Medine’nin İlk Yolcuları

 

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selam O’nun Rasûlü’ne olsun.

Allah Rasûlü ile, ikinci Akabe biatını yapan ensar memleketlerine dönerlerken, Allah Rasûlü de ashabına yeni bir hicret yurdunu işaret ediyordu: Medine.

“Allah sizin için kardeşler yaptı ve orasını sizin için emin bir yer kıldı. Oraya gidin.!”

Artık Müslümanların işkencelere maruz kalmadan yaşayabilecekleri, davetlerini daha etkili bir şekilde yapabilecekleri bir beldeleri vardı.

Aslında hicret kavramı sahabilere yabancı değildi. Teorik olarak Kur’an ve sünnette işlenmekte, pratikte de Habeşistan örneğinde karşılarına çıkmakta idi. Ancak Habeşistan ile Medine’yi birbirinden ayıran bazı temel noktalar vardı. Özet olarak bunları sıralayacak olursak:

• Medine, davet için bir merkez, İslam’ın devletleşme hayallerinin gerçekleşeceği mekândı. Habeşistan ise bu sıfattan uzak, sadece oradaki adil kralın yönetici olduğu müddetçe müminlerin güvende yaşayabilecekleri bir mekândı.

• Medine, güvenlik açısından daha iyiydi. Çünkü orada Müslümanların dayanağı kardeşleri idi. Habeşistan’da ise, sadece kâfir; ama adil bir kral vardı. O, bu ahlakını yitirdiğinde ya da vefat ettiğinde Müslümanların açıkta kalma ihtimali ortaya çıkacaktı.

• Coğrafi olarak da Medine, Habeşistan’a göre daha stratejik bir yerde idi.

Pratikte Habeşistan sayesinde hicret olgusu ile karşılaşan sahabiler, teorik olarak da ayet ve hadislerde bu konunun işlendiğini görmekteydiler. Daha ilk vahyin inmesiyle beraber Varaka’ya gelen Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir gün yurdundan sürüleceği ve hicret etmek zorunda kalacağı gerçeğini öğrenmişti. Daha sonrasında da Allah subhanehu ve teâlâ geçmiş ümmetlerden örnekler vererek yurtlardan sürmenin kâfirlerin, muhacir olmanın da peygamberler ve tâbilerinin en önemli özelliklerinden biri olduğunu haber vermişti:

“İnkâr edenler peygamberlerine dediler ki: ‘Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkaracağız ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!’ Rabbleri de onlara: ‘Zalimleri mutlaka helâk edeceğiz!’ diye vahyetti.” [1]

Ashab-ı Kehf kıssası anlatılmakta, Yusuf’un günahkâr bir ortamı daha zor ama salih bir ortamla değiştirmek istediğini haber veren ayetler ile hicret kavramının kapsamı daha da genişletilmekteydi:

“(İçlerinden biri şöyle demişti:) Mademki siz, onlardan ve Allah’tan başka taptıkları putlardan ayrıldınız, o hâlde mağaraya sığının ki, Rabbiniz rahmetinden size genişlik versin ve işinizi rast getirip kolaylaştırsın.” [2]

“Yusuf dedi ki: Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer sen, bu kadınların tuzaklarını benden uzak tutmazsan ben onların tuzağına düşerim ve cahillik edenlerden olurum.” [3]

“Yusuf dedi ki: Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun tabirini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben, Allah’a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir kavmin dinini terk ettim.” [4]

Tüm bu teorik ve pratik bilgilerden Müslümanlar şunu anlamışlardı: ‘Muhacir, masiyetten uzaklaşandır. Bu uzaklaşma kimi zaman zihnen kimi zaman bedenen olur. Ancak bedenin harekete geçmesinin bir anlam ifade edebilmesi için öncelikle zihnin, kalbin masiyetlerden ve yanlış itikadlardan hicret etmesi gerekir.’

Allah Rasûlü ashabına Medine yurdunu hicret yurdu olarak tanıtınca, sahabiler tek tek ya da toplu hâlde Medine’ye hicret etmeye başladılar. Ancak Mekkeli müşrikler başta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere sahabilerin bu fiilinden rahatsızdı ve onları engellemek için girişimlerde bulunmaya başladılar. Öncelikle Mekkeli müşriklerin niçin hicrete karşı çıktıklarının sebeplerine bakalım. Sonra da nasıl engeller çıkarttıklarını sıralayalım.

Müşrikler, Müslümanların Medine’ye hicret edip, güç toplamasını istemiyorlardı. Çünkü Medine, stratejik olarak kritik bir bölgedeydi. Ve Mekke’nin ticaret kervanlarının geçiş güzergahlarına yakındı. Eğer Medine bir İslam yurdu olursa Müslümanlar, yıllardır yaşadıkları zorluklar neticesinde kaybettikleri ekonomik güçlerine, Kureyş’in kervanlarını ele geçirerek tekrardan kavuşabilirlerdi. Nitekim Bedir savaşının çıkış sebebi de bu idi.

Müşriklerin Medine’ye hicreti engellemek istemelerinin başka bir sebebi ise, İslam davetinin kendi kontrollerinden çıkacağından endişe etmeleri idi. Mekke sınırları içerisinde en gür seda ile haykırılsa bile, davet, müşriklerin engellemeleri neticesinde kısık seslere dönüşüyordu. Ancak Medine’de davetin önüne çıkan her engeli silip süpüren bir nehir gibi olacağı kesindi. Sahabiler zor şartlarda bile bu kadar kaliteli bir amel ortaya koymuşlar ise, imkânların çoğaldığı yerde amel de mükemmelleşecekti.

Müşrikler, Medine’de bir güç oluşumunu istemiyorlardı. Çünkü o zamana kadar Arap yarımadası Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve arkadaşlarını Kureyş’ten dinlemişti. Müslümanlar, özgürce ve eşit şartlarda kendilerini ifade etme imkânını çok az bulmuşlardı. Böyle fırsatlar yakaladıklarında da Akabe biatları olmuş, Müslümanlar Necaşi’nin karşısında hakkı söyleyerek orada uzun bir müddet kalabilmenin kapılarını aralamışlardı. Artık hicret ile beraber propagandadaki tekel kırılacak, Müslümanlar da kendilerini düzgün ve rahat bir şekilde ifade edeceklerdi.

Kureyşliler Müslümanların hicretini, Araplar arasında itibarsızlaşmamak için de istemiyorlardı. Çünkü Müslümanlar, toplumlarında ahlaki olarak parmakla gösterilen kişilerdi. Ayrıca sahabelerin arasında tabaka olarak da üst sınıfa dahil edilebilecek hatta Daru’n Nedve’nin bir müddet üyesi olmuş kişiler dahi vardı. Kavmiyetçiliğin en önemli değer ölçüsü olduğu böyle bir toplumda insanların kendi topraklarını, kavimlerini terk edip başka bir kavme ve yurda sığınmaları bu amele sebebiyet verenler için ciddi bir prestij kaybıydı. Nitekim siyerin daha önceki kısımlarında Ebu Bekir’in radıyallahu anh hicret etmesine engel olan müşriğin bu illetle hareket ettiğini görmüştük.

“Müslümanlara yapılan işkence ve eziyetler artınca, Rasûlullah Habeşistan’a hicret izni verdi. Ebu Bekir’de Habeşistan’a hicret için Mekke’den çıktı. Berku’l Gımad bölgesine gelince İbnu’d Değine ile karşılaştı. O, Ebu Bekir’e ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sordu. Ebu Bekir’de ‘Beni kavmim çıkardı. Tenha bir yere gidip orada Rabb’ime ibadet etmek istiyorum.’ dedi. İbnu’d Değine:

‘Ey Ebu Bekir! Senin gibi biri ne yurdundan çıkar ne de çıkarılır. Çünkü sen, herkeste bulunmayan değerli malları ihsan edersin. Akrabanı ziyaret eder, yetişkin olmayan aile fertlerinin yükünü çekersin. Misafiri ağırlar, hayırlı işlerde yardım edersin. Şimdi, ben senin koruyucunum. Haydi! Mekke’ye dön ve kendi Rabb’ine ibadet et.’ dedi.

Bunun üzerine Ebu Bekir İbnu’d Değine ile birlikte geri döndü.

İbnu’d Değine, o akşam Kureyş müşriklerini dolaşarak ‘Ey Kureyş! Ebu Bekir gibi saygıdeğer bir kişi, şüphesiz ne memleketinden çıkar, ne de çıkarılır.’ dedi ve onun ahlakını övdü.” [5]

İşte Mekkeli müşrikler bunun gibi sebeplerden ötürü Müslümanların hicretini engellemeye çalıştılar. Kimisini hapsettiler, kimisini çocuğundan ve eşinden kopardılar. Kimisinin ise malını gasp ettiler. Bazen de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gibi öldürmeye çalıştılar. Şimdi tek tek siyerden bu örnekleri okumaya çalışalım.

Kullanılan yöntemlerden ilki, hicret etmeye niyetlenenlerin mallarını gasp etmekti. Suheyb er-Rumi radıyallahu anh başka bir memleketten Mekke’ye gelip orada ticaret neticesinde rızkı genişletilen sahabilerdendi. Hicret etmek istediğinde müşrikler ile arasında şöyle bir diyalog geçti:

“Suheyb hicret etmeye niyet ettiği zaman, Kureyş’in kâfirleri ona dediler ki:

__ Bize fakir ve hakir olarak geldin. Yanımızda malın çoğaldı, yükseldin. Sonra da malını ve kendini götürmek istiyorsun. Vallahi kesinlikle olmaz! Suheyb de onlara şöyle dedi:

__ Malımı size verirsem yolumu serbest bırakır mısınız? Müşrikler:

__ Evet. Suheyb:

__ Öyle ise malımı size bıraktım, dedi.

Sonra bu haber Peygambere vardı. O da:

__ Suheyb kazandı. Suheyb kazandı, diye iki sefer tekrar etti.” [6]

Aslında burada temel olarak müşrik aklının nasıl çalıştığını görmekteyiz. Onların dinî ve dünyevi olarak yaptıkları her şey aynı noktaya odaklanmış hâldedir: Maddi bir çıkar elde etmek. Başka inançlara sahip olan herkesi de aynı kefeye koymakta, dünyevi menfaatlerin musluğu kesildiğinde diğer insanların da rahatlıkla taviz verebileceklerini düşünmektedirler. Ambargo yıllarında çok kapsamlı bir şekilde bunu denediler. Ama temel olarak kıyasları batıl olduğu için hüsrana uğradılar.

Suheyb er-Rumi’ye radıyallahu anh yapılmak istenen de bu idi. Ancak bir kez daha amaçlarına ulaşamadılar ve elde ettikleri basit dünyalıklar ile kendilerini avuttular.

Müminin dünyaya bakışı ise bambaşkadır. O, mülkün asıl sahibinin kim olduğunu çok iyi bilir. Bu yüzden de O’nun subhanehu ve teâlâ istediği şekilde malını harcaması gerektiğini asla unutmaz. Allah, müminin bu hakikati aklından çıkartmaması için infakla alakalı ayetlerde mülkü genellikle kendisine izafe eder.

“Onlar kendilerine verilen rızıktan infak ederler.”

İşte gaflete düşen ve kendisini gerçek malik yerine koyan insan, kazanımlarını kaybetmemek için olmadık şeyler yapar, beklenmedik ayak kaymalarını sahnelemeye başlar. Bu meseleyi sadece mal ile sınırlandırmak doğru olmaz. Dünyevi kazanç olarak adlandırabileceğimiz ve Rabbimizin Rezzak isminin insan üzerindeki tüm tecellileri aynı başlık altında değerlendirilebilir. Nimet hâlinde isek şükrünü yerine getirmeli, bir mahrumiyet ile karşılaştığımızda ise vaveyla koparmak yerine, niçin bu nimetten mahrum olduğumuzu tefekkür edip, aynı yanlışa bir daha düşmemek için çabalamalıyız.

Mekkeli müşriklerin hicreti engelleme yollarından bir başkası da hapis idi. Ömer radıyallahu anh iki arkadaşı ile hicret etmek için sözleşmiş; ama Hişam b. As, daha buluşma yerine gelemeden yakalanıp hapsedilmiş; Ayyaş b. Ebi Rabia ise, yola çıktıktan sonra yanına gelen kardeşleri tarafından kandırılıp geri götürülmüştü. Ayyaş b. Ebi Rabia’nın kardeşleri ona şöyle söylediler: ‘Annen seni görünceye kadar başına tarak vurmamaya, güneşten gölgelenmemeye yemin etmiştir. Artık ona acı.’

Ömer radıyallahu anh ise, feraset sahibi bir insandı. Müşriklere güvenilmeyeceğini biliyordu ve müşriklerin kullandığı en önemli taktiklerden birisinin de Müslümanların da hassas olduğu meseleler ile onlara yaklaşmak olduğunu daha önceden müşahade etmişti. Ayyaş b. Ebi Rabia’ya şöyle öğüt verdi: ‘Ey Ayyaş! Vallahi kavmin seni sadece dininden döndürmek istiyor, onlardan uzak kal. Vallahi şayet senin anana bit, kir gelse elbette, başını tarar ve şayet onun üzerine Mekke’nin sıcağı şiddetlense elbette, gölgelenmeye mecbur kalır.’

Ancak Ayyaş b. Ebi Rabia’nın duygusal damarı ağır bastı. Ve müşrikler onu da hapsettiler. Aslında bu tablo, vakada defalarca karşımıza çıkan ve maalesef İslam’dan ve İslam’a hizmetten Müslümanları alıkoymak için kullanılan yöntemlerdendir. Bu aşamada verilen ufak bir taviz dahi, ardı arkası kesilmeyen büyük isteklere dönüşmektedir. Müslümanın  hangi hakları öncelemesi gerektiğini öğrenmesi ve sabretmesi, bu tuzaklardan onu koruyacaktır.

Allah Rasûlü, daha sonra hapsedilen bu iki kişiyi kurtarmak için girişimde bulunmuş ve Hişam b. As ile Ayyaş b. Ebi Rabia Medine’ye getirilmiştir. Bir vücudun azası olmanın gerekliliğini Allah Rasûlü bu şekilde pratiğe dökerken, hem Müslüman kardeşlerinin sıkıntısına ortak olmuş hem de ashabına bilgilerin teorikte kalmaması gerektiğini bir kez daha öğretmiştir.

Müşriklerin hicreti engelleme metotlarından belki de en şiddetlisi ve ağırı ise, aileleri parçalamak ve güçleri yettiği kadarı ile de aile fertlerinin hicretine izin vermemektir. İlk hicret eden sahabilerden Ebu Seleme’nin radıyallahu anha kıssası buna örnektir:

“Rasûlullah ashabından Medine’ye hicret edenlerden ilki, Ben-i Mahzum’dan Ebu Seleme b. Mahzum’dur. Akabe ashabının biatından bir sene önce Medine’ye hicret etti. Habeşistan’dan Mekke’ye Rasûlullah’ın yanına gelmişti. Kureyş ona eziyet verdiği ve ensar halkının Müslüman olduğu haberi ona varınca Medine’ye muhacir olarak gitti.

Ümmü Seleme şöyle demiştir:

Ebu Seleme Medine’ye gitmeye niyet ettiği zaman devesini hazırladı. Sonra beni ona bindirdi ve oğlum Seleme b. Ebi Seleme’yi de bana verdi. Sonra hep birlikte çıktık. O, benim bindiğim deveyi çekiyordu. Beni Mugire b. Abdullah b. Ömer b. Mahzum’un adamları onu gördükleri zaman geldiler ve şöyle dediler:

__ Hadi diyelim kendini bizden kurtardın. Fakat şu arkadaşına ne demeli? Onu götürmene nasıl müsaade ederiz?

Devenin yularını onun elinden çektiler ve beni ondan uzaklaştırdılar. Bu esnada Ebu Seleme’nin kavmi olan Ben-i Abdi’l Esed gazablanarak şöyle dedi:

Hayır! Vallahi biz, oğlumuzu anasının yanında bırakmayız. Çünkü anasını adamımızdan aldınız.

Oğlum Seleme’yi aralarında çekiştirmeye başladılar. Nihayet Ben-i Abdi’l Esed onu aldı. Ben-i Mugire de beni yanlarında hapsetti. Kocam Ebu Seleme ise Medine’ye gitti.

Böylece benimle kocamın ve oğlumun arasını ayırdılar.

Ben her sabah çıkıyor vadide oturuyor ve akşam oluncaya kadar ağlıyordum. Bu böyle bir sene kadar devam etti. Nihayet amcam oğullarından bir adam bana acıdı ve Ben-i Mugire’ye şöyle dedi:

__ Şu biçare miskin kadını bırakmaz mısınız? Onunla kocasının ve çocuğunun arasını ayırdınız.

Bunun üzerine onlar da bana dediler ki:

__ Eğer istiyorsan gidebilirsin.

Ben-i Abdi’l Esed de bu esnada oğlumu bana geri verdi. Ben de oğlumla birlikte devemize binerek Medine’de kocamın yanına gitmeye niyet ederek yola çıktım. Fakat kendisinden beni kocama götürmesini isteyebileceğim Allah’ın hiçbir kulu yoktu. Nihayet Ten’im’de dinlenirken  Osman b. Talha b. Ebu Talha’ya rastladım. Bana dedi ki:

__ Ey Eba Ümeyye’nin kızı! Nereye? Dedim ki:

__ Medine’de kocama gitmek istiyorum. Dedi ki:

__ Yanında hiç kimse yok mu? Dedim ki:

__ Hayır! Vallahi, sadece Allah ve işte bu oğlum vardır. Dedi ki:

__ Seni terk etmek olmaz.

Böylece devemin yularını tuttu ve birlikte süratla gittik. Vallahi şimdiye kadar Araplar arasında ondan daha kerim olan hiçbir adama arkadaş olmadım. Bir yere vardığımızda benim devemi çöktürür, sonra benden öteye dururdu. Nihayet indiğim zaman devemi kenara alır, yükünü indirir sonra onu ağaca bağlardı. Sonra benden uzaklaşarak bir ağacın yanına gider ve onun altında yatardı. Yola çıkma zamanı yaklaştığı zaman devemin yanına gelir, yola koyar, sonra kenara çekilip ‘Bin.’ derdi.

Binip devemin üzerine kurulduğum zaman yuları tutar ve çekerdi. Beni Medine’de yerime ulaştırıncaya kadar hep böyle hareket etti. Küba’da Ben-i Amr b. Avf’in köyüne geldiğimizde:

__ Senin kocan işte bu köydedir.  O hâlde Allah’ın bereketiyle onun yanına git, dedi.

Sonra Mekke’ye döndü. Vallahi İslam’da, Ebu Seleme ailesinin başına gelenlerin başka hiçbir ailenin başına geldiğini bilmiyorum. Osman b. Talha’dan daha kerim olan hiçbir arkadaşı da asla görmedim.” [7]

Allah subhanehu ve teâlâ, kendisine yönelen ve salih ameller yapmaya niyet eden kişilerin gerçekten sadıklardan olup olmadıklarını ortaya çıkartmak için imtihan eder. Amel ne kadar büyük ise imtihan da o kadar büyüktür. Kurtuluşun anahtarı ise sebat ve sabırdır.

Ümmü Seleme ne çekti ise Ebu Seleme de aynı sıkıntıları yaşamıştır. O, geride bıraktıklarını aklına getirerek, amelini terk etmeyi düşünmemiştir. Ümmü Seleme ise, ümidini kaybetmeyip, Rabbinden bir çıkış yolu beklemiştir. Kudretinin acayipliklerini her daim gördüğümüz ama tefekkür etmediğimiz için unutup gittiğimiz Rabbimiz, Ümmü Seleme’ye de akıllara gelmeyecek şekilde, müşriklerin eli ile çıkış kapısını aralamıştır.

Allah için amel yapan; ama zorluklar karşısında arada sırada ümitsizliğe düşen tüm kardeşlerimiz, Ümmü Seleme’nin kıssasını hatırlarında tutmalıdırlar. Dua ile Rabblerine yönelmeli, sadece Allah’ın yardımı ile kurtuluşa erebileceklerini unutmamalı, her anlarının onların derecelerini yükseltip, Allah’a daha da yaklaştırdığını kendilerine müjdelemelidirler.

Ümmü Seleme’nin radıyallahu anha kıssasında dikkatimizi çeken bir başka husus ise, müşriklerin yaptığı yardımdır. ‘İşkence ve sıkıntı dönemlerinde niçin sabretmeliyiz?’ sorusuna bir türlü ikna edici cevap bulamayan Müslümanlar bu tarz kıssaları ve bir bütün olarak siyeri okumalıdırlar. Vicdan sahibi her insan, yapılan onca eziyete rağmen sadece karşı tarafa tebliğ yapan herkesi, bir süre sonra açıktan olmasa da destekleyecektir. Boykot yıllarının üç-dört kişi tarafından sona erdirilebilmesi, aslında toplumun vicdanlarında bastırdıkları sesin açığa çıkması ile mümkün olabilmişti. Medine’ye hicretten sonra davetin kolaylıkla yapılabilmesi, Mekke’nin savaşsız fethedilmesi, işte bu sabır yıllarının birkaç meyvesi idi. Müslüman, içinde bulunduğu merhaleyi düzgün tespit ettikten sonra ona uygun davranmalı, elde etmeyi ümit ettiklerine dair acele etmemelidir.

Rabbimizden temennimiz, dini için kâfirlerce fitneye uğratılan tüm kardeşlerimize en kısa zamanda hayırlı ve güzel bir çıkış kapısı aralamasıdır. Şüphesiz ki O, Aziz ve Hakim olan, her şeye gücü yeten, müminlerin tek dostu ve yardımcısıdır.

Davamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.

 

[1]        .     14/İbrahim, 13

[2]        .     18/Kehf, 16

[3]        .     12/Yusuf, 33

[4]        .     12/Yusuf, 37

[5]        .     İbni Hişam

[6]        .     Siyeri İbni Hişam

[7]        .     Siyeri İbni Hişam

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver