İlim ve Davet

Kime Kulak Verelim ?

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Allah (cc) af ve afiyet ihsan eylesin, her birinizi sevip razı olduğu kulları arasına katsın. Hamdolsun, bir Ramazan’a daha eriştiğimiz için mutluyuz, umutluyuz. Bir Ramazan’ı daha tevhid ve sıhhatle idrak ettiğimiz için mutluyuz. Her Ramazan’ın bir nimet, hatta ayrıcalık olduğunu bildiğimiz için mutluyuz. Rahmetin sağanak olup yağdığını, cennet kapılarının açıldığını, şeytanların zincire vurulduğunu, her gece bir grup kulun ateşten azat edildiğini bildiğimiz için umutluyuz. Rahmetten ıslanacağımıza, açılan kapılardan cennete gireceğimize, ateşten azat edileceğimize dair umutluyuz. Hayır, elbette umudumuz, amelimize olan güvenden kaynaklanmıyor. Umudumuz çok daha temiz, duru, samimi bir duygudan; Rabbimizin rahmetine olan inancımızdan kaynaklanıyor. Dört bir yanımızı kuşatan sekinet hissinden, orucun getirdiği rikkatten ve her Ramazan gecesinde tazelenen kulluk heyecanından kaynaklanıyor… Korkuyor muyuz? Evet, mahrum olmaktan, göğün açık kapılarını günahkâr ellerimizle kapatmaktan, ateşten azat olmamak için ellerimizle/günahlarımızla imal ettiğimiz prangalardan… korkuyoruz. Ne ki Ramazan’dayız; umudumuz, korkumuza galip geliyor. Zira Rabbimiz; Kitab’ı ve elçisinin diliyle bizleri umutlandırıyor. Âdeta her bir nas, iftarı müjdeleyen toplar gibi, ağır işitenlerin dahi duyabileceği bir tonda umut aşılıyor. Nasların lisanıhâli; “Ramazan’dasınız.” diyor, “Allah’ın ayında, Kur’ân ikliminde, rahmet mevsimindesiniz.” Öyleyse biz de umutlanacak, Ramazan’a eriştiğimiz için mutlu olacağız. Bununla birlikte mutluluk ve umudumuza hüznün eşlik ettiği de bir gerçek. Zira bir arada yaptığımız iftarlardan, omuz omuza kıldığımız namazlardan ve tevhidle imar ettiğimiz mescidlerden kısmen de olsa mahrumuz; mahrum olduğumuz oranda da mahzunuz.

Dergimiz size ulaştığında muhtemelen Ramazan’ın son üçte birinde, birçoğumuzun mahrum olduğu itikâf ikliminde, Kadir Gecesi eşiğinde olacağız. Şayet ilk yirmi günün bereketinden mahrum olduysak, önümüzdeki on gün için içtenlikle bu günlerin sahibine yönelmeli, O’ndan muvaffakiyet dilemeliyiz. Tembelliğimiz bizi hayırlardan mahrum kılabilir, ancak O’nun iradesine direnemez. Şayet Allah (cc); gönülden, için için, umut ve korku dolu yakarışlarımızı kabul ederse, tembel tabiatımız bize rağmen O’na kulluk edecektir. Okuduğunuz satırlar size biraz ilginç gelebilir. Şöyle açıklayayım: Ne yazık ki bazılarımız, iradelerini yıl içinde çarçur edip zayıflatıyor. Bazen günahlarla, bazen irade cevherini işlemeyerek, bazen de malayani işlere harcayarak… Ramazan gibi bir hayırla karşılaştığında ise ne yapması gerektiğini biliyor, fakat yapacak iradeyi bulamıyor. Bildiğiyle amel etmemenin ruhsal yükünü de yüklenerek, yıpranmış ve yorulmuş bir kalple kalakalıyor. İşte böyle durumlarda insan, kendini Rabbine şikâyet etmeli; öz nefsine karşı, nefsin sahibini yardıma çağırmalıdır.

“Rabbim!” demelidir, “Kendim ettim kendim buldum, nefsime zulmettim, senin arındıran uyarılarına kulak tıkadım, lağv/boş işlerle kalbimi yordum, irademi hırpaladım. Şimdi senin araladığın cennet kapısının önündeyim. Adım atmam gerektiğini biliyorum, lakin adım atacak gücüm yok. Resûl’ün (sav), nefsinden sana, hatta senden sana sığınırdı. Ben de nefsimden, yorduğum kalbimden, çarçur ettiğim irademden sana sığınıyorum. Sen El-Heyiy ve El-Kerîm’sin; sana açılan elleri boş çevirmez, boynunu büküp kapına geleni kovmaz, eşiğine baş koymuş secde ehlini hor görmezsin. Bana kereminle, rahmetinle, affınla muamele et. Açtığın kapıdan adım atacak kudreti ver, ki sen Kadîr-i Mutlak’sın. Toza toprağa karışmış kemikleri dirilten, gökleri direksiz yükselten ve zeval bulmasın diye tutan kudretin sahibisin. Sana, yardımına, vereceğin irade gücüne muhtacım…”

İnşallah bu ve benzeri dualar, bir yandan İlahi yardımı imdadımıza yetiştirecek; diğer yandan incinen, yorulan ve yıpranan kalbimizi, dolayısıyla irademizi onaracaktır. Duayı tecrübe eden bilir; dua gibi kalbe iyi gelen bir tiryak yoktur. Hele bu dua; secdeyi yol, gecenin son üçte birini de yoldaş edinmişse… Yüce Allah’ın emrettiği gibi gönülden, yalvara yakara, için için, gizlice, umut ve korku dolu bir kalple yapılan duanın manevi olarak açamayacağı kapı yoktur. Ki; bu sıfatlara sahip bir kalple yapılan dua, insana açılmış kapıların en şereflisidir. Yeter ki insan, sorununun farkında olsun, gözünü Mele-i A’lâ’ya diksin ve dili/kalbi ile Rabbini baş başa bıraksın. Her dil/kalp, Rabbinden en güzel kelimelerle isteyecektir. Umuyorum, her birimiz son on günü en güzel şekilde değerlendiririz.

Yüce Allah amellerinizi kabul etsin, rahmetine ermiş ve arınmış olarak Ramazan’dan çıkmayı nasip etsin, bayramınız mübarek olsun.

Soru: Türkiye’de tevhide davet eden ilim adamları, davetçiler var ve dünyanın birçok yerinden, farklı dillerde yapılan davet çalışmalarına ulaşabiliyoruz. Bu çeşitliliği siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce hangi davetçileri dinlemeli, hangi ilim adamlarına kulak vermeliyiz?

Yüce Allah, bizleri bazen hayırla, bazen de şerle imtihan eder:

“Her nefis ölümü tadacaktır. Biz, sizleri şer ve hayırla sınayarak deneriz. Ve bize döndürüleceksiniz.”1

Soruya konu olan durum hayır mı, şer mi; yoksa bir kısmı hayır, bir kısmı şer mi bilemeyiz. Bir süreç yaşanırken ona dair yapılan değerlendirmeler çoğu zaman yanıltıcı olur. Soruya konu olan vakıa da henüz yeni, yaşanmakta olan bir süreç. Kim bilir; belki yarın, bugünlere bakıp hamdedecek, belki de bir ibret tablosu olarak dersler alacağız. Sorunun ikinci kısmına gelince şunu söyleyebilirim. Mezkûr durum karşısında iki sorumluluğumuz var: Biri, Yüce Allah’a yönelip bu sürecin hayrını istemek, şerrinden O’na (cc) sığınmaktır. İkincisi, her konuda olduğu gibi şeriata bakıp, bu vakıa karşısındaki sorumluluğumuzu tespit etmektir. Gerek bu soruda gerek hayat içinde karşılaştığımız tüm vakıalarda Allah’tan yardım istemek, O’na sığınmak ve vahye tutunmak dışında yapabileceğimiz bir şey yoktur.

“Dinimizi kimden öğrenelim, hangi ortamda ilim alalım, hangi davete kulak verelim?” sorunuza şöyle cevap verebilirim:

İlmi Ehlinden Alalım, Ehil İnsanların Davetine Kulak Verelim

“Şüphesiz ki Allah, emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletli olmanızı size emreder. Allah, bununla sizlere ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah (işiten ve dualara icabet eden) Semi’, (her şeyi gören) Basîr’dir.”2

Allah (cc) emanetleri ehline vermemizi ister. Başta yöneticilik olmak üzere ilim de dâhil her iş, ehline verilmeli, ehlinden alınmalıdır. Ehli olmayana tevdi edilen her şey, onun zayi edilmesine sebep olur; ki, bu da işlerin tersine döndüğünü ve kıyametin yaklaştığını gösterir:

“…İş, ehil olmayana bırakıldığında kıyameti bekle.”3

İlmi ehlinden almayı önemli kılan bir diğer neden; ahir zamanda ilmin kalıp ilim adamlarının kaldırılacak olmasıdır. İlim adamlarının yokluğunda ise “cahil başlar” ilmi dillerine dolayıp insanlara baş olacak, hem sapacak hem de saptıracaktır:

Abdullah ibni Amr ibni As’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü’nü (sav) şöyle derken işittim: ‘Allah, ilmi insanlar arasından çekip almaz. Fakat ilmi, âlimleri(n ruhunu) kabzetmek suretiyle alır. Geride hiçbir âlim bırakmadığında insanlar cahil kimseleri baş edinirler. Onlara soru sorulur, onlar da bilgisizce fetva verirler ve böylece hem kendileri sapar hem de başkalarını saptırırlar.’ ”4

Bazen ehil olmayan insanların sözleri doğru, amelleri güzel olabilir. Ancak bu, onları, sözlerine uyulan ilim ehli makamına çıkarmamızı gerektirmez. Zira ehil olmayan, bir konuda doğru söyleyip başka bir konuda bizi/ümmeti felakete sürükleyebilir. Örnek olması açısından bir hadise zikredebilirim:

Osman’ı (ra) eleştiren Kurra grubu ortaya çıkınca, sahabeden bir kısmı onların ilim ve ameline aldandı. Bunlardan biri de Aişe Annemizdi. O, yaşanan hadiseyi şöyle aktarır:

“(Osman meselesinde) unutulup giden biri olmak isterdim. Osman’ın başına gelmesini istediğim ne varsa benim de başıma geldi. Öyle ki onun ölümünü isteseydim (zannımca) ben de ölürdüm/öldürülürdüm. Ey Ubeydullah ibni Adiyy! Bildiğinden (kesin emin olduğundan) sonrası seni aldatmasın. Osman’ı eleştiren grup çıkana kadar ben, Allah Resûlü’nün (sav) ashabının amelini küçümsememiştim. Bu grup öyle sözler etti ki bir söz ancak o kadar güzel söylenir. Öyle güzel (Kur’ân) okudu ki ancak o kadar güzel okunur. Öyle güzel namaz kıldılar ki ancak o kadar güzel namaz kılınır… Sonra yapılanı görünce (fitneyi kastediyor) onların, Nebi’nin (sav) ashabına yaklaşamayacağını anladım. Birinin sözü hoşuna giderse Tevbe Suresi’nin 105. ayetinin ilk cümlesini oku: ‘De ki: ‘Amel yapın! Allah, Resûl’ü ve müminler yaptıklarınızı görecektir…’ ’5 Kimsenin (ameli/sözü) seni gevşekliğe sevk etmesin.”6

Osman’ı (ra) eleştiren grubun sözü ve ameli, sahabenin dahi hoşuna gitti. Adil olmak gerekirse bazı eleştirilerinde de haklılardı. Osman’ın (ra) görev verdiği akrabalarının devlet imkânlarıyla işlediği zulüm ve fısk ayyuka çıkmıştı.7 Ancak asıl sorun; eleştiren insanların “ehil” olmamasıydı. Sözün neye mal olacağını, fayda ve zararını, yakın ve uzak sonuçlarını hesaplayacak ilim, hikmet ve tecrübeden uzaklardı.

Sonuç: Sahabenin dolaylı olarak onayını alan topluluk, kitleleri harekete geçirdi, Osman’ı (ra) katletti ve on dört asırdır süren bir fitnenin ateşini yaktı. Onlar mescidde namaz kıldıracak, hutbe okuyacak, vaaz verecek insanlar değildi. Güzel söz ve amelleri, bazı konularda haklı eleştirileri ve yanlarına aldıkları dolaylı sahabe desteğiyle bir ümmeti felakete sürüklediler. Osman’ın (ra) kanı akınca çoğu insan uyandı, ancak iş işten geçmişti. İşte o zaman, Aişe Annemizin (r.anha) itiraf ettiği gibi bunun ilim değil, hamaset olduğunu anladılar. Eleştirileri kısmen haklı, fakat ölçülü değildi; okudukları ayetler doğru, fakat hikmetten yoksundu.8 Sonuç niyetine şunu söyleyebiliriz: Her işimizde olduğu gibi ilmi de ehlinden almalı, bir davete kulak vereceksek ehil bir sese kulak vermeliyiz.

Allah Resûlü’nü Örnek Alanları Takip Edelim

İlim ve davet, resûllerin mirasıdır. Ümmet; ilim talebi ve davetinde Nebi’ye (sav) ittiba eder:

“De ki: ‘İşte bu, benim (biricik) yolumdur. Ben ve bana tabi olanlar (neye, niçin ve nasıl olacağını bilerek, programlı ve düzen içinde) basiret üzere Allah’a davet ediyorum/ediyoruz. Allah’ı tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.’ ”9

Bir âlim/davetçi, ilim ve davetinde Nebi’nin (sav) özelliklerini taşıyorsa, onu takip edelim. Vahye sorduğumuzda enbiyanın, davetlerinde aşağıda zikredeceğimiz özelliklere sahip olduğunu görüyoruz. Yûsuf Suresi’nin 108. ayetini merkeze alarak deriz ki:

Davet, Allah’adır: Resûllerin daveti, yalnızca Allah’adır. Onlar sizi Allah’a (cc) kul olmaya, tevhide, İslam’a davet ederler. Bir hocaya, şahsa, cemaate, partiye, itikadi veya fıkhi mezhebe davet etmezler. Onları dinlediğinizde Allah’a kul olmak ister, kulluğunuzla şeref duyar ve mutlu olursunuz. Davetleri Allah’a olduğu için açık, anlaşılır ve sadedir. Allah’ın varlığı, birliği ve kulluk; fıtrat olduğundan anlamadığınız hiçbir nokta olmaz. Bir davetin Allah’a olup olmadığını anlamak için çocuklara, yaşlılara ve eğitimden uzak insanlara bakılır. Kabul etsinler veya etmesinler; tevhid davetini anlıyorlarsa o davet, enbiyanın davetidir, içine kelami/felsefi tortular karışmamıştır.

Basiret üzere davet edilmelidir: Okuduğumuz ayet, enbiyanın Allah’a (cc) basiret üzere davet ettiğini gösterir. Basiret, bilinç hâlidir. Neye, niçin, nasıl sorularının cevabı olan ve programlı bir daveti ifade eder. Enbiyanın daveti anlık, gelişmelere göre şekillenen bir davet değildir. Basiret üzere, bilinçli, önünü gören bir davettir. Dışarıdan bakana da bu izlenimi verir. Bir kaos, belirsizlik, önünü görememe hâli söz konusu değildir. Baktığınız zaman tek kelimeyle, “Bu insan/insanlar ne yaptığını biliyor.” dersiniz. Bu, hem davette dayanak noktaları -ki bu, vahiydir- hem metodları ve hem de hedefleri açısından geçerlidir.

Davet toplumsaldır: Bir şahıs tek başına davet yapmaz. Davetin, Nebi (sav) gibi bir yüzü, sesi olsa da ona tabi olanlar da davet yapar. İlim ve davet, belli ellerde tekelleşmez. Bilenler bilmeyenleri yetiştirir ve hem ilim talebesi hem de davetçi insanlar yetişir.

Davet karşılığında ücret istemezler:

“De ki: ‘Ben (davetim karşılığında) sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben zora koşanlardan (kafasından ayet uyduran, nübüvvet iddiasında bulunanlardan da) değilim.’ ”10

Nebiler, davet karşılığında bir ücret, karşılık beklemezler. Davetin karşılığını yalnızca Allah’tan (cc) beklerler. Nebilerin vârisleri; şirket CEO’su, reklamcı, pazarlamacı, satış temsilcisi… değildir. Bir tüccar misali sürekli alacak verecek kavgaları yoktur. Dünyanın geçici ve aldatıcı etkisinden arınmak için onlara yönelenleri yeni bir dünya iklimine sokmaz, Allah’ı ve ahireti hatırlatarak insanların arınmasına yardımcı olurlar.

Davet evrenseldir, marjinal değildir:

“De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ki ben, Allah’ın tümünüze (yolladığı) Resûl’üyüm. O (Allah ki) göklerin ve yerin hâkimiyeti/egemenliği O’na aittir. O’ndan başka (ibadeti hak eden) hiçbir ilah yoktur. Diriltir ve öldürür. Allah’a ve Resûl’ü olan ümmi Nebi’ye iman edin. O (Nebi), Allah’a ve O’nun kelimelerine iman eder. Ona uyun ki, hidayet bulasınız.’ ”11

“Biz seni yalnızca âlemlere rahmet olarak yolladık.”12

Resûl, tüm insanlığa ve dahi tüm âlemlere gönde- rilmiştir. Risalet; yalnızca birkaç kişiye indirgenecek marjinal, elit tabakaya anlatılacak felsefi, bir coğrafyayı/ırkı merkeze alacak mahalli bir mesaj değildir. Mesajı evrensel, muhatabı tüm insanlıktır. Bugün davetçi, Allah Resûlü’nün vârisidir. Hâliyle daveti de evrensel olmalıdır. O (sav), henüz Mekke’de, kendisi korunmaya muhtaçken, Ehl-i Kitap ve müşriklere şu çağrıda bulunmuştur:

“Sen (tevhide) davet et. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevalarına/arzularına uyma. Ve de ki: “Ben, Allah’ın indirdiği tüm Kitaplara iman ettim. Sizin aranızda adaletle (hükmetmekle) emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda hüccet (karşılıklı delil getirip tartışmak) yoktur. (Çünkü hak, apaçık ortadadır.) Allah hepimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş O’nadır.”13

“Aranızda adaletle hükmetmekle emrolundum.” Yani benim; hükmetme, zulmü sonlandırma, adaleti tesis etme gibi bir hedefim ve gündemim var. Adaletle hükmetmeye talibim; adaletin kaynağı olan vahiy ve o vahye gönül verenler, bu işin üstesinden gelirler. Hiç şüphesiz okuduğumuz cümle, söylendiği gün düşünüldüğünde iddialı, iddialı olduğu kadar çarpıcı bir meydan okumadır. Mekke’ye ancak bir başkasının himayesinde girebilen, çocukların dahi rahatlıkla hakaret ettiği bir nebi, o günün müstekbir tağutlarına meydan okuyor. Kokuşmuş düzenlerini yüzlerine vuruyor, alternatifin tevhid davetinde olduğunu haykırıyor. İşte bu, basiret üzere davettir. Nebi’nin (sav) o günün şartlarına takılmadığını, daha ilerisini düşünerek hareket ettiğini göstermektedir.

Nebi vârislerinin daveti de böyle olmalıdır. Tüm insanlığı kucaklamalı, tüm insanlığa hitap etmelidir. Kabul etsinler veya etmesinler -ki çoğunluk kabul etmeyecektir- davetin içeriği bir gruba yönelik olmamalı, tüm insanlığa yönelik, yani evrensel olmalıdır.

Davette müstekbirlere sert/tavizsiz, mustazaflara ise merhametli olunmalıdır: Nebilerin davetinde çok açık bir üslup vardır. Müstekbir tağutlara karşı sert, tavizsiz, meydan okuyan bir üslup kullanılır. Zira şirk düzeninin sebebi ve sürdürücüsü onlardır. Toplumu onursuzlaştıran, zulümle sindiren, dini ve emeği sömüren onlardır. Mustazaflar ise mazur olmamakla birlikte -zira şirkin mazereti yoktur- kandırılan, aldatılan, sömürülen insanlardır. Müstekbir tağutlar din bilginlerini, geleneği, şairleri/medyayı, sihirbazları/eğlenceyi, eğitimi tekellerine alarak toplumu her yönden kuşatmıştır. Sahih dinle aralarında engeller oluşturup kendilerine meşruiyet kazandıran muharref din vesilesiyle toplumu uyuşturmuştur. Hâliyle resûllerin mustazaflara tavrı, müstekbirlere olan tavrından farklıdır.

İbrahim’in (as) iki ayrı tavrını okuyalım:

“Kitap’ta İbrahim’i de an! O, özü sözü bir/sıddık olan bir nebiydi. Hani babasına demişti: ‘Babacığım! Niçin duymayan, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayacak şeylere ibadet ediyorsun?’ ‘Babacığım! Şüphesiz ki bana, sana gelmemiş olan bir ilim geldi. Bana uy ki seni dosdoğru yola ileteyim.’ ‘Babacığım! Er-Rahmân’ın azabı sana dokunur ve şeytana dost olursun diye endişeleniyorum.’ (Babası) demişti ki: ‘İlahlarımdan yüz mü çeviriyorsun ey İbrahim? Şayet (bu hâline) son vermezsen seni taşlarım. Uzun süre benden uzaklaş.’ Demişti ki: ‘Selam olsun sana! Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz ki O, bana karşı (merhametli, lütufkâr ve benimle yakından ilgilenen) Hafiy’dir.’ ‘Sizi ve Allah’ın dışında dua ettiklerinizi terk edip ayrılıyorum. Yalnızca Rabbime dua ediyorum. Umulur ki Rabbime yaptığım dua nedeniyle bedbaht olmam. (Rabbim duama icabet eder.)’ ”14

Diğer tavrını okuyalım:

“Sizin için İbrahim’de ve onunla birlikte olan (müminlerde/resûllerde) güzel bir örneklik vardır. Hani onlar, kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizden ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerinizden berîyiz/uzağız. Sizi tekfir ettik (üzerinde bulunduğunuz yolu ve sizi reddettik). Bizimle sizin aranızda, tek olan Allah’a iman edinceye kadar, ebedî bir düşmanlık ve ebedî bir kin baş göstermiştir.’ İbrahim’in babasına söylediği: ‘Senin için Allah’tan bağışlanma dileyeceğim. (Ama) Allah’a karşı sana hiçbir faydam olmaz.’ sözü müstesna. Rabbimiz! Yalnızca sana tevekkül ettik, yalnızca sana yöneldik ve dönüşümüz de yalnızca sanadır.”15

Birinci örnekte İbrahim (as); babasına, şirk düzeninin mağdur ettiği bir bireye hitap etmektedir. Hakkı; eğip bükmeden, ancak merhametli bir üslupla arz etmektedir. İkinci örnekte ise bir bütün olarak şirk toplumuna hitap etmektedir. Malumdur ki her toplumun temsilcileri vardır, şirk toplumunun temsilcileri müstekbir tağutlar, mele (seçkin, imtiyazlılar), mutref (zengin, şımarık sosyete) ve ekabire mucrimiha (elebaşı suçlular)’dır. Bir topluma meydan okuduğunuzda karşınıza esnafı, işçiyi, köylüyü almazsınız.

Nebilerin bu aziz örneğinin aksine, tarihimizde sıkça karşılaştığımız, etkileri bugüne dek süren bir utanç vardır: Âlimin/Davetçinin müstekbir sultanlar karşısında zelil, mustazaflar karşısında aziz (!) olması! Onlar nebilerin metodunu ters yüz etmiş; şeytanın, korkularını besleyerek yoldan çıkardığı insanlardır.16 Mustazaflara hitap ettiklerinde sesleri gür, hüccetleri güçlüdür; söyleyecek sözleri vardır. Müstekbir tağutlara ise söyleyecek sözleri yoktur; ola ki bir söz söylediler, ateş almaya gelmiş gibi kısa, ayaküstü, komşulara rahatsızlık vermeyecek bir tonda söylerler. Mustazafları Allah’a (cc) davet ederken ağızlarına geleni söyler, müstekbir tağutlara sakındıkları ne varsa mustazaflara boca ederler. Ebeveynlerine, komşularına, bakkala, manava… karşı tavizsizlerdir. Zira onlar şirkten ve ehlinden teberrî etmiştir! Ne ki müstekbir tağutlarla karşı karşıya gelmemek için ilmin/davetin namusunu ayaklar altına alır, karşı karşıya kaldıklarında da şirki, teberrîyi, İbrahim’in milletini unuturlar.

Bu nedenle şer’i ilmi, nebilerin mirasına sahip çıkan insanlardan alalım, bu insanların davetine kulak verelim.

İlim/Davet Meclisine İnen Sekinet

“…Herhangi bir topluluk Allah’ın Kitabı’nı okuyup aralarında dersler yapmak için Allah’ın evlerinden bir evde toplanırsa kesinlikle üzerlerine huzur (sekine) iner; kendilerini rahmet kaplar; etraflarını melekler sarar; Allah, yanındakilere onlardan bahseder.”17

Bir ortamda Allah kelamı konuşuluyorsa ortamın havası değişir. Mele-i A’lâ’nın sakinleri yeryüzüne iner, ortamı sekinet ve rahmet kaplar. Siz de o ortamın sakini/dinleyicisi olarak bu rahmet ve sekinet havasından payınıza düşeni alırsınız. Şayet Allah’a davet yapılan ortamda bu Rahmani hava yoksa orada sorun var demektir.

Âlimden/Davetçiden, İlmin Yanında Üslup/Hâl/Edep Öğrenilir

“Üslup/Tarz/Tavır/Hâl güzelliği, ağırbaşlılık ve denge/ölçülülük, nübüvvetin yirmi dörtte biridir.”18

“İki haslet münafıklarda bir araya gelmez: üslup/tarz/tavır/hâl güzelliği ve dinde fıkıh/anlayış.”19

Allah Resûlü’nün (sav) “semtu’l hasen/semtu’s salih” diye ifade buyurduğu kavram; kişinin hâl, tavır, üslup ve siretinin güzel olması, örneklik teşkil etmesidir. Bizim daha çok edep, nezaket, estetik, görgü ve adab-ı muaşeret şeklinde kullandığımız bu hasletler, toplum önünde olan insanlarda bulunmak durumundadır. Zira gerçek ilim/davet; önce sahibini ıslah eder, temizler, onarır. Geçmişte insanlar, ilim adamlarının meclisine onların hedy ve semtinden, yani hâl ve tavırlarından istifade etmek için katılırlardı. Bir yandan dinlerini bilgi düzeyinde öğrenir, diğer yandan o dinin amelî boyutunu, güzel ahlakı, edebi talim ederlerdi.

“Abdullah ibni Mübarek (rh) dedi ki: ‘Bana öncekilerin ve sonrakilerin ilmine sahip bir adam vasfedildiği vakit onunla karşılaşmayı kaçırdığımdan dolayı üzülmem, lakin edep sahibi bir adam duyduğumda onunla karşılaşmayı temenni eder ve onunla karşılaşmayı kaçırdığımdan ötürü üzülürüm.’ ”20

“Muhammed ibni Sirin (rh) tabiinin hâlinden bahsederken dedi ki: ‘Onlar ilmi öğrendikleri gibi edebi de öğrenirlerdi.’ ”21

“İbni Sirin’in hastalığı ağırlaşmış ve hacdan geri kalmıştı. Hac yapmış kimselere Kasım ibni Muhammed’in ahlakını, elbisesini ve bulunduğu yerleri gözlemlemelerini emrederdi. Onlar da kendisine bunları ulaştırır, İbni Sirin bu şekilde Kasım ibni Muhammed’i örnek alırdı.”22

“Hüseyin ibni İsmail babasından aktardı, babası dedi ki: ‘İmam Ahmed’in meclisinde beş bin kadar kişi toplanırdı. Yaklaşık beş yüz kişi hadis yazar, geriye kalanlar ise ondan edebinin güzelliğini ve davranışlarını öğrenirdi.’ ”23

“Abdullah ibni Mesud’un arkadaşları onu ziyaret eder; güzel davranışlarına, ahlakına ve vakurluğuna bakıp ona benzemeye çalışırlardı.”24

“İnsanlar (İmam Buhari’nin şeyhi Ali ibni El-Medinî’nin) ayağa kalkmasını, oturmasını, giysisini, söylediği ve yaptığı veya bu minvaldeki her şeyi yazarlardı.”25

“İmam Malik (rh) dedi ki: ‘Annem başıma sarığımı sarar ve ‘Haydi Rebia’ya git; onun ilminden önce edebini öğren.’ derdi.”26

Öyleyse biz de dinimizi öğrenirken bu noktayı dikkate almalı; bize dinimiz yanında incelik, edep, üslup öğreten insanlara kulak vermeliyiz.

Şer’i İlim/Allah’a Davet, Bizi Amele Sevk Eder

Şer’i ilmin gayesi amel, Allah’a davetin gayesi kulluktur. Yüce Allah, O’ndan (cc) gelenin, yani şer’i ilmin hak olduğunu bilen insanı şöyle vasfeder:

“Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen gibi midir? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar. Onlar ki; Allah’ın ahdini (tevhide dair verdikleri sözü) eksiksiz yerine getirir, sözlerini de bozmazlar. Onlar ki; Rablerinin birleştirilmesini emrettiği (akrabalık, komşuluk, İslam kardeşliği gibi) bağları birleştirirler. Rablerini (hakkıyla tanıdıklarından) Rablerinden (saygıyla) korkar ve hesabın kötüsünden korkarlar. Onlar ki; Rablerinin rızasını elde etmek için sabreder, namazı dosdoğru kılar, onlara rızık olarak verdiklerimizden gizli açık (sürekli) infak eder, kötülüğü iyilikle savarlar. Böylelerine (ahiret) yurdunun (güzel) akıbeti vardır. (O akıbet de şudur:) içine girecekleri Adn Cennetleridir. Onların babalarından, eşlerinden, soylarından salih olanlar da oraya gireceklerdir. Ve melekler her kapıdan onların yanına girip, ‘Sabretmenize karşılık size selam olsun!’ (derler) (Bu) yurdun akıbeti ne güzeldir.”27

Allah’a (cc) davete icabet edenleri de şöyle vasfeder:

“Onlar Rablerinin (iman ve salih amel) çağrısına icabet eder, namazı dosdoğru kılarlar. İşleri, aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler. Onlar ki; başlarına bir haksızlık geldiğinde yardımlaşırlar. Kötülüğün karşılığı, misli ile kötülüktür. Kim de (haksızlığa uğramasına rağmen) affeder ve ıslah ederse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz ki O, zalimleri sevmez.”28

İlim ve davetin asli gayesi amel, yani kulluktur. İlim ve davetin afeti ise bilenlerle rekabet, bilmeyenle tartışmak ve insanların dikkatini çekmektir. Bu, aynı zamanda hidayeti tattıktan sonra sapmanın sebepleri arasındadır:

Ka’b ibni Malik’ten (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Âlimlerle tartışıp boy ölçüşmek veya avam (ayaktakımı) kimselerle mücadele etmek veya halkın dikkatini kendine çekmek için ilim tahsil eden kişiyi, Allah cehenneme atacaktır.”29

Ebu Umame’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“ ‘Hidayet üzere olduktan sonra sapıklığa düşen bir topluluğa ancak kavga ve çekişmek verilir.’

Daha sonra şu ayeti okudu:

‘Onu sana, ancak tartışmak için örnek verdiler. Bilakis onlar, (tartışmada haddi aşıp) düşmanlıkta ileri giden bir kavimdir.’3031

Bir ilim veya davet, öğretici ve amele sevk edici mahiyette olmalıdır. Şayet bir yerde; bilenlerle rekabet/yarış, bilgisizlerle tartışma ve dikkat çekme gayreti görüyorsanız orada sorun vardır. Muhtemelen orada şer’i ilim ve davet değil; horoz dövüşü, cedel ve reklamcılık öğrenirsiniz.

Âlim/Davetçi, Allah’ı Hatırlatır

Allah’a (cc) davet eden veya Allah’ın indirdiği ilmi insanlara anlatan kişi, her şeyden önce Allah’ı ve adına konuştuğu dini hatırlatmalıdır:

Esma binti Yezid’in (r.anha), Resûlullah’tan (sav) şöyle işittiği nakledilmiştir:

“ ‘Dikkat edin! Sizin en hayırlı olanlarınızı size haber vereyim mi?’

Ashab, ‘Evet, ey Allah’ın Resûlü, bildir.’ dedi.

Bunun üzerine Resûlullah (sav), ‘Sizin en hayırlılarınız öyle kimselerdir ki görüldükleri zaman Allah hatırlanır.’ buyurmuştur.”32

Abdullah ibni Busr (ra) dedi ki:

“Bir zaman önce şöyle bir hadis işitmiştim: ‘Yirmi kişilik veya daha az veya daha fazla bir toplulukta bulunup sonra onların yüzüne bakarsan ve sana Allah’ı hatırlatan bir adam göremezsen bil ki kıyamet yaklaşmıştır.”33

Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın en hayırlı kulları, görüldüklerinde Allah’ın hatırlandığı kimselerdir. Allah’ın en şerli kulları ise laf taşıyan, birbirlerini seven kişilerin arasını ayıran, (dinî ve dünyevi sıkıntılardan) selamette olanların sıkıntıya girmelerini isteyen kimselerdir.”34 35

Dinlediğimiz zaman bize Allah’ı (cc) hatırlatan, bizde Yüce Allah’ı tanıma ve O’na kulluk iştiyakı oluşturan insanlara kulak verelim. Şer’i ilim ve davet meclisleri dedikodu, eğlenme ya da vakit öldürme meclisleri değildir. Arınma, olgunlaşma ve yetişme meclisleridir. Ruhun/Kalbin azığını tedarik etme; aklı, şer’i hüccetlerle besleme meclisleridir.

Âlimin/Davetçinin Kalbi Yumuşaktır

“De ki: ‘İster ona inanın ister inanmayın! Çünkü o, daha önce kendilerine ilim verilenlere okununca, hemen çeneleri (yüzleri) üzere secdeye kapanırlardı.’ Ve derlerdi ki: ‘Rabbimizi tenzih ederiz! Rabbimizin vaadi hiç şüphesiz, gerçekleşmiştir.’ Yüzleri üzerine secdeye kapanır, ağlarlar ve onların huşularını arttırır.”36

Yüce Allah, kendisine ilim verdiği kullarını böyle vasfeder. Onlara Allah’ın (cc) ayetleri okunduğunda secdeye kapanır, ağlarlar ve huşuları artar. Bu üç özellik, kalbin yumuşak olduğunu, şüphe ve şehvetle katılaşmadığını gösterir.

Abdu’l A’lâ Et-Teymi şöyle demiştir: “Kime kendisini ağlatmayan bir ilim verilmişse; ona verilen ilim, fayda vermeyen bir ilim olmaya daha yatkındır. Çünkü Allah, âlimleri böyle tanımlamıştır.

Sonra, yukarıda okuduğumuz, İsra Suresi’nin 107-109. ayetlerini okudu.”37

Tüm bu hatırlatmalardan sonra şunu söyleyebilirim: Hangi konuda konuşursak konuşalım; aynı kapıya çıkıyoruz: vahyi çokça tilavet etmek, açıklaması olan sünnet ve siretten haberdar olmak! Zira bu iki kaynak bize ölçü ve istikamet kazandırıyor. Olayları değerlendirirken neyi, nasıl anlamamız gerektiğini kolaylaştırıyor. Benim şahsi olarak kullandığım bir ölçüdür, tavsiye ederim: Kim olursa olsun, din adına hangi iddiayla ortaya çıkarsa çıksın, onu vahyin pratik tefsiri olan siyerin içine yerleştiriyorum. Allah Resûlü’nün (sav) siretinin bir yerine denk geliyorsa, dikkate alıyor ve inceliyorum. Aksi hâlde değerlendirmeye dahi uygun bulmuyorum. Özellikle siyer dememin nedeni şudur: Dinin asli kaynağı Kur’ân; Kur’ân’ı doğru anlayıp anlamadığımızın sağlaması ise sünnettir, Allah Resûlü’nün siretidir.
 

1.21/Enbiyâ, 35

2. 4/Nîsa, 58

3. Buhari, 59

4. Buhari, 100; Müslim, 2673

5. 9/Tevbe, 105

6. Halku Efa’li’l İ’bad, s. 56

7. Örnek olsun; Velid ibni Ukbe, sarhoşken insanlara namaz kıldırmış; sabah namazını iki rekât kıldıktan sonra, “Arttırayım mı?” diyerek dalga geçmiştir.

Hudayn ibnu’l Munzir Ebu Samame’den şöyle rivayet edilmiştir: “Osman ibni Affan’ın yanında bulunuyordum. Kendisine Velid ibni Ukbe getirildi. Velid, (Kûfe’de valiyken içip sarhoş olmuş, bu hâlde) iki rekât sabah namazı kıldırmış ve cemaate, ‘Sizin için namazı arttırayım mı?’ demiş.

Velid’in sarhoş olduğuna iki kişi şahitlik etmişti. Birisinin adı Humran olup Velid’in şarap içtiğine şahitlik etmiştir. Diğeri ise onu kusarken gördüğüne şahitlik etmiştir.

Bu şahitlik üzerine Halife Osman ibni Affan, ‘Bu kimse şarap içmeseydi kusmazdı. Ey Ali, kalk ve buna celde (değnek) cezasını uygula.’ dedi.

Ali de, ‘Ey Hasan, sen kalk ve buna celde (değnek) cezasını uygula.’ dedi.

Hasan da biraz ona (Osman’a) sitemde bulunarak, ‘Onun cefasını, sefasını sürene yükle.’ dedi.

Bunun üzerine Ali, ‘Ey Abdullah ibni Cafer, kalk ve celde (değnek) cezasını buna sen uygula.’ dedi.

O da cezayı uyguladı. Değnek vurulurken Ali sayıyordu.

Kırkıncı değneğe gelindiğinde, ‘Dur!’ dedi ve şöyle devam etti: ‘Peygamber (sav) kırk değnek vurdu, Ebu Bekir de kırk değnek vurdu. Ömer ise seksen değnek vurdu. Bunların hepsi de bir uygulamadır (sünnettir.) Bence bu (kırk değnek, seksen değnekten) daha iyidir.” (Müslim, 1707/38)

8. Bir önceki dipnotta sahabe tutumunu okumuştuk. Görüldüğü gibi Hasan (ra) had cezasını uygulamamış, “Kim onu başımıza sardıysa o ilgilensin.” mealinde bir Arap deyimiyle eleştirisini ortaya koymuştu. Ancak Osman’ı (ra) katleden grup gibi yıkıcı bir faaliyet içine girmemişti. Benzer bir tabloyu Abdullah ibni Mesud’da (ra) görüyoruz. O da ibadetle ilgili uygulamalarında Osman’a (ra) muhalefet etmişti; ancak bu muhalefetin, birliği bozacak bir hâl almasına müsaade etmemişti:

Abdurrahman ibni Yezid’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir: “Osman, Mina’da namazları dört rekât kıldı.

Abdullah ibni Mesud dedi ki: ‘Ben Peygamber (sav) ile beraber Mina’da dört rekâtlı namazları iki rekât olarak kıldım. Ebu Bekir Dönemi’nde yine iki rekât olarak kıldım. Ömer Dönemi’nde de yine iki rekât olarak kıldım.’

Ravi Hafs şu ilaveyi yaptı: ‘Ben Osman’ın halifeliğinin ilk yıllarında da dört rekatlık namazları iki rekât olarak kıldım. Sonra Osman bunları dört rekât kılmaya başladı.’

Ravi, Ebu Muaviye’den aktardığı ilave sözleri de şöylece aktardı: ‘Sonra size yollar ayrıldı. Ben Osman’a uyarak kılacağım dört rekât namazın, iki rekat kabul olunmuş bir namaz olmasını ne kadar arzu ediyorum.’

A’meş dedi ki: ‘Muaviye ibni Kurre, üstadlarından naklederek bana şöyle haber verdi: ‘Abdullah ibni Mesud namazları dört rekât olarak kılmaya başlamış ve kendisine, ‘Sen, dört rekât kıldı diye Osman’ı ayıpladın. Şimdi ise dört rekât kılmaya başladın.’ denildiğinde, ‘Aykırılık şerdir.’ demiştir.’ ” (Ebu Davud, 1960)

9. 12/Yûsuf, 108

10. 38/Sâd, 86

11. 7/A’râf, 158

12. 21/Enbiyâ, 107

13. 42/Şûrâ, 15

14. 19/Meryem, 41-48

15. 60/Mümtehine, 4

16. “İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Ondan korkmayın! Şayet müminler iseniz yalnızca benden korkun.” (3/Âl-i İmran, 175)

17. Müslim, 2699

18. Tirmizi, 2010; Ayrıca bk. Ebu Davud, 4776

19. Tirmizi, 2684

20. El-A’dabu’ş Şeria, Muhammed ibni Muflih, 3/552

21. El-Câmiu li Ahlâki’r Râvi ve Edebi’s Sâmi, Hatib El-Bağdâdî, 1/79

22. Siyeru A’lami’n Nubela, Zehebi, 5/57

23. Siyeru A’lami’n Nubela, 11/316

24. Ğaribu’l Hadis, E-Kasım ibni Sellam, 4/274

25. Tarihu Bağdâd, Hatib El-Bağdâdî, 13/421

26. Tertibu’l Mesarik ve Takribu’l Mesalik, El-Kadı İyad, 1/130

27. 13/Ra’d, 19-24

28. 42/Şûrâ, 38-40

29. Tirmizi, 2654

30. 43/Zuhruf, 58

31. Tirmizi, 3253

32. İbni Mace, 4119

33. Ahmed, 17679

34. Ahmed, 17998

35. Okuduğumuz üç hadisin de isnadı hakkında konuşulmuştur. Hadisler birbirini destekler nitelikte, şiddetli zayıf olmayan rivayetlerdir.

36. 17/İsrâ, 107-109

37. Darimi, 299

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver