İki Lira

Yine tutturamamıştı. Şu ilkbahar mevsiminin en sevmediği yönü işte buydu. Sabah hava serin diye, üzerine kışın giydiği montu geçirmişti mecburen. Ya şimdi? Utanmasa atletle dolaşacaktı. Geçen günlerde kısa kollu çıkıp da sırılsıklam eve döndüğünü hatırlayınca güldü kendi kendine.

Biraz ötede ikide bir annesinin pardüsesini çekiştiren sarı saçlı kız, onun güldüğünü görünce dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Selim hemen ciddi pozisyona geri dönmeliydi. “Eee, ne de olsa kendi kendine gülenle konuşana iyi bakmazlar” diye düşündü. Böyle söylerken dahi güldüğünün farkında değildi tabi!

– Aksaray arabası geçti mi delikanlı ?

– Yok amca. Bilet vereyim mi ?

– Sağ olasın. Biletim var.

Selim, biletçiyle kır saçlı, göbekli adamın konuşmasına kulak kabarttı. “Acaba ben de Beyazıt arabasını sorsam mı?” diye aklından geçirse de vazgeçti. “Birazdan gelir inşaallah” dedi. Yeniden kendi dünyasına döndü.

“Bugün işler hiç iyi değil. Bir esnaf bile ödeme yapmadı. Hep bir hafta-on gün sonraya ertelediler! Beyazıt’taki Kadir Dayı da bizi ekerse işimiz var.”

Gayri ihtiyari cebini yokladı. 2 lirası vardı. Bu parayla minibüse atlayıp gidebilirdi. Ama sabahtan beri aç dolaşıyordu. “Bir şeyler atıştırmak için parayı tutmalı, otobüsü bekleyip akbili kullanmalı” dedi.

Yanında taşıdığı siyah renkli kalın poşet, şarj cihazı ve batarya doluydu. Sabah toptancıdan malzemeyi alıyor, akşama kadar dükkanları gezerek malı bitiriyordu. “Hamdolsun satış var. Ama bir de ödeme olsa!” dedi kendi kendine. Kendisini düşündüğü yoktu Selim’in. O bir şekilde idare ederdi. Ama anasının Eskişehir’deki evinin kirası onu çok sıkıntıya sokuyordu.

Burada 9 kişi bir dairede kalıyorlardı. O yüzden kira çok sorun değildi. Gerçi daire daire olmaktan çıkmıştı ama sabır! Biraz para biriktirip dükkan kiralayabilirse orada yatıp kalkardı.

Hem Ahmet’i de yanına alırdı. Zavallı çocuk, daha bir hafta olmamıştı bekar evine geleli. Kur’an kursunu okuduğu sırada babası iflas etmiş, o da kursu bırakıp İstanbul’a gelmişti. Akrabası burada kalıyor diye Selimler’in dairesine gelmişti ama durumu hiç iyi değildi! Selim’e göre ise sanki Ahmet gelince kömürlüğe bir altın düşmüştü.

Yemeklerden sonra çay içerken sürekli bir şeyler anlatmaya çalışıyordu Ahmet. “Allah diyordu ama nasıl bir Allah? Hayret! Şimdiye kadar kendisi de dahil olmak üzere evdeki herkese “Bana Allah’ı anlat” denilse aşağı-yukarı şöyle bir cevap çıkardı: “Bizi, dünyadaki her şeyi yaratan, yağmuru yağdıran, güneşi doğudan doğurup, batıdan batıran…” Sonra? Ne sonrası!? İşte bu! Allah buydu onların nazarında.”

Evet, evet! O akşamı çok iyi hatırlıyordu. Selim gazete okurken Ahmet de 3-4 kişi ile muhabbet ediyordu da birden sormuştu: “Allah nedir?” diye. Etrafındakiler güldüler. “Böyle basit soru mu olur?” dercesine. Ama o ısrar etti. Cevap tıpkı demin Selim’in söylediği gibiydi. Zaten başka ne olabilirdi ki?

Ama Ahmet bir başladı anlatmaya! Aman Allah’ım! Senin ne kadar çok ismin, ne kadar çok sıfatın varmış! Ve biz hiç birini bilmiyormuşuz! Utanmıştı Selim. Burnu gazetenin yaprağına değecek kadar gömdü başını. Ya Ahmet onu da görürse, ona da sorarsa Allah’ı? Gözleri başka yerde ama kulakları Ahmet’teydi.

– Allah Alim’dir. Her şeyi bilir. Gaybı O’ndan başkası bilemez. Semi ve Basir’dir. Herşeyi işitir ve görür. Dilediğini yapmaya gücü yeten tek ilah O’dur. O Kadir’dir. O…

– Hemşerim! Ne tarafa!

Selim etrafa bakındı. Başkasına değil ona sesleniyorlardı. Beyaz bir şahin, otobüs durağına yanaşmış, şoför koltuğundaki adam konuşuyordu.

Beyazıt’a, dedi Selim kısık bir sesle.

İstersen gel. Yakınlara bir yere bırakırız.

Tamam.

Poşetini zar-zor sıkıştırdıktan sonra diğer kapıdan arka koltuğa oturdu. O sırada fark etti. Duraktaki kır saçlı adamın yokluğunu. Hayret! Otobüse bindiğini nasıl da fark etmemişti. “Çok dalmışım” dedi kendi kendine. Sarı saçlı kız hala annesini çekiştiriyordu. Arka camdan gülerek baktı ona Selim. Kız yine dikkatli dikkatli gözlerini dikti.

– Sağ olasınız. Allah razı olsun.

– Önemli değil. Yükün fazlaydı. Otobüste sıkıntı çekersin. Bir de mübarek cuma günü sevaba girelim, dedik.

– Allah razı olsun.

Ön koltukta oturan adam hiç konuşmuyordu. Hatta Selim’e bakmamıştı bile. Biraz öne doğru eğilip ayakkabısının bağcığı ile uğraşmasa yüzünü bile göremeyecekti belki. Hafif sakallı gözlüklü bir adam. Yok yok! Sadece gözlüklü değil! Çok kalın gözlüklü adam!

Kimseden ses çıkmayınca tekrardan düşünmeye başladı Selim. Ahmet başka şeyler de anlatmıştı ama şimdi bir türlü aklına gelmiyordu. Daha bir çok vasfı vardı Allah’ın. Ne kadar utanmıştı? Hergün beş vakit namaz emrine icabet ettiği Allah‘ı tanımıyordu! Halbuki Selim’e “Müşterilerinin nasıl olduklarını anlat” deseler tek tek söylerdi, kim nasıl diye! Kim iyi kim kötü, kim sözünün eri kim dolandırıcı ve daha başka nice şeyler! “Eee! İşin ucunda mal olunca tanırsın tabi” dedi ama bu düşüncesinden dolayı hemen yüzü kızardı.

Karnı açlıktan guruldayınca eli cebine gitti. Gülümsedi: “Hem 2 lirayı harcamamış hem de akbili kullanmamıştı. Ne güzel!”

Öndekiler ne kendi aralarında ne de onunla konuşuyorlardı. Trafik de vardı. Bu şekilde yolculuk biraz zor geçecek gibi gözüküyordu. “En iyisi biraz muhabbet etmek” diye düşündü Selim:

– Nerelisiniz?

– Konyalıyız, ya sen?

– Eskişehir, yakın sayılır.

– He, he ! Bir kaç defa gitmişliğim var oraya. Sen geldin mi Konya’ya hiç?

– Yok.

– Bir gün uğramaya çalış. Çok büyük zatlar var. Ellerinden öper, hayır dualarını alırsın.

– …

– Tabi “Büyük zat” diye ben demiyorum. Herkes söylüyor. Kerametlerine çok şahit olmuşlar. Biz de imkan buldukça gider tevbe alırız.

– Tevbe ?!

– He, he tevbe! Elinden tuttun mu mübareğin, anandan yeni doğmuş gibi oluyorsun. Elini bıraktın mı kuş gibi hafifliyorsun!

Selim’in alnı soğuk soğuk terlemeye başlamıştı. Evet! Şimdi biraz evvel hatırlayamadığı şey aklına gelmişti. Ahmet Allah’ı anlatmaya şöyle devam etmişti:

“ ‘O Tevvab’tır. Yani tevbeleri kabul eden sadece O’dur. Ama günümüzde insanoğlu kendisi günaha girmeden yaşayamazken, başkalarına tevbe dağıtmaya çalışıyor. Böyle bir şey olsaydı buna en layık insanlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı olurdu. Ama onlar bile sabahlara kadar kendileri için Allah’a yalvarmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Hatta sahabeden bazıları günah işlemiş, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Allah onları affedinceye kadar onlarla konuşmamıştır. Şimdi ise kendilerine evliya, şeyh diyenler, papazların günah çıkarttıkları gibi tevbe dağıtıyorlar.”

Şoförün sözü ile düşüncelerinden sıyrıldı Selim.

– Yolumuzun üzerinde birçok otobüs durağı var. Böyle senin gibi eli yüzü düzgün kimseleri arabaya kabul ediyoruz.

O ana kadar önünden başka hiç bir yere bakmayan kalın gözlüklü adam aniden Selim’e doğru döndü. Sanki gerçekten eli yüzü düzgün mü diye kontrol ediyordu.

Şoför gözlüklü adamı işaret ederek devam etti.

– Bu zat Konya’daki Şeyh’in buradaki vekillerindendir. Konya‘ya kadar gidemeyenler günahlar içinde yaşamasınlar diye buralara yardımcılarını göndermiş mübarek! Arabaya aldığımız herkese tevbe veriyor öyle uğurluyoruz.

Korna sesleri, kulakları sağır, zihni ise darmadağın edecek hale gelmişti. Ama şu anda Selim’in kalbinin atışının sesini insanlar duyabilselerdi, herhalde bütün sesleri bastırıldığını farkederlerdi.

Gömleği terden su gibi olmuş, sırtına yapışmıştı. Farkında olmadan bir eli ile poşetini sımsıkı tutmuş, diğer elini ise cebine sokmuştu. “Bunlara ne demeli acaba?” diyerek iç geçirdi.

Kalın gözlüklü adam bir daha döndü ve işte o andan sonra her şey bulanıklaştı. Sadece adamın elinin kendine uzandığını hayal meyal hatırlıyordu.

Selim gözlerini hafifçe araladı. Dikkatini çeken ilk şey trafik lambasındaki kırmızı ışık ve ışıkta bekleyen, arabaların camlarını silmek için ayak parmakları üzerine dikilen ufak-tefek çocuk oldu.

Zihnini toparlıyordu yavaş yavaş. Ne olmuştu? Şu an neredeydi? Etrafını bir daha kontrol etti. Sırtını bir ağaca yaslamış, çimenlerin üzerine ayaklarını uzatmıştı. Yolun karşısına bakınca beyaz şahini hatırladı. Evet! Şu karşıdaki büyük marketin önünde trafik sıkışmıştı ve o sırada el! El uzanmıştı! Demek buraya kadar kaçmış, uzaklaşmıştı. “Çok şükür!” dedi.

Bir anda zihninde şimşekler çaktı. Eli hemen cebine gitti. Yoktu, yoktu! 2 lirası yoktu! Neredeyse sevinçten zıplayacaktı. Şimdi bütün taşlar yerli yerine oturmuştu. El uzandığında hızlıca 2 lirayı adamın eline sıkıştırmış ve arabadan hemen inmişti. İşte şimdi kuş gibi hafiflediğini hissetti.

Trafik lambası yeşile döndü. Bir arabanın camı hafifçe aralandı. Camı silen çocuğun eline iki demir parçası yuvarlandı. Ufak kirli suratta ışıldayan gözlere, gülümsemeyle ortaya çıkan dişlerin parıltısı eşlik etti.

“Allah’ı daha iyi tanımalı” diye mırıldandı Selim.

Bu Yazı Tevhid Dergisi’nin 6. Sayısında Yayınlanmıştır.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver