Fetih 29 ve Örnek İslam Cemaati

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selam Nebi’nin, pak ailesinin ve güzide ashabının üzerine olsun. 

“Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür. Onunla beraber olanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onları; rükû edenler, secde edenler ve Allah’ın lütfunu ve rızasını elde etmek isterken görürsün. Alametleri, yüzlerinde secdeden oluşan izdir. Bu, onların Tevrat’taki sıfatıdır. İncil’deki sıfatlarıysa filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşıp gövdesi üzerine doğrulmuş bir ekin gibidir ki bu, çiftçilerin hoşuna gider. (Onların bir ekin gibi güçlenip çoğalması örneği) kâfirleri öfkelendirmek için verilmiştir. Allah, içlerinden iman edip salih amel işleyenlere, bağışlanma ve büyük bir mükâfat vadetmiştir.” [1]

Fetih suresi Hudeybiye antlaşması sonrası, Medine’ye dönüş yolunda nazil olmuştur. Surenin inişine neden olan olayları şöyle özetleyebiliriz: Allah Resûlü (sav) rüyasında ashabıyla birlikte Umre yaptığını ve Mekke’ye girdiklerini gördü. Ashabını bu rüyayla müjdeledi. Her biri altı yıldan fazla bir süredir doğup büyüdükleri topraklardan uzak kalmışlardı. Allah’ın evini ziyaret etmek, doğup büyüdükleri yeri bir daha görecek olmak ashabı heyecanlandırmıştı. Hazırlıklarını yapıp yola koyuldular. Mekke’ye yaklaştıklarında Kureyş’in onları Mekke’ye sokmayacağını anladılar. Bu saatten sonra peş peşe olumsuz gelişmeler oldu. Önce Osman’ın (r.a) öldürüldüğünü duydular. Sonra Kureyş’in bu yıl umreye izin vermeyeceği netleşti. Akabine Hudeybiye antlaşması imzalandı. On maddelik bu antlaşmanın iki maddesi ashabı derinden sarstı. Ömer (r.a) dahil büyük bir kısmı bu maddeleri dinde taviz vermek olarak değerlendirdiler. Maddelerden biri; Muhammed (sav) ve ashabı bu yıl umre yapmayacak, bir sonraki yıl üç gün Mekke’de bulunmak kaydıyla umre yapabileceklerini kayıt altına alırken diğeri ise, müşriklerden biri Muhammed’e (sav) sığınsa (iman etmiş olsa bile) velisine geri verilecek, Muhammed’in (sav) ashabından biri Kureyş’e sığınacak olsa geri verilmeyecek olşuydu. 

Allah Resûlü (sav) bu antlaşmayı imzaladı. Antlaşma masası dağılmadan Allah (cc) müminleri imtihan etti. Ebu Cendel (r.a) hapsedildiği yerden firar etmiş, Hudeybiye mıntıkasına gelmişti. Elleri ve ayakları prangalı bir vaziyette Nebi’nin yanına geldi. Babası Suheyl bin Amr da oradaydı. Nebi’ye: “Antlaşma bitti, Ebu Cendel’i bana ver.” dedi. Ashap böyle bir şeyin olmayacağını düşünüyordu ama Allah Resûlü “sözüne bağlı kalma” adına Ebu Cendel’i babasına teslim etti. Ebu Cendel’in itilip kakılarak Mekke’ye sürüklenirken: “Beni dinimde fitneye düşürsünler diye mi onlara veriyorsunuz?” sorusu sahabiyi hüzne boğdu. Öyle ki Allah Resûlü üç defa: “Kurbanlarınızı kesin, başınızı traş edin.” demesine rağmen kimse yerinden kıpırdamadı. Sahabinin ruh halini anlatması için Ömer ile Allah Resûlü arasındaki diyaloğa bakalım: 

“— Sen Allah’ın Resûlü değil misin?

— Evet, Allah’ın Resûlü’yüm.

— Biz müslim, onlar müşrik değil mi?

— Evet, öyledir.

— Öyleyse ne diye dinimizden taviz veriyoruz?

— Ben Allah’ın Resûlü’yüm. Ona isyan etmem/edecek değilim.”

Benzer bir diyalog Ömer ile Ebu Bekir (r.anhuma) arasında geçti.[2]

Bu hadiselerin akabinde dönüş yolunda Fetih suresi indi. Allah (cc) Hudeybiye’yi Feth-i Mubin/Apaçık Fetih olarak isimlendirdi. Surenin son ayetinde ise ashabı anlattı. Kalpleri kırılmış, mahzun ve kederli topluluğu El-Cebbar ismiyle teselli etti, kalp kırıklıklarını cebr etti. Aslında ashap kendilerini kınayacak ayetlerin inmesini bekliyordu.[3] Çünkü Allah Resûlü’nü (sav) dinlememiş, üzüntü ve şaşkınlık nedeniyle sözünü yere düşürmüşlerdi. Ancak Allah, onların bu hatasını affetmiş ve güzel hasletlerini öne çıkarmıştı. “İslam cemaati nasıl olmalı?” sorusuna ashap üzerinden cevap vermişti.

Evet, Fetih 29. ayet Allah Resûlü’nün (sav) ashabını anlatmaktadır. Aynı zamanda Allah’ın razı olduğu, ecir ve mağfiret vadettiği İslam cemaatinin özelliklerini de anlatmaktadır. 

Ayetin tafsilatlı açıklamasına gelince şunları kaydedebiliriz:

İslam Cemaatinin Özellikleri

1. Merkezde Allah Resûlü vardır!

Ayet “Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür.” cümlesiyle başlamıştır. İslam cemaati merkezinde Allah Resûlü vardır ve bu cemaat O’nun hareket metoduyla mücadele eden bir yapıdır. Allah (cc), Resûlü’nü (sav) her durum ve koşulda örnek olsun[4], müminler peşinden yürüsün[5] ve kendisine itaat edilsin[6] diye yollamıştır. 

Namazımızı, haccımızı, orucumuzu onun (sav) örnekliğinde eda ettiğimiz gibi mücadelemizi de onun örnekliğinde eda etmek zorundayız. 

Sünnete uygun olmayan amel, Allah katında merdud olduğu gibi, sünnete uymayan mücadele de Allah katında merduttur. 

Bir başka açıdan diyebiliriz ki:

İslam’ın asli kaynağı Kur’an’dır. Kur’an, yirmi üç yılda nazil olmuştur. İlk bakışta birbirine zıt gibi görünen yüzlerce hüküm ihtiva etmektedir. İslami hareketin kendileriyle mücadele ettiği müşrikler için bir yerde: “Affedin, bağışlayın.” derken bir başka ayette: “Onlarla savaşın ve onlara karşı sert olun.” demektedir. Bu ve benzeri yirmi üç yıla yayılmış ve farklı şartlar gözetilerek indirilen ayetler, Allah Resûlü’nün (sav) sireti/sünnetiyle anlaşılabilir. Bu sebeple onun İslami hareketin merkezinde olması, sahih bir din algısı ve salih bir amel için zorunluluktur. Aksi bir durumda ise İslami hareket diye bir şey olmayacak, heva ve heves hareketi söz konusu olacaktır. Kur’an ise uyulan değil, vakıaya uyarlanan ve işlerin kitabına uydurulduğu bir araç vazifesi hâline gelecektir. 

Buna binaen diyebiliriz ki Siret/sünnet bilgisi, İslami mücadele içinde yer alanlar için hayati bir öneme sahiptir. Bu ilmi öğrenmek ise: “Vacibin kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir.” kaidesince vaciptir. 

“Onunla beraber olanlar” kimdir?

Ayet, birinci dereceden ashabı anlatmaktadır.[7] Ancak ayete konu olan ve ilerleyen satırlarda değineceğimiz özellikler, İslami mücadele iddiasında olan tüm muvahhidler için geçerlidir. Çünkü Rabbimiz, onlara ihsan üzere tâbi olanların, onların eriştiği rıza-ı ilahiye ulaşacağını haber vermiştir. 

“Muhacir ve Ensar’dan öncüler, ilkler ve onlara ihsan üzere tabi olanlar (var ya)! Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlar için altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. En büyük kurtuluş budur işte.” [8]

2. İslami hareket: “Kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidir.”

Allah’ın (cc) razı olduğu ve yeryüzüne vâris kıldığı müminlerin en temel özelliklerinden biri budur. 

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse Allah (sizin yerinize) öyle bir topluluk getirir ki (Allah) onları sever, onlar da (Allah’ı) severler. Müminlere karşı alçak gönüllü/yumuşak huylu, kâfirlere karşı izzetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın lütfudur. Allah onu dilediğine verir. Allah (ihsanı ve lütfu bütün varlığı kuşatacak kadar geniş) Vâsi’, (her şeyi bilen) Alîm’dir.” [9]

Çünkü onlar için geçerli tek bir bağ vardır: İman bağı! Onlar, Allah’ın ipi Kur’an’a tutunan; kopmayan, sapasağlam kulp olan tağutu inkâr ve Allah’a imanla birbirine bağlı İslam kardeşleridir. Aralarında var olan bağ ilahidir. Sevgi ve saygıyla birbirlerine yönelir, kardeşlerinin varlığıyla mutlu olur ve izzet duyarlar.[10]

Allah’ı (cc) inkâr edenler, O’na şirk koşanlar ve müminleri Allah’ın yolundan alıkoyanlar en yakın akrabaları dahi olsa, onlara sevgi beslemez, yakınlık hissetmezler. 

“Ey iman edenler! Şayet babalarınız ve kardeşleriniz, küfrü imana tercih ederse onları dost tutmayın. Sizden kim onları dost edinirse işte bunlar, zalimlerin ta kendisidir.” [11]

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir topluluğun -babaları, oğulları, kardeşleri, aşiretleri dahi olsa- Allah ve Resûlü ile sınırlaşan insanlara sevgi beslediğini göremezsin. Bunlar, (Allah’ın) kalplerine imanı yazdığı ve onları kendinden bir ruhla desteklediği kimselerdir. Onları altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennete sokar. Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da (Allah’tan) razı olmuşlardır. Bunlar, Allah’ın taraftarlarıdırlar. Dikkat edin! Hiç şüphesiz Allah’ın taraftarları, galip gelecek olanlardır.” [12]

Şunu belirtmeliyiz ki, bu özellik Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içinde anlaşılmalıdır. Kafir ve müşriklere karşı gösterilen bu sertlik savaş esnasında ve itikadi tavır anlamındadır. Sosyal yaşantıda davranış, söz ve muamele sertliği değildir. Daha açıklayıcı olması için diyebiliriz ki:

Kur’an’a göre muvahhidlerle müşrikler ya davet ya da savaş hâlindedirler. Her iki durumun şartları ve fıkhı farklıdır. 

Davet Hâli

a. Birebir davet: Muvahhidler bir muhatap karşısında davet yapıyorlarsa kavl-i leyyin/sözün en yumuşağını söylerler. Karşılarındaki muhatap Firavun dahi olsa bu kaide değişmez:

“İkiniz Firavun’a gidin; çünkü o azgınlaştı. Ona yumuşak bir söz söyleyin. Umulur ki öğüt alır ya da korkar.” [13]

Zira davetin amacı muhatabı etkilemek ve onu kazanmaktır. Bu da yumuşak ve hikmetli söz, güzel öğüt ve mücadeleyle mümkündür. 

“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et! Onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları da hidayet ehli olanları da en iyi bilendir.” [14]

b. Toplu davet: Toplumun tamamına hitap ediyor ve kendisine söz hakkı tanınmışsa muvahhid, aynı üslubu devam ettirir:

“Ve kıyama kalkıp: ‘Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir! Onu bırakıp da hiçbir (sahte) ilaha dua etmeyiz. Andolsun ki o takdirde batıl/saçma bir şey söylemiş oluruz.’ dediklerinde, onların kalplerini (yakin, sabır, kararlılıkla) pekiştirmiştik.’ İşte bunlar, bizim kavmimiz. Tutup Allah’ın dışında ilahlar edindiler. (Bu yaptıklarının doğruluğuna dair) apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Allah’a yalan uydurup iftira edenden daha zalim kim vardır?’ ” [15]

“Firavun ailesinden olup imanını gizleyen bir adam dedi ki: ‘Rabbim Allah’tır dediği için bir adamı mı öldürüyorsunuz? Muhakkak ki Rabbinizden size apaçık delillerle gelmiştir. Şayet yalancı biriyse yalanı kendi aleyhinedir. Yok eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiği (azabın) bir kısmı başınıza gelir. Kuşku yok ki Allah, haddi aşıp çokça yalan söyleyen kimseye hidayet etmez.’ ” [16]

“İman eden kişi dedi ki: ‘Ey kavmim! Bana uyun ki sizi doğru yola ileteyim! Ey kavmim! Bu dünya hayatı yalnızca bir faydalanmadır. Ahiret ise asıl kalınacak olan yurttur.’ Kim bir kötülük yaparsa yalnızca onun benzeriyle karşılık görür. Kim de erkek veya kadın bir mümin olarak salih amelde bulunursa bunlar, cennete girerler ve orada hesapsız bir şekilde rızıklanırlar. ‘Ey kavmim! Ne oluyor da ben sizi kurtuluşa çağırırken; siz beni ateşe çağırıyorsunuz? Beni, Allah’a kâfir olmaya ve hakkında bilgim olmayan şeyleri O’na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Oysa ben, sizleri El-Aziz ve El-Ğaffar (olan Allah’a) davet ediyorum. Çare yok! Beni kendisine çağırdığınız şeyin, dünyada da ahirette de karşılığı ve değeri yoktur. Dönüşümüz Allah’adır. Haddi aşanlar, onlar ateşin ehlidirler. Size (bu) söylediklerimi (yakın bir zamanda) hatırlayacaksınız. Ben, işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz ki Allah, kullarını görendir.’ ” [17]

c. Tehdit karşısında: Şayet şirk toplumu muvahhidi tehdit ediyor ve onu yıldırmak için çabalıyorsa davetin üslubu değişir:

“Kavmi onunla tartışmıştı. (İbrahim) demişti ki: ‘Allah beni hidayet etmesine rağmen, Allah hakkında benimle tartışacak mısınız? Rabbimin benim hakkımda bir şey dilemesi hariç şirk koştuklarınızdan korkmuyorum. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Öğüt almaz mısınız? Siz, (Allah’ın meşruluğuna dair) hiçbir delil indirmediği varlıkları Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben nasıl sizin şirk koştuğunuz (sahte ilahlardan) korkarım! Şayet biliyorsanız (söyleyin bakalım, hak olan ilaha ortak koşanlar ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayanlar) bu iki gruptan hangisi (Allah’ın azabından) emin olarak (yaşamaya) daha fazla hak sahibidir?’ ” [18]

“Demişlerdi ki: ‘Ey Hud! Bize apaçık bir belge/delil getirmedin. Senin sözünle ilahlarımızı bırakacak ve sana iman edecek değiliz. Sana sadece şunu deriz: ‘İlahlarımızdan bazısı seni fena çarpmış.’ Demişti ki: ‘Ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki ben ortak koştuklarınızdan berîyim. (Allah’a ibadet ettiğinizi de iddia ediyorsunuz ya!) Allah dışındaki (tüm ibadet ettiklerinizden de uzağım). Hep beraber bana tuzak kurun (ve tuzağın gereğini yapmayı da) ertelemeyin/bana göz açtırmayın. Hiç şüphesiz ben, benim de sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Hareket eden her canlıyı perçeminden tutan (kontrol edip yönlendiren) O’dur. Şüphesiz ki Rabbim, dosdoğru yol üzeredir.’ ” [19]

Tehdit eden, güce sığınır. Sadece muvahhidi değil, toplumu da sindirmek ve tevhid davetinden uzak tutmak ister. Resûller böyle durumlarda karşı tehditte bulunur ve muhataplarını Allah’la (cc) korkuturlardı. İlk iki durumda muhatabı kazanmak amaçlanırken, bu durumda İslam’ın izzeti muhafaza edilir. 

d. Sosyal ilişkiler: Günlük hayatta davet dışında ilişkiler ise Mümtehine suresiyle düzenlenmiştir:

“Sizinle dininizden dolayı savaşmamış ve sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara, iyilik yapmanız ve adaletli davranmanızı Allah size yasaklamaz. Çünkü Allah adaletli olanları sever. Allah, ancak dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza yardım etmiş olanları dost edinmenizi size yasaklar. Kim de onları veli/dost edinirse işte bunlar, zalimlerin ta kendileridir.” [20]

Müşrik oldukları için sevmediğimiz ve berî olduğumuz kâfirler, bizimle inancımızdan dolayı savaşmaz, bizi yurdumuzdan çıkarmaz ya da çıkaranlara yardımcı olmazsa onlara iyilik yapabilir, sosyal anlamda bir diyalog geliştirebiliriz. Allah Resûlü (sav) böyle müşriklere hediye verir, hediye alır, hasta ziyaretinde bulunur, misafirlik davetlerini kabul ederdi.

Önemli bir hatırlatma!

Mümin hangi şart ve durumda olursa olsun, itikadi olarak müşriklerden berîdir. İtikadi beraat savaş ya da davet haliyle değil, tevhid üzere Allah’a iman etmek ve etmemekle ilgilidir. Müşrik; şirkten tevbe edip, tevhid üzere Allah’a kulluk etmedikçe muvahhid ondan berîdir. Bizimle savaşmayan, bizi yurdumuzdan çıkarmayan ve çıkaranlara yardımcı olmayanları ziyaret edebilir, sıkıştıklarında yardım edebilir, onları kazanmak için hediyeleşebiliriz. Tüm bunları yaparken itikadi olarak onlardan berî olmamız gerektiği unutulmamalıdır. 

Savaş Hâli

a. Savaş öncesi: Müminler için savaş son seçenektir. Onlar, insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı ümmettirler. Gayeleri öldürmek değil, iman ve İslam ile ihya etmektir. Bir kavimle karşılaştıklarında onları üç şeyden birine davet ederler: İman etmeye çağırırlar. Kabul edilirse artık din kardeşidirler. İman etmeye yanaşmazlarsa cizye vermeye çağırırlar. Cizye verirlerse İslam devletinin hakimiyetini kabul etmiş olurlar, İslam devleti onları himaye eder. Bunu da kabul etmezlerse savaşırlar.[21]

b. Savaş esnasında: Şirk davası için savaşanlara karşı müminler şiddetli ve serttirler. Zira savaş ahlakı bunu gerektirmektedir. 

“Ey iman edenler! Size yakın olan kâfirlerle savaşın ve sizde sertlik görsünler. Bilin ki Allah, muttakilerle beraberdir.” [22]

“Şayet onları savaşta ele geçirirsen geriden gelenlere ibret olacak şekilde darmadağın et ki (sözlerini bozmaya yeltenen diğer kâfirler) öğüt alsınlar.” [23]

Bununla birlikte savaşıyor olsalar bile bile haddi aşmazlar, Allah’ın ve Resûlü’nün yasaklarını çiğnemezler. 

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. (Çünkü) Allah, haddi aşanları sevmez.” [24]

Nebi (sav) bir seriyyeye emir tayin ettiğinde şöyle tavsiyelerde bulunurdu:

“… Allah’ın adıyla gaza edin ve kâfirlerle savaşın. Sözü bozmayın/aldatmayın, ganimetten çalmayın, müsle (vücuttan organları kesmek) yapmayın, çocukları ve ibadete çekilmiş insanları öldürmeyin…” [25]

Allah Resûlü (sav) döneminde savaşta dahi ahlaklı olmaya dikkat edilir, askerler bizzat Allah Resûlü tarafından kontrol edilirdi. Bu durum Hulefa-i Raşidin döneminde de devam etti. Ancak hilafeti saltanata çeviren ve cahiliyeye dönüş sinyalleri veren Emeviler ve sonrasında bu ahlak zedelendi. Ve maalesef günümüze intikal eden savaş ahlakı asr-ı saadet ahlakı değil, Emevi ve sonrasında oluşmuş cahili savaş ahlakıdır. 

c. Savaş sonrası: Savaş bittikten sonra ölülerin cesedine işkence yapmaz, istisnai durumlar hariç ölüm teşhirinde bulunmazlar. Şayet esir almışlarsa onlara en güzel şekilde muamele yapar, yeri geldiğinde yiyecelerini paylaşırlar:

“Onu sevmelerine rağmen yemeği; yoksula, yetime ve esire yedirirler.” [26]

3. Kulluk bilincini kaybetmezler:

“… Onları rükû edenler, secde edenler ve Allah’ın lütfunu ve rızasını elde etmek isterken görürsün…”

Âdeta hayatı rükû, secde ve rıza-i ilahi arayışında geçirirler. Her hâl ve durumda kul olduklarının bilincindedirler. Namazda Allah’ın huzurunda eğilen ve alınları secdeye varan bu insanlar, namazın dışında da bu hâletiruhiyeyi korurlar.

Bu sıfat üzerinde titizlikle durulmalıdır. Zira İslami mücadelenin etki ve başarısı, mücadele edenlerin Allah’la bağlarının kuvvetiyle orantılıdır. 

Bu dava, slogan davası değildir, iyi konuşma ve hitabet davası da değildir, entelektüel bir zihin faaliyeti hiç değildir. Bu dava; Allah’a teslim olmak, nefsi ıslah etmek ve Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye mücadele etme davasıdır. Zordur, çilelidir, imtihanı çoktur. Yol; sabır yoludur, meşakkat yoludur. Maldan, candan, meyvelerden eksiltilerek, sözlü eziyete maruz kalarak, Allah yolunda eza ve cefa çekerek yürünen bir yoldur. 

İmtihan vuku bulduğunda ne yüksek ses ne ateşli hutbeler ne beylik lafları ne de süslü sloganlar fayda verir. Sıcakta çekilen susuzluk, secdeye varmış nasiye(alın/yüz), duadan nasır tutmuş avuçlar, Allah’ın adıyla ıslanmış dil ve tevbeyle durulanmış kalp kişiye fayda verir.

Dava adamı her şeyden önce Allah’a kuldur. Rabbiyle bağı kuvvetlidir, namaz ve sabırla Allah’tan yardım ister, Güneş’in doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamdiyle tesbih eder. 

Kur’an’da dava adamını anlatan dört ayrı pasajı dikkatinize sunmak istiyorum:

“Onlar (muttakiler) ki bollukta da darlıkta da infak ederler, öfkelerini yutar ve insanları affederler. Allah, muhsinleri/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanları sever. O (muttakiler) ki bir kötülük yaptıklarında yahut (günah işleyerek) kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı anar ve günahları için bağışlanma dilerler. Allah’tan başka kim günahları bağışlayabilir? Ve bile bile yaptıkları (yanlışta) ısrar etmezler. Bunların mükâfatı, Rablerinden bir bağışlanma ve içinde ebedî kalacakları altından ırmaklar akan cennetlerdir. (Allah’ın rızasını elde etmek için) çalışanların mükâfatı ne de güzeldir.” [27]

“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün peşi sıra yer değişmesinde akıl sahipleri için (üzerinde düşünüp, bunları yapanın tek ilah olduğu, kulluğun sadece kendisine yapılması gerektiğine dair sonuçlar çıkaracakları) ayetler vardır. Onlar ki ayakta, otururken ve yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler ve (derler ki): ‘Rabbimiz! Sen bunu boşa yaratmadın. Seni eksikliklerden tenzih ederiz, bizi ateşin azabından koru. Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, kimi ateşe sokmuşsan onu rezil etmiş/ alçaltmışsındır. Zalimlere hiçbir yardımcı yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz: ‘Rabbinize iman edin!’ diye imana davet eden bir davetçiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve Ebrar olanlarla (çokça iyilik yapanlarla) beraber canımızı al. Rabbimiz! Resûllerine vadettiğini bize ver ve kıyamet gününde bizi rezil etme. Şüphesiz ki sen, sözünden dönmezsin.’ Rableri (onların duasına) icabet etti (ve dedi ki): ‘Sizden erkek olsun, kadın olsun amel yapanların amelini zayi etmeyeceğim. Siz birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, benim yolumda eziyet gören, savaşan ve öldürülen kimselerin günahlarını örteceğim ve onları altından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu mükâfat, yaptıklarına karşılık) Allah katından bir sevaptır. Allah, yanında sevabın en güzeli olandır.’ Kâfirlerin yeryüzünde (mağrur bir şekilde) dolanıp durmaları seni aldatmasın. (Bu halleri) az bir faydalanmadır. Sonra barınakları cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o! Rablerinden korkup sakınanlara (gelince), onlar için altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. (Bu kendilerine) Allah’tan bir ikram olarak (verilmiştir). Allah’ın yanında olan, ebrar olanlar (çokça iyilik yapanlar) için daha hayırlıdır.” [28]

“Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen gibi midir? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar. Onlar ki Allah’ın ahdini (tevhide dair verdikleri sözü) eksiksiz yerine getirir, sözlerini de bozmazlar. Onlar ki Rablerinin birleştirilmesini emrettiği (akrabalık, komşuluk, İslam kardeşliği vb.) bağları birleştirirler. Rablerini (hakkıyla tanıdıklarından) Rablerinden (saygıyla) korkar ve hesabın kötüsünden korkarlar. Onlar ki Rablerinin rızasını elde etmek için sabreder, namazı dosdoğru kılar, onlara rızık olarak verdiklerimizden gizli açık (sürekli) infak eder, kötülüğü iyilikle savarlar. Böylelerine (ahiret) yurdunun (güzel) akıbeti vardır. (O akıbet de şudur:) İçine girecekleri Adn cennetleridir. Onların babalarından, eşlerinden, soylarından salih olanlar da oraya gireceklerdir. Ve melekler her kapıdan onların yanına girip: ‘Sabretmenize karşılık size selam olsun!’ (derler.) (Bu) yurdun akıbeti ne güzeldir.” [29]

“Rahman’ın kulları yeryüzünde tevazu ile yürür. Cahiller kendilerine sataştığı zaman: ‘Selam olsun size!’ derler. Onlar, geceyi Rableri için secdede ve kıyamda geçirirler. Onlar ki: ‘Rabbimiz! Cehennem azabını bizden çevir. Şüphesiz ki onun azabı, sürekli ve katlanılması zor bir cezadır.’ derler. ‘Şüphesiz ki o, ne kötü bir yerleşim yeri ve ne kötü bir konaktır.’ Onlar ki harcadıklarında israf ve cimrilik etmez, bu ikisi arasında (dengeli) bir yol tutarlar. Onlar, Allah’la beraber başka bir ilaha dua etmez, (İslam’ın izin verdiği kısas vb. meşru bir) hak olmaksızın Allah’ın haram kıldığı cana kıymaz ve zina da etmezler. Kim de bunları yaparsa bir cezayla karşılaşacaktır. Kıyamet gününde azabı kat kat arttırılacak, (azabın içinde) aşağılanmış bir hâlde ebediyen kalacaktır. (Fakat) tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler bunun dışındadır. Allah bunların günahlarını sevaba çevirir (ya da şirklerini imana, cinayetlerini ıslaha, zinalarını iffete çevirir). Allah (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahim’dir. Kim de tevbe edip salih ameller işlerse şüphesiz ki o, tevbesi makbul olarak Allah’a dönmüş olur. Onlar yalana şahitlik etmezler. Boş/yararsız/batıl bir şey gördüklerinde değerli insanların tavrını sergileyerek yüz çevirip giderler. Onlar, Rablerinin ayetleri kendilerine hatırlatıldığında sağır ve kör gibi davranmazlar. (Kulak kabartıp, görmeye, anlamaya çalışırlar.) Onlar ki: ‘Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan göz aydınlığı/sevinç ve huzur kaynağı olacak kimseler ihsan et. Ve bizi muttakilere imam/öncü kıl.’ derler. İşte bunlar, sabretmelerine karşılık (cennette özel konuklar için hazırlanmış) odalarla mükâfatlandırılırlar. Ve orada selamlanma ve esenlik temennileriyle karşılanırlar. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Orası ne güzel bir yerleşim yeri ve ne güzel bir konaktır.” [30]

Bu pasajlar dikkatle okunduğunda hepsinin ortak bir yönünün olduğu görülecektir: Kulluk bilinci… Hayatın her alanında kendini gösteren ve müminin ayrılmaz parçası olan ubudiyyet şuuru. Her an ve durumda “Rabbimi nasıl razı edebilirim?” sorusu, ürperen bir kalp, ümit eden bir gönül, her iş ve yönelişte duayla kıpırdayan dudaklar… Sonrasında Allah’ın (cc) mağfiret ve ecir vaadi…

4. Secdeyle elde edilen bir kimliğe sahiptirler!

“Alametleri, yüzlerinde secdeden oluşan izdir…”

Onları ayırt edebileceğimiz bir alametleri vardır. Gizli, saklı, anlaşılmaz ve tanınmaz insanlar değillerdir. Onları yüzlerinden tanırız. Çünkü alametlerini yüzlerinde taşırlar. Bu izin ne olduğuna dair faklı yorumlar yapılmıştır:[31]

a. Bu müminlerin yüzlerinde ve ayaklarında var olan abdest parlaklığıdır. Kıyamet günü bununla tanınırlar. 

b. Bu secdenin müminde oluşturduğu huşu ahlakı, tevazu ve güzel ahlaktır. 

c. Geceyi uykusuz, secdelerde geçirmenin yüzde oluşturduğu solgunluk; sarıya çalan renktir.

d. Uzun secdelerin alında oluşturduğu nasır ve abdest parlaklığıdır.

Taberi (r.h) bu görüşleri verdikten sonra der ki:

“Bu konuda isabetli olmaya en uygun görüş şudur: Allah bu topluluğun yüzlerinde secde izi olduğunu bize haber verdi. Bu durumu belli bir vakte tahsis etmedi. Böyle olduğuna göre (secde izi alameti) tüm vakitler içindir. Dünyada kendisiyle tanındıkları alamet, İslam’ın onlar üzerindeki eserleridir. Bu; İslam’ın huşusu, ahlakı, kimliği, farz ve nafilelerin etkisidir. Ahirette ise (Allah Resûlü’nün haber verdiği gibi) el ve ayaklarında oluşan abdest parlaklığı ve secde izinden oluşan yüz beyazlığından tanınırlar.” [32]

İslami mücadelede yer alan insanlar simalarından tanınırlar. Secde, onlara bir kimlik kazandırmıştır. Rableri huzurunda eğildikçe arınmış ve ilahi lütuflara mazhar olmuşlardır. Başları eğildikçe ruhları yücelmiştir. Onlarda secde ahlakı, yüzlerinde namazın insana verdiği bir mutmainlik vardır. “Ruhun susuzluğunu dindiren” yüzlere sahiptirler. 

Bu sanıldığı gibi alınlarda oluşan nasır izi değildir. İbadetin şeffaflaştırdığı ruhların yüze manevi bir ışık olarak yansımasıdır. Kasıt; ibadetin ruhlarında oluşturduğu etki ve bunun yüze yansıyan manevi ışığıdır.

Secde lafzının seçilmesi, secdenin huşu ve Allah’a boyun eğmenin en kamil sureti olmasındandır.[33]

Şu unutulmamalıdır: “Hayat, iman ve cihattır.” İslam aksiyon ve mücadeledir. Allah’a (cc) davet, nefsi ıslah, toplumu ıslah, fitnenin yeryüzünde son bulması için verilen cihad… Mümin sürekli bir mücadele içindedir. Bu aksiyon için ruh ve enerji lazımdır. O da salih ameller ve hususen gecenin sessizliğine nakşedilen secdelerdir. Müminin Rabbiyle baş başa kaldığı ve içtenlikle mevlasına yöneldiği saatleri vardır. Bu saatler, manevi azık saatleridir. Allah müminlere randevu olarak gece saatlerini tavsiye etmiştir. Hiç şüphesiz en uygun saati bilen Allah’tır. Kişi Rabbiyle buluşur, O’nu över, tesbih eder, yüceltir, derdini açar, yardım ister, Rabbine yakınlaşır… O Rabbine yaklaştıkça El-Karib olan Allah da ona yakınlaşır. Kişinin sabır, rıza, tevekkül, yakin, Allah’a dair saygı ve sevgisi artar. Artık mücadeleye hazırdır. 

Zira sabır ve takvayı geceden kuşananlar; gündüzün süvarileri, kavgaların aranan cengaverleri ve kâfirlerin kabusu olan kimselerdir. 

Secdelerle elde edilen bu kimlik; sözü etkili, ameli başarılı, cemaati güçlü, hedefleri yakın kılar. 

Kendimiz, davamız, içinde bulunduğumuz cemaat ve ümmet için secde kimliğini kazanmaya çalışmalıyız.

5. İslam Cemaati ekin gibidir!

Allah (cc) müminleri ekine benzetmiştir. Bu benzetmeden yola çıkarak İslam cemaatinin bazı özelliklerini tespit edebiliriz: 

a. Evvela bir ekinden söz edebilmemiz için çiftçi, tohum, zemin ve ekinin ihtiyaç duyduğu bakım olması şarttır.

Dört unsurun İslam cemaatinde karşılığı; lider (çiftçi), liderin davası ve ulaşmak istediği hedef (tohum), davasına muhatap olan insanlar (zemin) ve insanların dava yolunda eğitilmesidir (bakım).

Her müminin cemaat muhasebesi yaparken dört şey üzerine düşünmesi gereklidir. Lider, davete konu olan gündem/dava, cemaatin muhatap kitlesi ve bu üçü arasında bağ görevi gören ve denetlenmeyi mümkün kılan menhec.

Cemaatin kalıcı salih amellerle yeryüzünde güzel bir iz bırakması ve cennet yolunda muttakilerden bir zümre oluşturulabilmesi bu dört unsurun varlığı ve işlerliği/kalitesi oranındadır. 

b. Ekin birbirine yakın bitkilerdir. Rabbimiz, İbrahim Suresi 24-25. ayetlerde tevhid akidesini ağaca benzetir.[34] Allah Resûlü (sav) ise mümini bereketi, yararı ve sağlam oluşunda hurma ağacına benzetir. [35]

Bu ayette ise Rabbimiz, İslam cemaatini ağaca değil bitkiye benzetir. Çünkü ağaç ile ekin arasında fark vardır. Ağaçlıklara bakıldığında ağaçlar aralarında mesafe olduğu görülür.[36] Ekin ise böyle değildir. Bir ekin tarlasına baktığınızda ekinlerin sarmaş dolaş, adeta iç içe geçmiş gibi olduğunu görürüz. İslam cemaatini birey olarak ele aldığımızda ağaca benzetebiliriz. Her bir mümin inancının sağlamlığı (kök), başkalarına faydası (dallar ve meyve), insanların gölgesine sığındığı güvenilir bir şahsiyet olma yönüyle ağaç gibidir. Ancak bir bütün olarak ele alındıklarında ekin gibidirler. Bir vücudun azaları gibi, her biri bir diğer kardeşini tamamlar. Yakınlık ve dayanışmada birbirlerine dayanan, birbirlerine sarılarak yükselen bitkiler gibidirler. 

c. Musibetler karşısında ekin gibidirler

Ekin, yapısı itibariyle yumuşaktır, esnektir. Rüzgar onu sağa sola yatırır, sonra tekrar doğrulur. İslam cemaati de böyledir. Farklı imtihanlara uğrayabilir. Bu imtihanlardan etkilenip güç kaybedebilir, yürüyüşü ağırlaşıp faydası azalabilir. Ancak esnek yapısı ve Allah’ın (cc) sünnetlerini doğru okuması nedeniyle yeniden doğrulur. Güç ve tecrübe kazanmış, bir sonraki imtihanda daha az zayiat görecek şekilde vazifesine devam eder. 

Allah Resûlü (sav) der ki:

“Müminin (imtihanlar karşısında) misali yumuşak ekin gibidir. Rüzgâr bazen onu yatırır/eğer, bazen ise doğrultur. Eceli gelinceye kadar bu hâl devam eder. Kâfir/münafık ise dimdik duran erze ağacı gibidir. (Zahiren) başına bir musibet gelmez. Allah dilediğinde onu kökünden koparıp atar.” [37]

d. Filiz vermiş tohum, başak vermiş ekin gibidirler.[38]

Filiz vermeyen tohum, başak vermeyen ekin ya ayak altında ezilir ya da hayvanlara yem olur. En iyi haliyle ottur. Oysa müminler insanlık içindir, insanlığa faydalı olsunlar diye seçilmişlerdir. Onlar Allah’ın (cc) yeryüzündeki şahitleridirler. İslam cemaati bunun bilincinde olmalı ve çalışmalarını bu doğrultuda sürdürmelidir. “Neydik, ne yaptık, kimlere faydalı olduk?” sorusunu sormalı, hareketin muhasebesini yapmalıdırlar. 

e. Ekin, sürekli bakım ister. 

Bir topluluğun yığın, kalabalık, suyun üzerinde bilinçsizce hareket eden çer çöp olmaktan çıkıp İslam cemaati olabilmesi sürekli, programlı ve düzenli bir bakımla mümkündür. 

Allah’ın (cc) müminleri ekine benzetmesine bu nazarla bakılmalıdır. Öncülerin iman, salih amel ve örnek bir temsiliyetle geriden gelenleri beslemesi, onların gelişimini gözlemesi ve beliren ihtiyaçlara uygun önlemler alması bir zorunluluktur. 

Ekin, ağaç gibi değildir. Kısa bir süreliğine bakımı ihmal edildiğinde telafisi mümkün olmayan zararlar ortaya çıkar. Toplulukların İslam cemaatine dönüşme hızı ve kalıcı salih ameller yapabilme kapasiteleri biraz da bu ilgi ve bakımla alakalıdır. 

6. Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiştir.

Tohum/çekirdek filizi besler, ihtiyacı olan gıda topraktan filize geçer. Bu da çekirdeğe/öze yani akideye ve dava bilincine bir işarettir. 

Filiz yani davanın muhatabı olan insanlar farklı merhalelerden geçer, çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalırlar. Bu durumlar karşısında onların dayanağı inanç ve davalarıdır. Şayet akide sağlam, dava bilinci de oturmuşsa inanç ve dava bilinci sahibini besler; zorluklar karşısında dayanma gücü/sabır, ileriye dönük umut/yakin ve zorlukları aşacak enerji sağlar. 

Bunun için Allah Resûlü (sav) on üç yıl boyunca aralıksız bir şekilde ashabını eğitmiş, kalplerini Kelime-i Tevhid’le sağlamlaştırmış, Kur’an kıssaları aracılığıyla zorluklarla nasıl mücadele edileceğini aşılamıştır. Ve bu Rabbani eğitim, tarihin şahitlik ettiği en güzide topluluğu meydana getirmiştir. Resûl’ün eğitimine bakıldığında üç şey dikkatimizi çeker:

• Müfredat yani Kur’an.

• Müfredatı uygulamalı öğreten muallim yani Nebi.

• Tüm benlikleriyle eğitime yönelen öğrenciler yani ashap.

Çekirdeğin filizi beslemesi ve olgunlaştırması üç unsurun varlığıyla mümkündür. Bunlardan biri eksik olduğunda eğitim eksik, doğal olarak inanç ve dava bilinci de eksik olacaktır. 

Üzülerek belirtmeliyim ki; ilk nesilden bu yana eğitim sorunu İslam cemaatlerinin en temel sorunu olmuş, bugün de sorun olmaya devam etmektedir. 

Sorun, ne kaynak azlığı ne bilgiye erişmenin zorluğu ne de âlim eksikliğidir. Bilakis, kaynakların çeşitliliği, bilginin erişilebilir olması, âlim/muallim fazlalığı eğitim sorununu iyice içinden çıkılmaz müşkül bir hale getirmiştir. Çünkü kaynak çeşitliliğine bağlı kafa karışıklığı, bilgiye erişimin kolaylığına bağlı bilginin değersizleşmesi ve öğrettiklerini yaşamayan âlimlere bağlı olarak temsil sorunuyla karşı karşıyayız. 

Bu konuda Seyyid Kutub (r.h) çok önemli öneriler sunmuş ve bir birey olarak doğru eğitimle neler yapılabileceğini göstermiştir. Son yüzyılda yüzlerce cemaat, yüzbinlerce -belki milyonlarca- insan, Seyyid Kutub’un yaptığını yapamamış, onun bıraktığı etkiye ulaşamamıştır. Zira o, kendisini Kur’an’la arındırmış, eğitmiş ve Kur’an’ın gösterdiği şekilde mücadele etmiştir. Ortaya bir eser ve o eseri tasdik eden bir hayat koymuştur. Ölümünün üzerinden yarım asır geçmesine rağmen insanlar hala onun kitaplarından besleniyor, onun tevhide olan şahitliğini örnek almaya devam ediyorlar. Seyyid Kutub tecrübesi biz müminlere çok şey anlatıyor.

Bugün, yeniden ve bir daha Kur’an’la arınacak, Kur’an’la doğrulacak, Kur’an’la uyaracak, Kur’an’la müjdeleyecek, Kur’an’la cihad edecek ve Kur’an’ın gösterdiği yerden beslenecek insanlara ihtiyaç vardır. 

7. Kalınlaşmış ve gövdesi üzerine doğrulmuştur. 

Amaç budur. Güçlenmek, kendi ayakları üzerinde durmak ve elde edilen gücü Allah’ın kelimesi/tevhid davası en yüce olsun diye kullanmaktır. 

Allah (cc) El-Kaviy’dir, gücün ve kuvvetin yegâne kaynağıdır. O müminlerin birey olarak, İslam cemaatinin de bir bütün olarak güçlenmesini ister. 

Allah; Resûlü’nün (sav) kuşatıldığı, ölüm tehditleri aldığı ve ashabının şehit edilişini çaresizlik içinde izlediği bir dönemde şu ayeti indirdi:

“De ki: ‘Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmemi, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmamı sağla. Kendi katından bana (İslam’ı zafere taşıyacak) yardımcı bir kuvvet ihsan eyle.’ “ [39]

Tevhid daveti güçlüdür; gücünü kaynağından alır. Çünkü o, El-Hak olan Allah’ın davasıdır. Güçlüdür; çünkü fıtrata seslenir, insanı şah damarından yakalar. Güçlüdür; çünkü sade ve anlaşılırdır. Güçlüdür; çünkü aklı ve ruhu aynı anda besler. Güçlüdür; çünkü Adem’le (as) yani insanlık tarihine yaşıt köklü bir geçmişi vardır…

Bu saydıklarımız -ve daha sayılabilecek nice özellik- tevhid davasının manevi gücüdür. Allah (cc) bu gücün maddi güçle desteklenmesini ister.

“Andolsun ki resûllerimizi apaçık (delillerle) gönderdik. İnsanlar adaleti ayakta tutsunlar diye onlarla beraber Kitab’ı ve mizanı (adalet ölçüsünü) indirdik. (Ayrıca) kendisinde çetin bir güç ve insanlar için faydalar bulunan demiri indirdik. Ta ki Allah, kimlerin gaybta (onu görmedikleri hâlde) Allah’a ve resûllerine yardım edeceğini açığa çıkarıp ayırsın. Şüphesiz ki Allah, (güç ve kuvvet sahibi olan) Kaviy, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) Azîz’dir.” [40]

Çünkü batıl tabiatı gereği hakkın karşısına dikilir. Ve yine tabiatı gereği çoğunluk batıldan yanadır. 

“De ki: ‘Yeryüzünde gezip dolaşın da bakın (bakalım) öncekilerin akıbeti nasıl olmuş? Onların çoğu müşriklerdi.’ ” [41]

Hakkı yok sayarlar, inkâr ederler. O varlığını korursa onu alaya alır küçümserler. Hakkın direnişini gördüklerinde tehdit ederler. Olmadı işkenceye başlar, bir kısmını yurdundan çıkarır, öncüleri öldürmeye yeltenirler. 

Allah (cc) hakkı koruyacak, ehlini müdafaa edecek ve hak ile insanlar arasına giren engelleri kaldıracak bir gücün müminlerde olmasını ister. 

Her dönemin “güç” anlayışı, vakıanın ihtiyaçlarına göre değişebilir. 

Örneğin, Musa (as) için güç, sayısal çoğunluk ve bir halkın ona destek vermesiydi. Tüm itikadi ve ahlaki zaaflarına rağmen mücadelesi boyunca İsrailoğullarından ayrılmadı, yürüyüşünü onlarla birlikte sürdürdü. 

Lut (as) için güç, onu aşiretin şerrinden koruyacak bireysel bir güç ve himayedir.[42]

Allah Resûlü (sav) için güç, iyi eğitimli savaşçılar ve savaşta ihtiyaç duyulan harp aletleridir.[43]

Bugünün muvahhidleri iyi düşünmelidir! Şahidi olduğumuz zaman diliminde Tevhid davetini maddi olarak güçlü kılacak ve hedeflerini gerçekleştirecek güç nedir? Tevhid akidesi ve İslam şeriatından taviz vermeden bu güce ulaşmanın yolları nelerdir?[44]

Bu soruya tek bir kişi ve yapı değil, davanın yükünü omuzlamış camialar hep birlikte cevap vermelidir. Konuşmalı, tartışmalı, istişarelerde bulunmalı ve vakıa okumalarını birbirleriyle paylaşmalıdırlar. 

8. Her merhalede çiftçi/lider gözetiminde bir yapı: 

“(O ekin) çiftçilerin) hoşuna gider…”

Tohumu eken çiftçiydi. Onun bakımını üstlenen çiftçiydi. Şimdi hasat zamanıdır ve ekini izleyen, onu inceleyen yine çiftçidir. 

Çiftçinin lidere veya hareketin öncülerine tekabül ettiğini daha önce belirtmiştik. Ayetin bu bölümünden hareket için çiftçinin önemini anlıyoruz. Çünkü insan kalabalıklarını tespih misali bir ipe dizen, onları anlamlı bir topluluk haline getiren liderdir. Lideri olmayan ya da zayıf olan toplulukların yoklukları, var olmalarından daha hayırlıdır. Böyle bir topluluk yalnızca kaos ve keşmekeş sebebidir. Her kafadan ayrı bir ses, her bedenden ayrı bir fiil sadır olan bu gibi yapılar, tevhid daveti için zararlıdır. Çünkü davetin varlığı kadar nasıl temsil edildiği de önemlidir. Yanlış bir temsiliyet insanları Allah’ın (cc) dininden uzaklaştıracaktır. 

Bir çiftçi elinde şekillenmeyen, bakımı bir çiftçi eliyle yapılmamış ve olgunlaşması bir çiftçi onayı ile olmayan, ekin olamaz. Bu insanların oluşturduğu kalabalık da İslam cemaati değildir. 

Ayetin bu bölümü İslam cemaatinin başka bir yönüne daha işaret eder.[45] Çiftçi, ekin işinde ariftir. Ekinin kusurlarını, iyisini ve kötüsünü birbirinden ayırır. Bildiğimiz gibi, işin ehli/ustaları kolay kolay bir şeyi beğenmezler. Eğer beğeniyorlarsa bu, o işin çok iyi olduğuna alamettir. 

İslam cemaati çiftçinin hoşuna giden ekin gibidir. Lider, cemaate baktığında, verilen emeklerin iman ve salih amel olarak karşılık bulduğunu görür. Onlar, itaatleri, lidere bağlılıkları, düzen ve disiplinleriyle liderlerinin gözünü doldurur, Kızıl denize sürülecek atın peşinden atlarını denize süreceklerine dair güven verirler. 

Liderin yapıdan, yapının da liderden razı olması için karşılıklı sorumlulukların yerine getirilmesi gerekir. 

Cemaat bireyleri itaat, lidere bağlılık, izin alma, saygı ve önerilerini/eleştirilerini liderle paylaşırlar. 

Lider ise ehliyet, liyakat, kardeşlerini sevme, güvenilirlik ve onları maddi-manevi anlamda geliştirecek projelerle cemaatin gelişmesine katkı sağlar. 

Liderin cemaatten, cemaatin de liderden razı olduğu bir yapı; müminlerin gönlüne şifa, kâfirlerin kalplerinde ise öfke ve buğz sebebidir. 

9. Kâfirleri öfkelendirirler.

Tevhidin varlığı kâfirler için hoşnutsuzluk sebebidir. Ancak bu hoşnutsuzluk basit, sıradan bir duygudur. Tevhid ehlinin çoğalması, ayette anlatıldığı gibi güçlenmesi ve toplumda görünmeye/işitilmeye başlaması ise öfke/ğayz sebebidir. 

Zira müşrikler, tevhidin güç kazanmasının anlamını çok iyi bilirler. Onlar için tevhidin güçlenmesi; şirkin yeryüzünden silinecek olması, şirkten kaynaklı imtiyazların son bulması, şeriat karşısında herkesin eşit olması, zengin ile fakirin aynı safta omuz omuza namaza durması, aynı sofrada yemek yemesi, paradan para kazanma aymazlığının/tefeciliğin son bulması, fahşa ve münkerin izalesi… anlamına gelmektedir. Bu sonu düşündükçe öfkeden kudururlar. 

Yine onlar; muvahhidleri yok saymış, alaya alıp küçümsemiş, hapsetmiş, sürmüş, öldürmüştür. Buna rağmen muvahhidler güçlenmiş ve çoğalmıştır. Tüm çabalarının boşa gitmiş olması onları öfkelendirir. 

Allah’ın (cc) bu sözünden anlamalıyız ki: Bizler güçlendikçe, sayımız arttıkça, düzen ve disiplin içinde ilerledikçe rahata ermeyecek, daha zor günlerle karşılaşacağız. Biz güçlendikçe Allah düşmanları öfkelenecek, biz güçlendikçe onlar İslam’a ve ehline karşı daha büyük hile ve tuzaklar kuracaklardır. 

Muvahhidler tevhid akidesine ve sünnete/menhece bağlı kalarak vazifelerini yapmalı ve Allah’a dayanmalıdırlar. Zira bu ekin, her şeyden önce Allah’ın gözetimindedir. Karşılaştıkları zorluklara sabır ve takvayla direnmelidirler. Yalnızca vazifelerine odaklanmalı, anın vacibini anlamaya çalışmalı ve Allah’tan yardım dileyerek ilerlemeye devam etmelidirler. Ne dünün nostaljisine ne de yarının bize gayb olan hayalciliğine prim vermelidirler. Anın vacibi, sabır ve takva… Tüm enerjilerini bu noktaya hasretmelidirler. Kâfirlerin öfkesi ve dağları yerinden oynatan tuzakları Allah’ın katındadır. O (cc) izin vermeden bu ekine zarar veremezler. Büyüyen öfke ve her geçen gün şiddetlenen tuzaklar karşısında bizi koruyacak ve Allah’ın yardımıyla galip getirecek şey, sabır ve takvadır.

“Size bir iyilik dokunması onları üzer, başınıza bir musibetin gelmesiyle sevinirler. Şayet sabreder ve korkup sakınırsanız onların tuzakları size hiçbir zarar vermez. Allah, onların yaptıklarını kuşatandır.” [46]

“Evet, şayet sabreder ve korkup sakınırsanız -onlar aniden size saldıracak olsa bile- Rabbiniz, işaretli beş bin melekle sizi destekleyecektir.” [47] [48]

10. Bağışlanma ve büyük mükâfat!

Biz müminlerin namazı, kurbanı, hayatı, ölümü, mücadelesi, sosyal ilişkileri tek bir şey içindir. Allah’ın rızasına nail olup O’nun (cc) azabından sakınmak. 

Davetimizi, cihadımızı, mücadelemizi ideolojik ve beşerî mücadelelerden ayıran da budur. Onun için biz hep kazanırız. Yensek de yenilsek de zafer bizimdir. Bize göre Bedir’in aslanları da kazanmıştır ömürleri mağarada uyuyarak geçen Ashab-ı Kehf’te… 

Bize göre Roma ve Persleri yenilgiye uğratan da kazanmıştır, hendeklerde yanarak şehit olanlar da. Çünkü her iki topluluk da Allah’ın rızasına ve bağışlanmasına nail olmuştur. 

Müminler gücünü işte bu anlayıştan alır; bu anlayışla zorluklara göğüs gerer, nimetler karşısında şımarmadan durabilirler.

 


[1] .48/Fetih, 29

[2] .Bk. İbni Hişam 3/345 ve sonrası.

[3] .Bk. Buhari, 4833

[4] .33/Ahzab, 21 

[5] .3/Âl-i İmran, 31

[6] .3/Âl-i İmran, 32

[7] .İbni Abbas: “Ayette, Hudeybiye’ye katılanlar kastedilmiştir.” der. Cumhur ise bu ayette tüm ashabın anlatıldığını söyler. (Bk. Bahru’l Muhit Tefsiri)

[8] .9/Tevbe, 100

[9] .5/Maide, 54

[10] .Geniş açıklama için bk. Fizilal’i Kur’an

[11] .9/Tevbe, 23

[12] .58/Mücadele, 22

[13] .20/Taha, 43-44

[14] .16/Nahl, 125

[15] .18/Kehf, 14-15

[16] .40/Mümin, 28

[17] .40/Mümin, 38-44

[18] .6/En’am, 80-81

[19] .11/Hud, 53-56

[20] .60/Mümtehine, 8-9

[21] .Bk. Müslim, 1731

[22] .9/Tevbe, 123

[23] .8/Enfal, 57

[24] .2/Bakara, 190

[25] .Müslim, 1731

[26] .76/İnsan, 8

[27] .3/Âl-i İmran, 134-136

[28] .3/Âl-i İmran, 190-198

[29] .13/Ra’d, 19-24

[30] .25/Furkan, 63-76

[31] .Görüşler için bk. Taberi Tefsiri.

[32] .Tefsiru’l Taberi

[33] .Bk. Fizilali’l Kur’an

[34] .”Allah’ın (tevhidi) nasıl örneklendirdiğini görmedin mi? Güzel söz (La ilahe illallah), kökü sabit, dalları ise gökyüzüne ulaşmış güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç) Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara örnekler veriyor.” (14/İbrahim, 24-25)

[35] .İbni Ömer’den (r.a) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Ağaçlar arasında öyle bir ağaç vardır ki, yaprağı düşmez. Bu ağaç Müslümana benzer. Bana bu ağacın ne olduğunu söyleyiniz.” İnsanlar çöl ağaçlarını saymaya başladılar. (Abdullah b. Ömer diyor ki:) ‘Aklıma onun hurma ağacı olduğu geldi. Ancak utandığımdan bunu söylemedim.’ Daha sonra ashab-ı kiram: ‘Ey Allah’ın Resûlü, onun ne oluğunu bize bildir.’ dediler. Bunun üzerine Peygamber: ‘O, hurma ağacıdır.’ buyurdu.” (Buhari, 61)

[36] .Bk. Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri

[37] .Buhari, 7466; Müslim, 2809

[38] .Bk. Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri

[39] .17/İsra, 80

[40] .57/Hadid, 25

[41] .30/Rum, 42

[42] .”Demişti ki: ‘Keşke size karşı bir gücüm olsa ya da (sizden koruyacak) bir güce sığınabilseydim.’ ” (11/Hud, 80)

[43] .”Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve (cihad için tahsis edilmiş) besili atlar hazırlayın. Onunla Allah düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve sizin bilmediğiniz Allah’ın bildiği (gizli düşmanlarınızı) korkutursunuz. Allah yolunda infak ettiğiniz her ne varsa size eksiksiz ödenir ve siz zulme de uğramazsınız.” (8/Enfal, 60)

[44] .Zira tavizler vererek ulaştığınız şey; güç değil, taptığınız ve sizi yönlendiren ilahınız olmuş olur. Böyle bir gücün tevhide hizmet etmeyip şirki güçlendirdiği ise sayısız tecrübeyle sabittir.

[45] .Bk. Bahru’l Muhit Tefsiri

[46] .3/Âl-i İmran, 120

[47] .3/Âl-i İmran, 125

[48] .İmam Malik (r.h) ayetin bu kısmından sahabeye buğz eden ve kalplerinde onlara karşı öfke taşıyanların kâfir olduğu hükmünü çıkarmıştır. Çünkü ayet birinci dereceden sahabeyi anlatmakta ve onlara buğz edenlerin kafirler olduğunu belirtmektedir. (Bk. Tefsir İbni Kesir)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver