Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Kıymetli Kardeşim,
Hepimizin bildiği üzere Allah (cc) her birimizden, dinine yardım etmemizi istemektedir. gerek Allah’ın dinine yardım ederken gerek kulluğumuzda, ayağımıza pranga olan, her işin kendisine özgü afetleri vardır. İnsan yaptığı işin afetlerini bilmekle mükelleftir. Ticaretin afeti ile ilmin afeti, yöneticilik afeti ile memuriyet afeti, bireyin afeti ile topluluğun afeti… elbette bir değildir.
Afetten kastımız; her yola konulmuş, yolun tabiatıyla uyumlu, şeytani ve nefsi tuzaklardır. Kişi bunları bilmez ve sakınmak için çabalamazsa salih ameliyle cehenneme sürüklenen bedbahtlardan olur, bundan Allah’a sığınırız. Ateşin kendisiyle tutuşturulacağı insanların âlim, şehit ve zengin olduğu düşünülürse amelin afetinden sakınmamanın tehlikesi daha iyi anlaşılır.[1]
Allah’ın dini için mücadele verirken dikkat etmemiz gereken afetler nelerdir?
1. Heyecanlarımızı Kaybetmek
Yolumuz uzun, düşmanımız çok, bizler ise zayıf insanlarız. Bu nedenle her birimizin kuvvetli olmaya ve bizi ayakta tutan azıklara ihtiyacı var. İman ve dava mücadelesinde en büyük azığımız, heyecan sahibi olmaktır. Çünkü insanı mücadelesinde istikrarlı kılan, fedakâr yapan, sabrını çoğaltan, basiretini açan, çözümcü kılan ve Rabbine bağlılığını arttıran güç; heyecan ve sevgidir.
İman ettiğimiz ilk dönemlerimizi hatırlayalım. İmanla beraber sönmek bilmeyen bir heyecanımız vardı. Etrafımızdakilere tebliğ yapabilmek, onları sohbet ortamlarına getirebilmek adına mücadele ve çaba içerisine giriyorduk. Davaya hizmet etmek için can atıyor, verilen görevlerle heyecanlanıp coşuyorduk. O kadar ki “Bizden rica etmeyin, emredin.” diyorduk. Ders ortamlarımız, ilmî meclislerimiz, iple çektiğimiz mekânlardı. Bu günlerde misafir almaz, ekstra program yapmaz, iş/eş/aş hiçbir şekilde bizi ilmî ortamlardan alıkoyamazdı. Hakeza kardeşlerimizle buluşmak, bize her gün bayramı yaşattırıyordu. Kardeşimizi göremediğimizde meraklanıyor, endişeleniyorduk. Hemen evine ziyarete gidiyor ya da telefonla arayıp mutlaka hâl hatır soruyorduk. Hele ibadetlerimiz, onlardan aldığımız lezzet bambaşkaydı. Tadını tarif etmek mümkün değil. Namaza durduğumuzda sanki meleklerle safa duruyormuş, Rahmân’ın arşında namaz kılıyormuş gibi coşkuluyduk.
Evet, imanın ilk günlerinde bu heyecanı hepimiz yaşadık. Peki, şimdi ne durumdayız?
Allah’ın (cc) rahmet ettikleri müstesna birçoğumuz heyecanımızı kaybetmiş hâldeyiz. Hiçbir şey bizi harekete geçirmiyor, hiçbir şey bize lezzet vermiyor. Kendi kabuğuna çekilmiş, hatırlatılmadan iş yapmayan, çağırılmadan gelmeyen, söylenmeden düşünmeyen, nasihat etmeden taşın altına elini koymayan, geçmişte yaptığı fedakârlığı zikrederek minnet eden ve yeterli gören coşkusuz bir hâldeyiz. İşte bu en büyük afetimizdir; heyecanlarımızı muhafaza etmedik ve etmek için mücadele vermedik.
Evet kardeşim, yukarıda yazdıklarımızla beraber bilmen gereken diğer bir durum da hizmette canlılık/coşkulu dönemi olduğu gibi bıkkınlık/durağanlaşma döneminin de olduğudur. Bu, kaçınılmaz bir sünnetullahtır. Kalp ritmimizde bile bir aşağı bir yukarı iniş çıkışlar vardır. Bunlar olmasa ve düz bir çizgi olsa, o kalp sağlam bir kalp olamaz. Kulluk ve mücadeledeki iniş çıkışlar da bunun gibidir.
Peygamberimiz (sav) bu tarz düşüşler yaşayacağımızı hadislerinde bize haber vermiştir:
“Her amelin bir coşkusu, her coşkunun da gevşemesi vardır. Kimin coşkusu sünnetimden yana olursa o mutlaka kurtulmuştur. Kimin de isteği/arzusu/rağbeti sünnet dışına yönelik olursa o helak olmuştur.”[2]
Sahabe (r.anhum) Medine’ye hicret ettikleri dönemde bazı durumlarda düşüş yaşamış ve Allah tarafından uyarılmışlardır:
“İman edenlerin, Allah’ın zikrine ve (Kur’an ayetlerinden) inen hakka karşı kalplerinin yumuşamasının zamanı gelmedi mi?”[3]
Peygamberimizin (sav) dizinin dibinde, vahiyle eğitilen toplulukta bile duraklama dönemi yaşanmışsa bizlerin de yer yer heyecanı/coşkusu düşecek, durağanlaşma dönemi olacaktır. Ancak bu heyecanı diplere düşürmeden, kalp ritimlerinde olduğu gibi üstlere doğru çekmenin mücadelesini vermeye çalışacağız.
Aziz Kardeşim,
Mücadelede heyecanımızı tekrar elde etmek veya bir seviyede tutmak adına şu soruları kendimize soralım: Dava ile aramızdaki bağ nedir? Ders midir, yoksa dert midir? Bu davayı sırtımızda hörgüç olarak mı görüyoruz, yoksa heybe olarak mı?[4]
Eğer davayı ders olarak görürsek, biraz ilim öğrendikten sonra ahkâm kesmeye, fetva vermeye, bilmişlik taslamaya başlar; bireysel hareket eder, kendimizin dışındakileri de küçümseriz. O kadar ki -bugün de olduğu üzere- sosyal medya sayfalarında, oturduğumuz yerden milleti eleştirdiğimiz gıybet platformu oluştururuz.
Lakin davayı ders olarak değil, dert olarak gördüğümüzde ilmimizle mütevazılığı elde eder, mütevazılıkla insanları İslam’a çağırırız. Ümmeti, içinde bulunduğu ihtilaf ve basiretsizlik girdabından çıkarmak için harcarız vaktimizi. Bu yeteneğimizi davanın ihtiyaç duyduğu alanlarda değerlendirir ve birlik içinde hizmet etme mücadelesi veririz.
Davayı heybe olarak görürsek, alınan kararlar nefsimize ağır geldiğinde, bıkkınlıkta, yorgunluk ânında, etraftan taltifler bitip eleştiriler başladığında, imtihanlar üst üste geldiğinde ya da zor zamanlarda, “Benden bu kadar.” deyip hemen heybemizi sırtımızdan indirir, davayı terk ederiz. Ama davayı hörgüç olarak gördüğümüzde; yorulsak da bıksak da zor gelse de tepki ve eleştiriler yapılsa da “Bu dava benim davamdır, benden ayrılmayan, kenara bırakamayacağım hörgücümdür.” deyip hizmetimize devam ederiz.
İmanları ve mücadeleleri Allah (cc) tarafından kabul edilmiş sahabemizin hayatlarından heyecanlarımızı arttıracak, hizmet anlayışımızda bakış açılarımızı değiştirecek bazı kesitler aktarmak isterim:
93 yaşındaki Ebû Eyyûb El-Ensari’yi hatırlayalım. İstanbul’un Fethi için -deve üstünde duracak takati yok- bu yaşta yollara koyuluyor. Yaşı ilerlemesine rağmen şehit oluncaya kadar mücadele ediyor. Şehit olunca da İstanbul’a defnediliyor. Peki, onu bu yaşına rağmen bıkmadan, emekliliğe takılmadan koşturtan, coşturan nedir? Elbette ki iman ve dava mücadelesinde duyduğu heyecanıdır.
70 yaşında Ebû Talha (Zeyd ibni Sehl) cihada çıkmak istediğinde iki oğlu, “Babacığım, sen yaşlısın, savaşa çıkma, biz senin yerine gideriz?” diyerek duraklatmaya çalıştılar. Ancak Ebû Talha kabul etmedi. En sonunda ise bir yıl katılmak, bir yıl katılmamak üzere anlaştılar. Ebû Talha’yı bu yaşta bıkmadan, emekliliğe takılmadan koşturtan, coşturan şey nedir? Elbette ki iman ve dava mücadelesinde duyduğu heyecanıdır.
“Ömer (ra), Kadisiye’nin öncesinde Sa’d ibni Ebî Vakkas’a mektup yazıyor: ‘Sakın savaşa hemen girme, aradaki engeller sulh yoluyla kaldırılabilecekse elçiler gidip gelsin.’ diye belirtiyor. Rüstem Mizal’a bazı elçiler gidip geliyor. Olumlu netice alamıyorlar.
Bunun üzerine Ömer’in (ra), tavsiyesiyle Sa’d ibni Ebî Vakkas, on dört kişilik bir heyet seçiyor. Başlarına da Numan ibni Mukarrin’i emîr tayin ediyor ve İran’ın şahı Yezdi Cerd’e gönderiyor.
Yezdi Cerd, ‘Buraya neden geldiniz?’ diye soruyor.
Numan, ‘Biz sizi kula kul olmaktan kurtarmaya geldik. İman et, dinde kardeşimiz ol. Ya da aramızdan çekil, senin kavmine bu dini ulaştıralım. İkisini de kabul etmezsen aramızda kılıç hakemdir.’ diye cevap veriyor.
Yezdi Cerd kızıyor ve ‘Siz Araplar ki biz size değer vermez, sözünüzü kale almazdık, uç beylerimize emreder onlar sizinle konuşurlardı. Siz ne konuştuğunuzu bilmiyorsunuz, bu sözlerin faturası ağır olur.’ diyor.
Numan, ‘Doğrudur, biz değersiz bir topluluktuk. Ancak Allah aramızda peygamber çıkardı. Onunla şerefi ve izzeti bulduk, kula kul olmaktan kurtulup, Allah’a kul olduk. Yaşadığımız izzeti sizinle de paylaşmak istedik.’ diye cevap veriyor.
Yezdi Cerd, kızıyor ve askerlerine, ‘Götürün bunları, birkaç yiyecek ve giyecek verin, ihtiyaçlarından dolayı buraya gelmişler.’ diye söylüyor.
Numan, ‘Hayır, biz bunun için buraya gelmedik, kula kulluktan kurtarmak için buraya geldik.’ diye aynı şeyleri ifade ediyor.
Bunun üzerine Yezdi Cerd, ‘Aranızda en soylunuz kimdir?’ diye sorunca Asım ibni Amr, tahkir cezası verileceğini tahmin ederek, ‘Benim.’ diye kendini öne atıyor.
Yezdi Cerd, ‘Bunların hepsini alın, en soylusu olan şu gencin sırtına da toprağımızdan bir çuval toprak koyun ve şehrin ortasında yürütün. Halkım, İslam askerlerinin ne hâle düştüklerini görsünler ve alay etsinler.’ diye emrediyor.
Askerler aynen denileni yapıyor. Asım ibni Amr ve diğer on üç kişi şehrin içerisinde dolaştırılıyor ve hakarete maruz kalıyorlar…
Bu heyetin dönüş zamanı geliyor, Asım ibni Amr sırtındaki çuvalı indirmiyor. Kadisiye’nin meydanına kadar götürüyor.
Orada meydanda bir tepeye çıkıyor, ‘Ey iman edenler!’ diye sesleniyor.
Bakışları üzerine çekince ve insanlar etrafında toplanınca şu şekilde sesleniyor: ‘Ey iman edenler! İran’ın toprağını sırtımda size getirdim, gerisini siz kılıçlarınızla getireceksiniz.’ Bu sözü duyan sahabeler tekbir getiriyorlar…”[5]
Subhanallah, Asım ibni Amr’ı duraklatmadan, sırtında çuvalı taşıttıran şey nedir? İman sevgisi ve heyecanıdır. Öyle bir heyecana sahipti ki, başkalarını da heyecanlandırıyordu. Bu kıssayı okuduğumuzda bıktık, yorulduk demekten çekinip utanmamız gerekmez mi? Dava için ne yapıyoruz ki yoruluyoruz? Haftada birkaç kere derse gelerek, birkaç hizmet ederek, birkaç kişiye davet götürerek yoruluyorsak Resûlullah’ın ve ashabının hizmetini nasıl değerlendireceğiz?
Bir de Esma binti Ebû Bekir’i hatırlayalım. Allah Resûlü ve Ebû Bekir Medine’ye hicret edecekleri zaman Sevr Dağı’nda konakladılar. Esma, beş km uzaklıkta, çıkması zor ve dik olan bu dağa -yedi aylık hamile olmasına rağmen- üç gece boyunca sırtında yemek götürmüştür. Yemekleri bağlayacak bir şey bulamadığı için de belindeki kuşağı ikiye ayırmış, yemeğin ağzını bağlayarak sağlamlaştırmıştır. Burada önemli olan husus şudur: Kuşak o dönemlerde hürlüğün, namuslu kadınların özelliğiydi. Kötü kadınların ise bellerinde kuşak olmazdı. Toplumda laf gelme durumu olmasına rağmen “El âlem ne der?” putuna aldırış etmeden belindeki kuşağı da davası için feda etmiş, davasını öncelemiştir.
Peygamberimiz (sav), “Ey Esma, burada feda ettiğin bu kuşağına karşılık Allah (cc) sana cennette iki kuşak bağışlayacaktır!” müjdesini vermiş, ona Zâtu’n Nitâkayn lakabını takmıştır.
Evet kardeşim, kıssaları okuduk. Şimdi kendimize dönelim ve soralım: Bizler davayı nasıl görüyoruz? Hörgüç mü, heybe mi? Her şey davaya nasıl baktığımızda saklıdır. Davayı hörgüç olarak görüyorsak; yorulmaya, bıkmaya, küsmeye, sızlanmaya, olumsuzluğa takılmaya, şahıslara bağlı kalmaya, kibirlenmeye hakkımız yoktur. Çünkü bu dava bütünüyle bizimdir, biz de bütün benliğimizle bu davaya aidiz.
Rabbim bizleri zaaflarımıza ve afetlerimize karşı muhafaza etsin. Kendi dininin yardımcısı, mücadelenin öncüsü eylesin. Allahumme âmin.
[1]. bk. Tevhid Dergisi, S 77, s. 10
[2]. Ahmed, 6539
[3]. 57/Hadîd, 16
[4]. Heybe, yük taşımak için hayvanın sırtına sonradan koyduğumuz bir eşyadır. Hörgüç ise hayvanın sırtında yer alan, pek çok faydası olan ve hayvanın vücudundan ayrılmayan bir uzuvdur.
[5]. El-Bidâye ve’n Nihâye, İbni Kesir, Hicri 14. Senede Yaşananlar başlığındaki Kadisiyye Savaşı bölümünde geçmektedir.
Allah (Azze ve Celle) hocalarımızdan ve tevhid dergisinde çalışan tüm kardeşlerimizden razı olsun .. Rabbimiz kalplerimizi ve ayaklarımızı dini ve taati üzere sabit kılsın, bizleri bu aziz davaya dört elle sarılan ve davayı hakkıyla yüklenen vefakar kullarından eylesin ..
Allahumme Amin ..
Allahumme Amin ..
Velhamdulillahi Rabbil alemin ..