleri fillerin boynuna geçirecekti. Sonra da filleri sürüp bütünüyle Kâbe’nin duvarlarının yıkılmasını sağlayacaktı….

Ebrehe, Mekke yakınlarındaki el-Muğammes’e gelince orada konakladı ve askerini Mekke halkının develerinin ve diğer sürülerinin üzerine saldırttı. Onları alıp Ebrehe’ye getirdiler. Bu sürüde Abdülmuttalib’in iki yüz devesi vardı. Ebrehe, Himyer kabilesine mensûb olan Hinâta’yı Mekke’ye gönderdi. Ve Kureyş’in en seçkinini getirmesini emretti. Allah’ın evini korumazsanız, kral sizinle savaşmak niyetiyle gelmedi, diye de haber yolladı. Hinâta Mekke’ye gelince onu Hâşim oğlu Abdülmuttalib’in yanına getirdiler. Hinâta, Ebrehe’nin söylediğini Abdülmuttalib’e tebliğ etti. Abdülmuttalib ona dedi ki: ‘Allah’a andolsun ki biz de onunla savaşmak istemeyiz. Bizim buna gücümüz de yetmez. Burası Allah’ın haram olan evidir ve dostu İbrahim’in makamıdır. Eğer onu korursak, burası Allah’ın evi ve haremidir. Ve eğer bırakacak olursak bu onunla Allah arasındadır. Allah’a andolsun ki; bizim onu koruyacak gücümüz yoktur.’

Hinâta Abdülmuttalib’e dedi ki:

‘Benimle beraber Ebrehe’ye gel.’

Abdülmuttalib onunla beraber Ebrehe’nin yanına gitti. Ebrehe onu görünce, saygıyla karşıladı. Çünkü Abdülmuttalib görünüşü güzel, yakışıklı bir kişi idi. Ebrehe tahtından inerek onunla beraber serginin üzerine oturdu ve tercümanına şöyle dedi:

‘Ona istediğin nedir?’ diye sor. Abdülmuttalib, tercüman vasıtasıyla dedi ki:

‘Benim istediğim hükümdarın almış olduğu iki yüz devemi bana geri vermesidir.’ Ebrehe, tercümanına şöyle dedi:

‘Ona de ki; seni gördüğüm zaman benim hayretimi çekmiştin. Ama konuşunca sana gerek duymadım. Benimle, aldığın iki yüz deve için mi konuşuyorsun da gerek senin ve gerek atalarının dininin mabedi olan mukaddes evi yıkmak istediğimi unutuyorsun. Halbuki ben, onu yıkmak üzere geldim, sen ise bu konuda bana bir şey demiyorsun.’ Abdülmuttalib ona dedi ki:

‘Doğrusu develerin sahibi benim. Evin sahibi de onu korur.’ Ebrehe dedi ki:

‘Onu benden koruyamaz.’ Abdülmuttalib dedi ki:

‘Sen, onunla başbaşasın.’ Ebrehe   Abdülmuttalib’e develerini vermiş ve Abdülmuttalib Kureyş’lilere gelerek Mekke’den çıkmalarını, dağların tepelerinde korunaklı yerlere yerleşmelerini, askerlerin saldırısından endişe ettiğini bildirdi. Sonra Abdülmuttalib ve Kureyşliler Kâ’be’ye gelerek Allah’a dua etti, Ebrehe ve ordularına karşı kendilerine yardımcı olmasını istediler. Ertesi gün Ebrehe, Mekke’ye girmek üzere hazırlandı. Fili de hazırlanmıştı. Filin adı Mahmûd idi. Ordu hazır hale gelmişti. Filler Mekke’ye doğru yönlendirilince, Nüfeyl İbn Habîb gelip filin yanında durdu, kulağına eğildi ve:

‘Koş ey Mahmûd, yahut geldiğin yere doğru dosdoğru dön. Çünkü sen Allah’ın haram olan beldesindesin.’ dedi. Sonra kulağını bıraktı. Fil koştu, Nufeyl İbn Habîb dağın tepesine çıkıncaya kadar kaçıp geldi. Kalkması için file vurulduğunda fil kalkmadı. Başına demir çomaklarla vurdular. Karnının altına ucu eğri sopalarla vurup kalkması için kanattılar. Fil yine kalkmadı. Yemen tarafına dönmek üzere yönelttiklerinde kalkıp koştu. Şâm tarafına döndürdüklerinde yine aynı şekilde yaptı. Doğuya döndürdüklerinde ise yine aynı şekilde yaptı. Mekke’ye yönlendirilince çöktü. Allah Teâlâ onların üzerine denizden kırlangıca benzer kuşlar gönderdi. Her kuş ile birlikte üç taş vardı. Biri gagasında, ikisi ayaklarındaydı. Onlardan kime isabet ederse, helak oluyordu. Ancak bu taşlar hepsine isabet etmiş değildi. Onlar yol arayarak kaçıp gitmeye başladılar…”

Bu hadisenin sonucunda sadece Arapların değil dünyanın iki süper gücü olan Fars ve Rumlarında dikkati Kâbe’ye yani Mekke’ye çevrilmişti. Bu iki imparatorluk sürekli birbirlerini zayıf noktalarını araştırıyorlardı aynı zamanda düşmanlarının dostlarınında güçsüz duruma düşmelerini bekliyorlardı. Zaten Habeşilerin ordusunun Kâbe’nin önünde helak olmasından sonra Farslar Habeş ülkesini hemen işgal etmişlerdi. Allah birkez daha Peygamberinin doğumundan önce insanların dikkatini Mekke’ye yöneltmişti.

Bu olayda konumuzla direk alakalı olmasada önemli olan başka bi noktayı da zikretmek istiyoruz. Ebrehe ile Allah Rasûlü’nün dedesi Abdulmuttalip arasında geçen konuşmada şunu net bir şeklide görmekteyiz. Abdulmuttalip müşrik olmasına rağmen Allah’ın kendi yanında değerli olan şeyleri muhafaza edeceğine dair imanı nettir. Maalesef bu günümüzdeki Müslümanların muhtaç olduğu bir inançtır. Dünyaya dalmış bir halde yaşayan Müslümanlar artık her olayı dünyevî gözlüklerle incelemeye alışmışlardır. Düşmanları, kuvvet ve imkan ancak eşit bir seviyeye gelindiğinde yok edilebileceğine inanmak, Allah’ın kendi dinine yardım edenleri muzaffer kılacağına dair vaadlerini unutmak ciddi bir imanî eksiktir.

Allah subhanehu ve teâlâ vaadinden dönmez.

“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a (Allah adına İslama ve Müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.” (47/Muhammed, 7)

“Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) varis kılmak istiyorduk. Ve o yerde onları hakim kılmak; Firavun ile Haman’a ve ordularına, onlardan (İsrailoğullarından gelecek diye) korktukları şeyi göstermek (istiyorduk).” (28/Kasas, 5-6)

Duamızın sonu âlemlerin Rabbi Allah’a hamddır.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver