Yaratılışımızın amacı Allah’a subhanehu ve teâlâ ibadet etmektir. İmtihanlarla beraber hakkıyla O’na kulluk etmek var oluşumuzun özüdür.
Yeryüzünde halife olarak yarattığı kulların yaratılış gayesini Allah subhanehu ve teâlâ şöyle bildirir:
“Ben insanları ve cinleri sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” (51/Zariyat, 56)
Peygamber de sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın subhanehu ve teâlâ insanlar üzerindeki hakkını anlatırken şöyle izah eder:
“Allah’a ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır.” (Buhari, Müslim)
Nasıl ki arı, insanların kendisinde faydalanıp şifa bulacağı bal yapmak için yaratılmışsa, hakeza bizler de ibadetlerimizi âlemlerin Rabbine has kılmak için yaratıldık. Kâinattaki diğer canlılar kendilerine yüklenen görevleri yerine getirerek Rabblerine kul olurlarken, bizler de bu görevimizi ifa ederek Rabbimize abid olmaktayız.
Kişinin Rabbine ibadet etmekle görevli olduğunun şuurunda olması önemli bir bahistir. Çünkü hiçbir kavim yoktur ki; Allah subhanehu ve teâlâ kendilerine gönderdiği Peygamberleri o insanlara, Allah’a karşı kul olmakla, O’na ibadet etmekle görevli olduklarını hatırlatmış olmasın. Bütün Peygamberler, bu aslı insanlara anlatabilmek için yıllarını, canlarını ve mallarını feda etmişlerdir. Neden?
Çünkü dünyaya hangi sebeple gönderildiğini bilmeyen insanlar Rabblerine karşı kulluğunu ifa edemez. Edemediği gibi Allah’a subhanehu ve teâlâ karşı sürekli isyan içerisinde olur. Toplumumuzun Allah’tan subhanehu ve teâlâ uzaklaşmaları, yeryüzünde en büyük mefsedet olan Allah’tan başkasına ibadet etmeleri, kulluk sorumluluğunu idrak edememelerinden kaynaklanmaktadır.
Kul olarak dünyaya niçin geldiğimizi idrak ettiğimizde, vaktimizi daha çok Rabbimize abid olmakla geçirmeye çalışacağızdır inşallah. Peygamberleri, sahabeyi ve nice salih insanları Allah’a kul yapan şey, bu bilinçte olmalarıydı. Dünya işleriyle, Allah’a kulluk karşı karşıya geldiğinde, Rabblerine abid olmayı tercih etmelerinin, ellerinin tersiyle dünya emellerini itmelerinin sebebi de asıl görevlerinin kulluk olduğunu bilmeleriydi.
Kendilerine hayatta en çok ne ile meşgul olmayı seversin? diye sorulsa Allah’a köle olmak, O’na boyun eğerek kulluk etmek olduğunu söylemeleri de bu sebeptendir. Şu ana kadar Allah’a abid olmayla alakalı okuduğun kitaplarda sana ve bizlere, o yüce şahsiyete sahip olan insanların örnek olarak gösterilmeleri dikkatini çekmiş olması lazım. Bunun sebebi ise, onlar kulluk şuuruyla yatıp, kalkıyorlardı. Hayatlarına bakıldığında en çok izhar ettikleri şey, Rabblerine yaptıkları ibadetti.
Değerli kardeşim! Yaratılışımızın tek gayesi Allah’a subhanehu ve teâlâ ibadet etmek ve O’na hakkıyla kul olmaktır. Bunu bildikten sonra Rabbinin yanında en değerli ibadet hangisiyse, onunla Rabbine abid olmaya başlamalısın. Rabbine öyle bir amel sunmalısın ki, Allah subhanehu ve teâlâ onun ile meleklerine karşı iftihar etmeli.
Kur’an ve Sünnet’e baktığında Allah’a en sevimli olan amelin namaz olduğunu göreceksin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Dağ başında tek başına olan çobanın ezan okuyup, akabinde namaz kılması Allah’ın hoşuna gider. Yanındaki meleklere: ‘Kulum benden korktu, beni nida etti ve benim için namaz kıldı. Ben de onun günahlarını bağışladım’ der.” (Müslim, Ebu Davud)
Allah kullarının namazıyla meleklerine iftihar ediyor. Dikkat et, övünen zat âlemlerin Rabbi, Allah’tır. Övülmeye, hamda layık olan zat, kulun namazıyla iftihar ediyor. Peki, biz namazımızla diğer milletlere karşı iftihar edebiliyor muyuz? Müslümanlar ile otururken, birbirimize dinimizin direği namazın önemini anlatırken heyecan benliğimizi kaplıyor mu? Günde beş vakit namazı kıldıktan sonra içimizden sevinç duygularıyla kendi kendimize övünebiliyor muyuz?
Namaz, Miracın nurudur
Allah’ın subhanehu ve teâlâ tevhitten sonra kendisine değer verdiği amel, namazdır. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ dinin birçok emrini insanların arasında Peygamber’e arz ederken namazı, değerinden dolayı miraçta emretmiştir.
Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:
“Mescidi Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız Mescidi Aksa’ya ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu gece yürütüp götüren (Allah) eksikliklerden uzaktır.” (14/İsra, 1)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem İsra ve Miraç olayını şöyle anlatır:
“Ben Mekke’de iken evimin tavanı açıldı. Cebrail indi ve göğsümü açıp zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve iman dolu bir kap getirdi. Göğsüme boşaltarak kapattı. Ardından elimden tutup beni yakın semaya yükseltti. Yakın semaya geldiğimde, Cebrail semanın bekçisine: ‘Kapıyı aç’ dedi. O da: ‘Kim o?’ dedi. O da: ‘Ben Cebrail’ dedi. ‘Yanında biri var mı?’ diye sordu. ‘Evet, yanımda Muhammed vardır’, ‘Kendisine gelmesi için haber gönderilmiş midir?’ dedi. Cebrail: ‘Evet’ diye cevap verdi. Kapıyı açtığında yakın semanın üzerine çıktık. Baktım ki burada sağında ve solunda kalabalık bulunan bir adam oturuyor. Sağ tarafına baktığında gülüyor, sol tarafına baktığında ağlıyordu. Bana: ‘Hoşgeldin salih Peygamber, salih evlat’ dedi. Cebrail’e: ‘Bu kimdir?’ dedim. O da: ‘Bu Âdem’dir. Sağında ve solundaki şu kalabalık çocuklarının ruhlarıdır. Bunlardan sağdaki olanlar cennetlikler, solundakiler ise cehennemliklerdir. Sağına baktığında güler, soluna baktığında ağlar’ dedi. Sonra beni ikinci semaya yükseltti…”
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bütün semalara çıkıp oradaki Peygamberlerle görüştüğünü anlattıktan sonra bizlere namazın farz kılınışını, Allah ile arasındaki geçen diyoloğu anlatmaya şöyle devam eder:
“Allah ümmetime elli vakit namaz faz kıldı, elli farz namazla Rabbimin yanından döndüm. Musa’ya uğradım: ‘Allah ümmetine neleri farz kıldı?’ dedi. ‘Elli vakit namaz farz kıldı’ dedim. ‘Rabbine müracaat et. Ümmetin gerçekten bunu yapamaz!’ dedi. Ben de müracaat ettim yarısını indirdi. Musa’ya tekrar döndüm: ‘Yarısını indirdi’ dedim. ‘Rabbine tekrardan müracaat et ümmetin bunu gerçekten yapamaz’ dedi. Ben de tekrar Rabbime müracaat ettim, yarısını indirdi. Musa’ya tekrar döndüm. ‘Rabbine tekrar müracaat et ümmetin gerçekten bunu yapamaz’ dedi. Ben de tekrar müracaat ettim: ‘Sayı bakımından beş, sevap bakımından ellidir. Katımda söz değişmez’ buyurdu. Musa’ya döndüm ‘Rabbine tekrar müracaat et’ dedi. ‘Artık, Rabbime müracaat etmekten utandım’ dedim. Sonra beni alıp Sidretu’l Münteha’ya götürdü, Sidretu’l Münteha’yı öyle renkler kaplamıştı ki, ne olduklarını bilmiyordum. Sonra cennete konuldum. Bir de ne göreyim cennetin içerisinde inciden gerdanlıklar var, toprağı da miskti.” (Buhari)
Namaz, bizden önceki şeriatlarda da mevcut olan ibadettir
Bütün Peygamberler itikatta aynıdırlar. Fakat şeriatlarının ahkâmları zamana ve mekâna göre farklılık arz etmiştir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Biz Peygamberler babaları bir, anneleri ayrı olan kardeşler gibiyiz.”
Peygamberlerin babalarının aynı olması itikadın aynı olduğunu, annelerinin ayrı olması şeriatların farklı olduğunu ifade eder. Bütün Peygamberlerin şeriatleri farklı olması nedeniyle bizden önceki şeriatlarda haram olan bir şey, bizim şeriatımızda helal; onların şeriatında helal olan bir şey, bizim şeriatımızda haram olabilir.
Örneğin, savaşlarda elde edilen ganimetler bizden önceki şeriatlarda haramdı. Kimse ganimetten bir şey alamıyordu. Ganimetler bir araya toplanır, gökyüzünden ateş topu gelir onu yakardı.
Fakat bizim şeriatımızda ganimet helal kılınmıştır. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:
“Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve hoş yeyin ve Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah günahları bağışlayan, çokça rahmet edendir.” (8/Enfal, 69)
Peygamberlerin şeriatlerinde şer’i ahkâmlar değişmesine rağmen namaz ahkâmı bütün şeraitlerin özünde mevcuttur. Bu namazın Allah’ın subhanehu ve teâlâ yanındaki önemini ve konumunun büyüklüğünü gösterir.
Örneğin, İsmail’e aleyhisselam baktığımızda o ehline namazı emretmiştir. Allah şöyle buyurur:
“O ehline namazı ve zekâtı emrederdi.” (19/Meryem, 55)
Hakeza Allah subhanehu ve teâlâ Musa ve Harun’dan aleyhimusselam bahsederken şöyle buyurur:
“Musa’ya ve kardeşine: ‘Mısır’da kavminize ev hazırlayın, o evlerinizi (kıbleye yönelik) namazgah yapın. Ve namazı dosdoğru kılın. Ey Musa müminleri müjdele’ diye vahyettik.” (10/Yunus, 87)
Namaz, insanın canının söz konusu olduğu savaş zamanında dahi Müslümanların üzerinden düşmemiştir
İslam’ın emirleri din, can, mal, nesep ve ırz olan beş tane unsurun maslahatını koruma üzerine kuruludur. Bunların arasında en önemli maslahat ise, dindir. Dinin maslahatı her şeyin önüne takdim edilir. İkinci sırada ise, candır.
Allah subhanehu ve teâlâ insanlar için her zaman kolaylığı seçmiştir. Onların üzerinden zorluğu kaldırmıştır. O adildir. Adaleti sever. Kullarından hiç kimseye gücünden fazlasını yüklemez ve kendisine yaklaşırken gücünden fazlasını sarf etmesini talep etmez.
Allah şöyle buyurur:
“Allah’tan gücünüz yettiğiniz kadarınca korkun.” (64/Teğabun, 16)
“Allah sizin için kolaylığı ister, zorluğu istemez.” (2/Bakara, 185)
“Allah dinde sizin üzerinize bir zorluk kılmadı.” (22/Hac, 78)
Bu naslara baktığımızda şer’i emirler, meşakkatin, zorluğun ve zaruretin olduğu yerde, insandan düşmüş veya kolaylaştırılmıştır. Örneğin, kıyam, namazın rüknudur. Namazın olmazsa olmazlarındandır. Fakat herhangi bir şer’i özürden dolayı kişi kıyamda duramıyorsa, bu durumda kıyam ondan düşer.
En büyük meşakkat ve zorluk cihad ve savaş meydanlarıdır. Bombaların ve kurşunların havada uçuştuğu andır. Kişinin ufak dikkatsizliği canından olmasına neden olacaktır. Fakat buna rağmen namaz kişiye savaş esnasında da farz kılınmış, kişi ondan muaf tutulmamıştır. Sebep?
Çünkü namaz Allah katında değerlidir. Adil olan Allah, ne olursa olsun, savaş durumunda dahi namazı iptal etmiyor. Kullarının ölürken kendisine, en çok sevdiği namaz ile ibadet etmelerini istiyor. Secde ve rüku eder vaziyette ölüp, bu halde Rabbinin huzurunda dirilmek izzettir, şereftir. Rabbine karşı kulluğunun ispatıdır. İnşallah bu şekilde bir ölüm ile dünyadan gideriz.
Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:
“Yeryüzüne sefere çıktığınız zaman eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur. Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır. Sende aralarında bulunup onlara namaz kıldırdığında, bir kısmı seninle birlikte namaza dursun ve silahlarını da alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında diğerleri arkanızda bulunsunlar. Namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, seninle beraber namaz kılsınlar. Hem tedbirli bulunsunlar hem de silahlarını alsınlar…” (4/Nisa, 101-102)
Namaz, kulun mahşer gününde ilk hesaba çekileceği ameldir
Allah’ın subhanehu ve teâlâ mahşer gününde insanları kendisiyle ilk hesaba çekeceği şey namazdır. Namazın sualler arsında ilk sıraya alınması, namazın Allah subhanehu ve teâlâ katındaki değerini gösterir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Kişinin kıyamet gününde kendisiyle ilk hesaba çekileceği şey namazdır.” (Nesai)
Dünya ahkâmına baktığımızda da muamele aynıdır. İnsan çalışırken, ziyarete gideceğinde, davet edeceğinde vb. dünya yaşamında yapacağı şeylerde her zaman öncelikli olanları ön sıraya alır. Çünkü onun için değerli olan odur. Namaz da İslam şeriatında böyledir.
Yukarıdaki hadis bizlere şunu söylüyor: Allah subhanehu ve teâlâ değerinden dolayı namazı suallerin ilk sırasına alıyor. Peki siz dünya işlerinizle namaz karşı karşıya kaldığında ve bir program düşündüğünüzde namazı ilk sıraya alabiliyor musunuz? İlk sıraya alabiliyorsanız namazın sizin yanınızda önemli olduğunu gösterir. İlk sıraya almayıp hep sonlara doğru erteliyorsanız, sizin yanınızda namazın ehemmiyeti kalmamıştır. Ama unutmayın ki; siz namazı sonlara doğru erteleseniz de Allah subhanehu ve teâlâ sizi ilk onunla hesaba çekecektir.
Namaz, yedi yaşında çocukların benliğine aşılanan bir ameldir
İnsan aklı baliğ oluncaya kadar hiçbir şer’i emirlerden sorumlu değildir. Buluğ çağından sonra sorumluluk başlamıştır. Yapmadığı şeylerden sorguya çekilip cezalandırılacak, yaptığı amellerin de mükâfatını alacaktır.
Namaz da bu amellerden bir tanesidir. Sorumluluğu buluğ dönemiyle başlar. Fakat İslam yedi yaşındaki çocuklara namazı emretmemizi, eğer on yaşına geldiğinde kılmazsa dövmemizi emretmiştir. Bu da namazın önemini gösterir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Çocuğa yedi yaşında namazı emredin, on yaşına geldiğinde kılmazsa dövün.” (Tirmizi)
Bugün insanlar çocuklarının yaşı ufak olduğu için İslam’ın birçok emrini yapmamasına müsaade ediyor. Genellikle duyduğumuz sözler: ‘Daha küçük o. Büyüdüğünde yapacaktır.’ Bu anlayış Kur’an ve Sünnet’e terstir. İslam ufak yaşta şer’i emirlere alıştırmanın önemini yukarıdaki hadisle ifade etmiştir.
Çocuğa yaşı ufak diye İslam’ın emirlerini yapmamasına müsaade eden ebeveynler dünya işine geldiğinde aynı tavrı göstermiyorlar. İşler arasında hangisi zorsa: ‘Biraz burnu sürtsün, dünyanın, ekmek kazanmanın zorluğunu öğrensin’ anlayışıyla kendisinin bile zorlanacağı işler yaptırıyorlar.
İslam’a aykırı davrandığında ‘daha küçük…’ diyen anne ve babalar, kazayla evdeki bir eşyaya, arabaya zarar verdiklerinde tabir caizse ‘merkep sudan gelinceye kadar’ dövüyorlar. Sözlerini kendilerine hatırlatıyorum: ‘Hani evladınız daha küçüktü. Her şeyi büyüdüğü zaman yapacaktı?’
Allah subhanehu ve teâlâ adildir. Kullarına da, evlat dahi olsa adaletli davranmayı emreder. Şer’i emirlerde gevşek, dünya işlerinde ciddi muamele sergilemek, adalet değildir. İnsanın fıtratına uygun olanı emreden Allah subhanehu ve teâlâ, kendisinin sevdiği namazı çocuğa da emretmiştir. Ki bu nimetten o da faydalansın, buluğ dönemine geldiğinde bu emri daha güzel ifa etsin. İşte adil muamele budur.
Rabbimizden dileğimiz namazın önemi ve değerini kalbimize yerleştirmesidir. Miracı hatırlayarak, Allah’ın subhanehu ve teâlâ katında kılıyormuş hissine bürünerek namazı kılmayı nasip etmesidir. Allahumme amin.
Davamızın sonu alemlerin Rabbine hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap