Zor Günlerin Adamı Sadık İnsan; Rasûlullah’ın Sırrını Saklaması ve Hayırda Öncü Olması

 

Ömer radıyallahu anh anlatıyor:

“Bedir savaşında da bulunmuş olan, kızım Hafsa’nın kocası Huneys b. Huzafe Medine’de vefat ettiğinde, Osman’a giderek: ‘Eğer istersen Hafsa’yı sana nikahlayayım’ dedim. O da: ‘Bana biraz zaman ver de düşüneyim’ dedi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra yanıma gelerek evlenmek istemediğini söyledi. Bunun üzerine EbuBekir Sıddık’a gittim ve ona da: Eğer istersen kızım Hafsa’yı sana nikahlayayım, dedim; fakat o, ne olumlu ne de olumsuz hiçbir şey söylemedi. Bu yüzden ona Osman’a kırıldığımdan daha fazla kırıldım. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Peygamber, Hafsa’yı benden istedi. Ben de onu kendisine verdim. Daha sonra bir gün EbuBekir Sıddık’la karşılaştık. Bana şunları söyledi: Kızın Hafsa’yı bana teklif ettiğin gün, sana cevap vermemiş olmama herhalde gücendin. Ben de: Evet, dedim. Bunun üzerine EbuBekir şöyle dedi: ‘Teklifine cevap vermek için tekrardan sana dönmememin sebebi; Rasûlullah onunla evlenmek istediğini bana söylemişti. Rasûlullah’ın sırrını ifşa edemezdim. Eğer Rasûlullah evlenmemiş olsaydı, ben onu kabul ederdim.’ ” (Buhari)

Önceki yazılarımızda Müslümanın kendisine emanet edilen sırlara sahip çıkması gerektiği konusuna değinmiş ve bu konuda sahabeden bazı örnekler zikretmiştik. EbuBekir’in radıyallahu anh Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sırrı konusunda göstermiş olduğu hassasiyet de bu örneklerden biridir.

EbuBekir radıyallahu anh, kısa süre içerisinde Rasûlullah’ın bu teklifi Ömer’e götüreceğini biliyordu. Ayrıca gösterdiği tavır karşısında Ömer’in kırıldığını da anlamıştı. Ama yine de halifeliği kendisine bırakacak kadar güvendiği Ömer’e Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sırrını söylememişti.

Bu kıssa üzerinden, özellikle Müslümanlar arasında sırların yayılmasına neden olan bazı noktalara değinmeye çalışacağım. Maalesef bu olay yanlış anlaşıldığı için, sırlar çok rahat bir şekilde yayılabiliyor.

Birincisi

Bazen kardeşler arasında nasıl olsa ileride bunlar açıklanacak veya ileride herkes tarafından bilinecek düşüncesi, sırların vaktinden önce yayılmasına sebebiyet verebiliyor. Burada bizim şunu unutmamamız gerekir: İleride açıklanır veya açıklanmaz, bu çok önemli değildir; ne olursa olsun, bana emanet edilen sırları sahibinden izin almadan veya vakti gelmeden kimseyle paylaşma hakkım yoktur.

Sahabeden Ebu Lubabe radıyallahu anh, Yahudiler hakkında verilen hükmü duymuş ve vaktinden önce işaret yolu ile bunu onlara bildirmişti. Burada şuna dikkat etmemiz gerekir: Yahudiler hakkında verilen bu hüküm, kısa süre içerisinde onlara uygulanacak ve kaleleri kuşatıldığı için oradan kaçma imkânları da yok. Yani hükmün önceden onlara söylenmesi veya söylenmemesi bir şeyi değiştirmiyor. Ama yine de Müslümanların sırrını vaktinden önce açığa vurduğu için Allah subhanehu ve teâlâ şu ayeti indirdi:

“Ey iman edenler, Allah’a ve Rasûlü’ne hainlik etmeyin, bile bile emanetlere de hainlik etmeyin.” (8/Enfal, 27)

Allah subhanehu ve teâlâ vaktinden önce Müslümanların sırlarını açığa vuran kimseyi ‘Hainlik etmeyin’ diyerek ikaz ediyor. Yaydığı sır, kısa süre içerisinde açığa çıkacak olmasına rağmen Allah, Ebu Lubabe’yi ihanet ile suçluyor. Bu da bize, ne olursa olsun zamanı gelmeden sırları paylaşmamamız gerektiğini öğretiyor. EbuBekir radıyallahu anh da bunu bildiği için, vaktinden önce Peygamberin sırrını Ömer radıyallahu anh ile paylaşmıyor.

İkincisi

Sırlar gizlendiğinde oluşan güvensizlik algısı da, bazen sırların yayılmasına sebebiyet veriyor. Normalde kişinin düşmanlarından bir şeyler saklaması, sırlarını onlarla paylaşmaması çok normal bir davranıştır. Burada yanlış anlaşılabilecek veya kınanacak bir şey yoktur. İnsan kendisi hakkında iyi düşünmeyen, sürekli kendisine zarar vermeye çalışan kimselerle mahremlerini paylaşmaz.

Fakat kişinin, kendisiyle beraber aynı davaya gönül verdiği, kendisiyle beraber her türlü zorluğa katlandığı samimi arkadaşlarından bir şeyler gizlemesi, onlarla sırlarını paylaşmaması, insanlar tarafından pek anlaşılmıyor. Anlaşılmamakla birlikte bu, güvensizlik olarak isimlendiriliyor. ‘Güvenseydi paylaşırdı, güvenmediği için paylaşmıyor’ deniliyor.

Cahiliye insanlarının bunu söylemesi gayet normaldir. Çünkü cahiliye toplumunda kişi birine bir şey söylemiyorsa, sırrını onunla paylaşmıyorsa, bu ona güvenmiyor demektir. Müslümanların bu şekilde düşünmesi ise cahiliyeyi hayatlarından tamamen çıkaramamalarından kaynaklanmaktadır.

Bu, doğru değildir. Birine olan güvenimiz, onunla her şeyi paylaşacağımız anlamına gelmez. EbuBekir radıyallahu anh vefatından sonra hilafeti kendisine bırakacak kadar Ömer’e güveniyordu. Fakat bu kıssada olduğu gibi Peygamberin sırrını onunla paylaşmamıştı.

EbuBekir, bu ahlakı Peygamberimizden öğrenmişti. Allah Rasûlü de sallallahu aleyhi ve sellem, sahabesine çok güveniyor olmasına rağmen onlar ile her şeyini paylaşmadı. Savaşlara gittiğinde zaruri bir durum olmadığı müddetçe nereye gideceğini söylemiyordu. Asıl gideceği yerin tersine gidiyor, belli bir mesafe kat ettikten sonra hedefte olan yere dönüyordu. Güvendiği için sahabelerle savaşa çıkıyordu. Fakat nereye gideceğini onlara söylemiyordu. Ve hiçbir sahabe de bunu güvensizlik olarak algılamıyordu.

Kendilerinden bir şeylerin gizlenmesini güvensizlik olarak addeden insanların, aslında kendileri bağlı oldukları yapıya karşı bir güvensizlik içerisindedirler. Tam anlamıyla güvenmiş olsalardı, en ufak şeyde güvensizlik hissine kapılmazlardı. Sahabe radıyallahu anhum, Peygamberin kendilerinden bir şeyleri gizlemesini güvensizlik olarak algılamadı. Çünkü onlar, Allah Rasûlü’ne tam anlamıyla güveniyorlardı. Allah Rasûlü’ne güvendikleri için, onlara bazı şeyler söylenmediğinde ‘demek ki bu bizi ilgilendirmiyor’ veya ‘doğru olan buymuş’ diyorlardı.

Kişi bir yapı ile beraber olduğu hâlde en ufak şeyde güven problemi yaşıyorsa, bu kişinin ihlasında problem vardır. Çünkü insan, güvenmediği insanlara din ve dünya hayatında söz söyleme hakkı vermez. Böyle bir hak verdiği hâlde, güven problemi yaşıyorsa demek ki samimi değildir. Bu kişinin; ‘Güvenmiyorsan niye tabi oldun, tabi olduysan niye güvenmiyorsun?’ Gibi sorularla kendini muhasebe etmesi gerekir.

Üçüncüsü

Bazen de ‘söylemesem kardeşim bana kırılır veya beni yanlış anlar’ düşüncesi, sırların yayılmasına sebebiyet veriyor. Daha ziyade bu, kınanma korkusu olan kişilerde ön plana çıkar. Bunlar kınanmaktan korktuğu için kendisini kınayacak kişilere sırları çok rahat paylaşabilirler. Bunun çözümü için kişinin her şeyde Allah’ın rızasını düşünmesi ve ‘insanlar ne der’ düşüncesini aklından çıkarması gerekir.

EbuBekir, Ömer’in radıyallahu anhum kırıldığını farketmesine rağmen, Peygamberin sırrını ona söylemedi. Demek ki, karşıdaki kırılmasın diye sırları onunla paylaşmak doğru değildir. Bilakis kırılacağını bilsek dahi sırları söylememek, doğru olandır.

Dördüncüsü

Sebepler arasında en tehlikeli olanı budur dersek abartmış olmayız: Kişinin başkalarına üstün olabilmek için sırları paylaşması… Bilgi, güçtür. Özellikle kimsenin bilmediği ve bilmenin kişiye imtiyaz tanıdığı sırlar çok tehlikelidir. Şeytan ve nefis, kişiyi çepeçevre kuşatır ve o bilgiyi başkalarına aktarmasına sebep olur. Burada amaç, karşıdakine bilgiyi nakletmekten ziyade, ‘ben bunu daha iyi biliyorum’ havasını oluşturmaktır. Özellikle İslami çalışmalarda bu durum ile sıklıkla karşılaşabiliyoruz. Bu, kalbî bir hastalıktır. Böyle bir kişinin, hem kendisine hem de içinde bulunduğu yapıya zararı vardır. Bu ahlakı kendisinde hisseden kardeşlerin, acil olarak nefislerini muhasebe ve terbiye etmesi gerekir. Başkalarına üstün olma hastalığı o kadar tehlikelidir ki; Rabbimiz bu sıfatı Kur’an’da Firavun ve avanesi için zikretmiş ve kıssanın sonunda üstünlük sağlamak için çalışanların ahirette paylarının olmayacağını da bildirerek: “Bu, ahiret yurdudur. Biz onu yeryüzünde üstünlük ve fesat istemeyenlere kılacağız” (28/Kasas, 83) buyurmuştur.

Beşincisi

Sırların ifşa sebeplerinden biri de çok konuşma hastalığıdır. Dillerini terbiye edememiş insanlar, dillerinin esiridirler. Konuşmaya başladıklarında otokontrol mekanizması gelişmediği için, sözün nereye varacağını kestiremezler. ‘Ağzımdan kaçırdım’ mazereti, onlardan en çok duyulan sözler arasındadır. Bu sebeple, Müslümanın Nebevi öğretilere kulak vererek az konuşması, ya hayır söyleyip ya da susması, kendini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, insanı ateşe sürükleyen en tehlikeli uzvun dil olduğunu bilmesi ve buna göre nefsini terbiye etmesi gerekir. Çok konuşmak; hem kişinin kendisin, hem de başkalarına eziyet verir. Allah subhanehu ve teâlâ müminlerden hayâlı olan, vakur ve güzel ahlaklı olanları sevdiği gibi; geveze, yerli yersiz konuşanlara da buğzeder.

Bu hastalığa malul Müslümanların, ahlak kitaplarından ilgili bölümleri çokça okuması, bu konuda dersler dinlemesi ve kendilerine bir ıslah programı hazırlamaları gerekir.

Hayırda Öncü Oluşu

Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor:

“Rasûlullah bir keresinde: Bugün hanginiz oruçlu? diye sordu, EbuBekir: Ben, diye cevapladı. Rasûlullah: Bugün kim bir cenazenin arkasından yürüdü? diye sordu, EbuBekir: Ben dedi. Rasûlullah: Bugün kim bir fakiri doyurdu? diye sordu, EbuBekir: Ben, dedi. Rasûlullah: Bugün kim bir hastayı ziyaret etti? diye sordu, yine EbuBekir: Ben, karşılığını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah: Bu ameller bir kişide bir araya gelirse, o kişi cennete girer, buyurdu.” (Müslim)

“Rasûlullah’ın şöyle dediğini duydum: ‘Kim herhangi bir şeyden Allah yolunda bir çift infak ederse, cennet kapılarından: ‘Ey Allah’ın kulu bu bir hayırdır’ diye seslenilir. Namaz ehli olana namaz kapısından seslenilir, cihad ehli olana cihad kapısından seslenilir, sadaka ehli olana sadaka kapısından seslenilir, oruç ehli olana oruç kapısından ve Reyyan kapısından seslenilir.’ EbuBekir: ‘Bu kapılardan birinden çağrılan için başka bir şey gerekmez, ama bir kişi, bu kapıların hepsinden çağrılabilir mi, ya Rasûlullah?’ diye sorunca, Rasûlullah: ‘Evet, çağrılabilir. Senin onlardan biri olmanı ümit ederim ey EbuBekir’ dedi.” (Buhari, Müslim)

İbni Hibban’ın İbni Abbas’tan radıyallahu anh rivayetinde: “Evet, sen o kişisin ey EbuBekir!” (Rivayetler, Mahmud El-Mısri’nin Hayatu’s Sahabe kitabından alıntı yapılmıştır.)şeklindedir.

EbuBekir radıyallahu anh hem Allah’a karşı, hem de insanlara karşı sorumluluklarını yerine getirme konusunda öncü birisiydi. Yukarıda zikrettiğimiz rivayetler, bunun en güzel şahididir. Ayrıca buna işaret eden başka deliller de vardır. O, sorumluluklarını yerine getirme konusunda hassas ve fedakâr davranınca; karşılık olarak Allah, ahirette kendisine yüksek mertebeler verdi ve cennetin birçok kapısından cennete çağrıldı.

Burada şu soruyu sormak gerekir: Kişinin insanlara karşı faydalı olma gibi bir zorunluluğu var mıdır? Böyle bir zorunluluk olduğu için mi EbuBekir sürekli insanlara yardımcı oluyor ve onlara fayda sağlıyordu?

Evet, kişinin insanlara karşı faydalı olma, onlara yarar sağlama gibi bir zorunluluğu vardır. Allah, insanlara böyle bir sorumluluk yüklemiş ve bunun yerine getirilmesini istemiştir.

“Ey iman edenler! Rükû edin; secdeye kapanın; Rabbinize ibadet edin; hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.” (22/Hac, 77)

“Onları, emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık. Onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, daima bize ibadet eden kimselerdi.” (21/Enbiya, 73)

Ayetlerden anlaşıldığı üzere Allah subhanehu ve teâlâ, hem Peygamberlere hem de müminlere, genel olarak hayır işlemelerini, güzel şeyler yapmalarını emrediyor.

İbni Ömer radıyallahu anh anlatıyor:

“Peygamberimizin yanında otururken hurma ağacının özü getirildi. Efendimiz şöyle bir soru sordu: ‘Ağaçlardan bir ağaç vardır ki aynı Müslümana benzer. Onun yaprağı düşmez. Söyler misiniz bana o hangi ağaçtır?’ Orada bulunanlar çölde olan ağaçları saymaya başladılar. Benim aklıma o ağacın hurma ağacı olduğu geldi. Söylemeye niyetlendim ama baktım ki ben orada olanların en küçüğüyüm, sustum. Sonra Peygamberimiz onun hurma ağacı olduğunu söyledi.” (Buhari)

Başka bir rivayette: “Onun bereketi Müslümanın bereketi gibidir.” şeklinde geçmektedir.

Hurma ağacı, yaz kış demeden sürekli meyvesini verir. Ayrıca hurma ağacının hiçbir şeyi çöpe gitmez ve her şeyinden istifade edilir. Aslında bu benzetmeyle Allah Rasûlü, Müslümanlardan hurma ağacı gibi olmalarını, hurma ağacı gibi sürekli insanlara faydalı olmalarını tavsiye etmiştir.

Neden başkalarına faydalı olmak zorundayız?

1. Kişinin başkalarına faydalı olması, hakikatinde kendisine fayda getirir. Başkalarına yardımcı olmak, Allah’ın kişiye yardım etme sebebidir. Kişi başkalarına yardımcı olduğu oranda, Allah da ona yardım eder.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir Müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da onu kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun kusurlarını kıyamet günü örter.” (Buhari)

“Kim bir müminin dünyevi kederlerinden birini giderirse, Allah da onun kıyamet günü kederlerinden birini giderir. Kim bir fakire kolaylık gösterirse, Allah da ona dünyada ve ahirette kolaylık gösterir. Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını dünya ve ahirette örter. Kişi, kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da onun yardımındadır…” (Müslim)

Allah’ın bize ne kadar yardım etmesini istiyorsak, kardeşlerimize o kadar yardım etmeli ve o kadar, onların sıkıntılarını gidermeliyiz. Allah’ın ne kadar ayıplarımızı örtmesini istiyorsak, o kadar kardeşlerimizin ayıplarını örtmeliyiz.

Özellikle insanlara faydalı olmak için uğraşan, böyle bir görev üstlenen kardeşlerin bunu unutmaması gerekir. Bunun canlı tutulması; kişinin yardım ettiği, sıkıntılarını giderdiği kişilere minnet etmesine engel olur. Ayrıca bunun canlı tutulması, bir teşvik sebebi olup, işlerin daha güzel yapılmasını sağlar.

2. Başkalarına faydalı olmak, kişinin günlük olarak üzerinde olan sadaka borcunu ödemesine de yardımcı olur. Her gün eklem sayısı kadarınca Allah’a sadaka borcu ile uyanıyoruz. Kişinin bu borcunu günlük olarak ödemesi gerekir. Tabi, borcu ödemek için sadece para ile sadaka vermek şart değildir. Bilakis her hayır, bir sadaka olup, kişiden bu borcu düşürür. Ondan dolayı hayır işleyerek, başkalarına faydalı olarak, insanların sıkıntılarını gidererek bu borcumuzu ödememiz gerekir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

“İnsanların her bir eklemi için her gün bir sadaka gerekir. İki kişi arasında adaletle hükmetmen, sadakadır. Bineğine binmek isteyene yardım ederek bindirmen, yahut yükünü bineğine yüklemen, sadakadır. Güzel söz, sadakadır. Namaz için mescide giderken attığın her adım, bir sadakadır. Gelip geçenlere eziyet veren şeyleri yoldan gidermen de sadakadır.” (Buhari, Müslim)

“Rasûlullah dedi ki: Her Müslümanın sadaka vermesi gerekir. Kendisine: Ya bulamayan olursa? diye soruldu. Eliyle çalışır, hem şahsı için harcar, hem de tasadduk eder, cevabını verdi. Ya çalışacak gücü yoksa? diye soruldu. Bu durumda sıkışmış bir ihtiyaç sahibine yardım eder, dedi. Buna da gücü yetmezse? dendi. Marufu emreder, dedi. Bunu da yapmazsa? diye tekrar sorulunca: Kendini başkasına kötülük yapmaktan alıkoyar. Zira bu da bir sadakadır, buyurdu.” (Buhari, Müslim)

İster Allah’a karşı, ister insanlara karşı borçlu olan kimsenin borcunu ödemesi için öncelikle, bunu kendisine dert edinmesi gerekir. Dert edinmeyen, umursamayan insanlar, genelde borçlarını ödemezler. Dert edinenler ise borcunu ödemek için alternatifler arar ve bir şekilde borçlarını öderler. Dert edinen insanlar, başkalarına faydalı olmanın, bu borcu ödemeye yardımcı olduğunu bildiği için sürekli başkalarına faydalı olmak için uğraşırlar.

Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver