PEYGAMBERİN DOĞUMU SIRASINDA GERÇEKLEŞEN HADİSELER

Geçen yazımızda Peygamberin doğumunu, doğumundan önce ve sonra gerçekleşen bazı hadiseleri anlatmaya çalıştık. Özellikle fil vakıası ve Zemzem kuyusunun bulunması olaylarını ayrıntılı bir şekilde zikrettik. Bu zaman diliminde gerçekleşen başka bazı olaylar da vardır. Bu yazımızda da onları anlatıp bu bölümü bitirmeye çalışacağız.

3. Allah Rasûlü’nün annesinden bir nurun Şam saraylarını aydınlatması

Allah Rasûlü şu sözü ile bu olaya işaret etmektedir.

“Ben, atam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annem Âmine’nin rüyasıyım. Annem rüyasında içinden çıkan bir nurun Şam diyarı saraylarını aydınlattığını söylemişti. Peygamber anneleri hep böyle rüyalar görürler.” (İmam Ahmed, Müsned.)

Buradaki nurun neye işaret ettiği hakkında bazı alimler şöyle bir yorum yapmışlardır: ‘Allah Rasûlü, cahiliye karanlıklarını aydınlatan, insanların hidayetine vesile olan, onları ateş çukurlarından kurtaran bir nurdur. Toplumlara ulaştırdığı vahiy ile onları dünya ve ahiret saadetinin yolunu göstermiştir. Bu hadis ile de buna işaret edilmiştir.’

Aynı şekilde bu vakıada dikkatimizi çeken başka bir nokta daha vardır. O da nurun herhangi bir yeri değil de Şam saraylarını aydınlatıyor olmasıdır. Neden başka bir yer değil de Şam’ın ismi burada zikredilmiştir.

Bunun bir çok hikmeti olabilir. Bunlara değinmeden önce Şam topraklarından kastedilenin ne olduğunu kısaca açıklamamız gerekiyor.

Bugün Şam denildiğinde akla Suriye’nin başkenti gelmektedir. Fakat naslarda geçen ve övülen Şam toprakları günümüzdeki Ürdün, Filistin ve Suriye topraklarını kapsayacak kadar geniştir. Daha sonradan çizilen sınırlar ile Şam toprakları üç dört parçaya bölünmüş ve bugünkü halini almıştır.

Doğum sırasında ortaya çıkan nurun Şam topraklarını aydınlatması gözümüzü doğal olarak o topraklara çevirmiştir. Naslara baktığımızda özellikle Şam topraklarının faziletlerini anlatan bir çok ibare bulunmaktadır. Aynı şekilde ahir zamanda vuku bulacak hadiselerin bir çoğunun orada gerçekleşeceğinin bildirilmesi de o toprakları daha değerli kılmaktadır.

Yine hadislerde Taifetu’l Mansura olarak bize tanıtılan topluluğun Şam topraklarında olacağını Buhari’den rivayet edilmiştir:

“Ümmetimden bir taife hak üzere üstün olmaya devam eder. Onları yardımsız bırakanlar, onlara zarar veremezler. Ve Allah’ın emri gelinceye kadar onlar bu hal üzere devam ederler.” (Buhari, Müslim)

Buhari “Bu topluluk Şam’dadır” derken İbni Kesir de ‘Hem nurun oradan çıkması hem de taifenin oradaki varlığı İslam dininin Şam topraklarında temkin bulacağına işaret etmektedir’ demiştir.

Bunlarla beraber Mehdi’nin ordusunun da Şam’dan çıkacağına dair rivayetler mevcuttur.

Tüm bunlar Şam topraklarının faziletine ve neden doğum sırasında Şam saraylarını aydınlatan bir nurun çıktığına dair bize ipucu vermektedir.

4. Uydurma rivayetler

Siyer kitaplarında nakledilen bazı rivayetlerde Allah Rasûlü’nün doğumu sırasında şu vb. hadiselerin yaşandığı zikredilmektedir:

Kisra’nın saraylarının on dört kolonu yıkıldı.

Mecusilerin bin yıllık ateşi söndü.

Seva gölü kurudu.

Sema ve vadisini su bastı.

Kabe’deki putlar yüz üstü yere devrildi…

Bu listeyi daha da uzatmak mümkündür. Bu rivayetlere iki yönden itiraz edebiliriz:

a. Bahsedilen vakıaların bir çoğu o zamanın büyük imparatorluklarının topraklarında gerçekleşmiş hadiselerdir. Bir imparatorluğu ayakta tutan şey geçmişiyle olan bağlarının kuvvetli olmasıdır. Bunu da ancak tarih ilmine önem vererek sağlayabilirler. İmparatorlukların tarihinde yenilgiler dahi ileride çıkarılabilecek dersler için tarih kitaplarındaki yerini muhafaza etmiştir.

Bu durumda şu soruyu sormak hakkımızdır:

Allah Rasûlü’nün doğumunda vuku bulduğu iddia edilen şeyler bu kadar önemli sonuçlara neden olmuş ise nasıl olur da tarih kitaplarında yer almaz? Neden konu ile alakalı bir işaret bile mevcut değildir?

b. Velev tarih kitaplarında bu hadiseler var olmuş olsaydı bile, bir haberi sahih kabul edebilmemiz için bazı şartlar vardır. Eğer hadise zayıf veya uydurma bir rivayet ile gelmiş ise mesele bizim açımızdan bitmiş demektir.

Tarih boyunca kendi kaynaklarının muhafazası için İslam alimleri kadar uğraşan başka bir topluluk mevcut değildir. Aktarılan sözlerin ve olayların rivayet zincirindeki her ravi üzerinde uzun uzun araştırmalar yapılmıştır.

Hadis alimleri siyer kitaplarında geçen bu rivayetlerin sahih olmadığını söylemişlerdir. O yüzden bu olaylara itibar etmemiz mümkün değildir.

Tabi ki bu tür vakaların gerçekleşmediğini iddia etmek çok farklı tepkileri de aynı anda üzerimize çekmek demek oluyor. Çünkü yaşadığımız toplum için İslam’ın asıl üzerinde durduğu meseleler ile değil de masallarla uğraşmak işine gelmektedir.

Niçin bu hadiselerin gerçekleşmiş olamayacağını anlattığımızda hemen şöyle itirazlar gelir:

‘Allah istediğinde bunlar olmaz mı?’

‘Allah Rasûlü bunlara ve bunlardan daha da fazlasına layık değil mi?’

Bu tür çıkışlar ile karşılaşmak kaçınılmazdır. Elbette ki Allah dilerse her şey olur. Bırakalım bunları Allah Rasûlü doğduğunda Allah dileseydi koca bir kainat duruverirdi. Bir şeyin olmasını istediğinde sadece “Ol” demesi yeterlidir. Ancak bir şeylerin varlığı hele hele dinle alakalı bir mevzuda zan ifade eden duyumlar ile ispat edilmez. Bütün bunların sağlam bir asla dayanması gerekir.

Normalde Peygamberin doğumu sırasında Şam saraylarını aydınlatması da harikulade bir olaydır. Ancak bizler şu anki rivayetleri yok saydığımız gibi aynı muameleyi o hadiseye yapmadık. Neden? Çünkü hadis kitaplarında sağlam bir senet ile rivayet edildiğini gördük bu durum bile asıl gayemizin ne olduğunu özetlemeye yetmektedir.

Peygamberin bu tip şeylere layık olup olmadığı meselesinin ise konu ile uzaktan yakından bir alakası yoktur. Elbette Allah Rasûlü bütün övgülere ve güzelliklere layıktır. Ancak İslam ifrat ve tefrit dini değildir. Bizler vasat bir ümmet olmakla emrolunmuşuz. Allah Rasûlü’nü övmede de bu sıfatımızın gereklerine riayet ederek söz söylemeli ve amel yapmalıyız.

Allah Rasûlü bu hususta sürekli tevazu içerisinde olmuş, ümmetine ehli kitabın düştüğü bataklığa düşmemesi için uyarılarda bulunmuştur:

“Hristiyanların Meryem Oğlu’nu övdükleri gibi, beni aşırı
övmeyin. Ben sadece Allah’ın kuluyum. Allah’ın kulu ve elçisi
olduğumu söyleyin.” (Buhari)

Yine bir gün, sahabelerinden biri Peygamberimize geldi. Onu karşısında görünce heyecandan titremeye başlaması üzerine Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu adama hitaben: “Korkma! Rahat ol.” dedi. “Ben ancak Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum.”

“Muhammed, ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelip geçmiştir.” (3/Âli İmran, 144)

Sonuç olarak Allah Rasûlü elbette ki övgülerin en güzeline layıktır. Fakat bunların sahih olduğuna dair bir rivayet olmadığı gibi Allah’ın Peygamberini övdüğü şeylerle de alakası yoktur.

Zaten Peygamberin bunlara ihtiyacı da yoktur. O Allah’ın habibidir. Allah, Peygamberini, daveti insanlara eksiksiz bir şekilde ulaştırması, güzel ahlakı, müminlere muamelesi vb. özellikleri ile övmüştür. Öyleyse bizler de bununla yetinmeliyiz. Şüphesiz ki Allah Peygamberini en güzel şekilde övendir.

Konumuzu bitirmeden önce şunu sorabiliriz:

Peki insanlar neden böyle bir şeyi uydurma ve bunlara inanma ihtiyacı hissetmişler? Bu rivayetleri anlatmanın kime ne faydası var ki?

Bu soruya bir çok açıdan cevap verilebilir:

Cahiliye toplumunun en temel özelliklerinden bir tanesi şahısları övgüde aşırıya gitmeleridir. İslam ise bu hususta en uç örnekler vererek müşriklere şiddetle muhalefet etmiştir. Verdiği örnekler övülmeye en layık olan Allah Rasûlü üzerinedir. Allah Rasûlü kendisinin herkes gibi bir insan olduğunu sürekli vurgulamıştır. İnsanların onun karşısında aşırı hürmet göstermesine izin vermemiş, ayağa kalkılmasına müsaade etmemiştir. Başka Peygamberler ile kıyas yapılmasına karşı çıkmıştır.

Fakat cahiliyenin alışkanlıklarını terk edemeyen ve farklı emelleri olan topluluklar Peygamberi yazımızın içerisinde zikrettiğimiz şeyler ile vasıflandırmışlardır. Halbuki bu din, kendisine tabi olmaya gelen fertlerden, İslam’ın giriş kapısında bütün cahili özelliklerini bırakmasını ister.

Bu şekilde Peygamberi övmelerini sağlayarak insanları kandıran şeytan ikinci adımı da şu şekilde tabiilerine ilham ederek attırmıştır.

‘Eğer Alimler Peygamberlerin varisleri ise Peygamberlere yapılan övgülerin hepsinde onlar da ortaktır.’

İşte bu adımdan sonra artık beşeriyet vasfı öldürülmüş günahsız varlıklar ortaya çıkar. Bu kadar övgü yapılan insanlara hata izafe etmek imkansız hale gelir. Onların her fiili ve sözü hüccet olur. Allah’ın kitabında O’na en yakın olan Peygamberlerin hatalarının anlatıldığı birçok ayet unutulup gider.

Bu bilinçte olan toplulukların Allah’ın Kitabından, Peygamberin Sünnetinden faydalanmaları artık imkansızdır. Çünkü onlara göre önlerinde, o iki kaynağı en güzel şekilde yaşayan varlıklar mevcuttur. Öyleyse asıl olan bu günahsız(!) varlıkların iki dudaklarının arasından çıkacaklar ile amel etmektir.

Burada özetle şunu söyleyebiliriz: Allah Rasûlünü övdüğünü zannederek ecir kazanacağına inananlar bunu ne kadar iyi niyetle yaparlarsa yapsınlar, şeytanın tuzağına düşerek büyük bir şerrin kapısını aramışlardır.

Peygamberlerin birçok gönderiliş amacı vardır. Bunlardan en belirgini ise Allah’a nasıl kulluk edileceğini kavimlerine göstermektir. Ancak Peygamberleri usulsüzce övenler farkında olmadan bu amacı da baltalamışlardır. Çünkü aşırı derecede övülen bir insanın beşeriyet vasfı biter. Beşeriyet vasfı biten bir varlık ise hiçbir alanda örnek alınamaz. Onlar artık sadece menkıbeler konu olacak, faziletleri anlatılmakla yetinilecek şahsiyetlerdir. Dini asıl kaynaklarından beslenerek öğrenenler ise, Peygamberlerin gönderiliş gayesini bildikleri için her hallerinde onları örnek almalarının gerekliliğini idrak ederler.

Burada zikredilen uydurma rivayetler ile insanların zihni doldurulurken aslında arka plana atılan, unutturulan çok önemli bir gerçek vardır. O da Allah Rasûlü’nün mücadelesidir. İnsanlar Peygamberleri ne kadar olağanüstü varlıklar olduğunu anlatmakla ve dinlemekle uğraşırken Peygamberlerin gönderiliş gayesine uygun olarak yaptığı ameller gölgede kalmaktadır. Kimse o konularla ilgilenmemekte, masallarla yetinmektedir.

Halbuki Müslüman bir fert ilk olarak Peygamberin neyi nasıl anlattığına bakmalıdır. Tevhid mücadelesinin hangi safhalardan oluştuğunu, hangisinin öncelik arz ettiğini onun sallallahu aleyhi ve sellem hayatından öğrenerek yaşantısına geçirmelidir.

Sonuç olarak din alanında ki her ifrat ve tefritte olduğu gibi bu husustaki aşırılık da insanların dini algılarına zarar olarak geri dönmüştür. Müslüman sadece bu hususta değil, dinle alakalı tüm mevzularda Allah ve Rasûlü’nün ulaştırdıkları ile yetindiği müddetçe felaha erişecektir. Tersi bir durumda ise hüsran kaçınılmazdır.

Dualarımız sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver