Dini Yaşamak Zor, Öğrenmek Değil

DİNİ YAŞAMAK ZOR, ÖĞRENMEK DEĞİL

“Ümmiler arasında onlardan olan, kendilerine (Allah’ın) ayetlerini okuyan, onları arındıran, Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir Resûl gönderen O’dur. Onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.”
[1]

Yukarıdaki ayet ile bulunduğu pasaj birçok ders ve hikmet ihtiva etmesine karşın bilhassa makaleme temel teşkil eden üç husus üzerinde durmak istiyorum:

1. Bu din, ümmilerin dahi anlayacağı kadar açık ve anlaşılırdır.

2. İlim öğrenme çabasından önce arınma çabası gereklidir.

3. Vahye muhatap olmadan önce apaçık dalalette olan sahabe, çabalayarak ilim ve hikmet ehli olmuştur.

Dini yaşamanın, mükellefiyetin, emaneti yüklenmenin zor olduğunun işlendiği naslar, muhatapların zihinlerinde yer yer dini öğrenmenin de zor olduğu algısını oluşturmaktadır. Evet, mükellefiyet ağırdır,[2] fakat dini öğrenmek zor değildir. Çünkü;

1. Bu din ümmi kimselere indi ve bu din en sıradan insanların dahi anlayacağı basitliktedir. Öğrenme hususunda herkes eşittir ve yarışa aynı seviyede başlar:

“Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez hâlde çıkardı. Şükredesiniz diye de size kulaklar, gözler ve gönüller verdi.”[3]

Her insanın ilimden nasibi, çabası oranındadır. Öğrenmek kolay, ancak bunun gerçekleşebilmesi için istek ve çaba şarttır. Çünkü “İlim ancak uğraştıkça elde edilir.”[4] Bu dinin kendilerine indiği topluluğu Allah (cc) “ümmi” olarak isimlendirmiştir. Nebi de (sav) aynı şekilde kendisini ve tabiilerini “ümmi” olarak isimlendirmiş, ümmiliği; yazı yazamama ve hesap yapamama anlamında kullanmıştır.[5] Ayrıca bu kelime “anaya nispet edilmek” anlamında olup “okuma yazma hususunda anadan doğduğu gün gibi” olmak kastedilmektedir.[6] Yine cehalet ve marifetin azlığı olarak da tanımlanır.[7]

Din, tekellüfünün ağırlığıyla bu kişilere inmiş ve öğrenme hususunda bir güçlük çekilmemiştir. Yine bu din herkesin anlayabileceği sadeliktedir/duruluktadır. Çünkü Allah (cc), Kitab’ını öğrenilecek şekilde kolaylaştırmış; Resûl’ü de (sav) sözlerinin (hadisler) belleneceği şekilde konuşmuştur:

“Öğüt almaları için o (Kur’ân’ı) senin dilinde kolaylaştırdık.”[8]

“Andolsun ki biz, Kur’ân’ı öğüt alınması için kolaylaştırdık. Peki var mı öğüt alan?”[9]

Aişe Annemizden (r.anha) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) öyle tane tane konuşurdu ki biri saymak istese rahatlıkla onun kelimelerini sayardı.’ ”[10]

Yine Aişe Annemizden (r.anha) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) gayet açık ve tane tane konuşurdu. Kendisini her dinleyen konuşmasını rahatlıkla anlayabilirdi.”[11]

Dinin karmaşık olmadığı ve en basit insanların dahi anlayabileceği sadelikte olduğuna değinmiştik. İslam tarihinde ilmî yönden oldukça donanımlı kabul edilen birçok âlim, yıllarca anlam arayışında olup felsefe, kelam, astronomi, fennî ilimler… gibi karışık ve birçoğu gereksiz olan ilimlerle ömürlerini tükettikten sonra, aslında dinin çok basit olduğunu itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Örneğin;

İmâmu’l Harameyn/Mekke ve Medine’nin imamı lakaplı Ebu’l Meâli’l Cuveynî ölüm döşeğinde şöyle demiştir: “Benim selefe muhalefet ettiğim her sözden döndüğüme ve Nîsâbûrlu kocamış kadınların akidesi üzere canımı verdiğime şahit olun!”[12]

İbni Kesîr, Fahruddîn Er-Râzî’nin hayatını, kendisinin kelamı ve felsefeyi bırakıp selefin yoluna tabi olduğunu anlattıktan sonra vefat edeceği sıra şu vasiyette bulunduğunu aktarır: “Kim kocamış kadınların mezhebine yapışırsa, o kişi kurtulmuş olur.”[13]

Yine Şehristanî pişmanlığını dile getirdiği bir şiirinde, “Kocamış kadınların dinine yapışın, o, bir kişiye verilecek mükafatların en kıymetlisidir”[14] demiştir.

Yine Muhammed ibni Abdulvahhâb’ın aktardığı şu olayı da dinin anlaşılırlığına örnek olarak verebiliriz:

“Bize gelip de İslam’dan bir şeyler dinledikten sonra şunları söyleyen bedevi ne güzel söylemişti: ‘Şahitlik ederim, senin bu anlattıklarına göre biz -kendisini ve tüm bedevileri kastederek- İslam ehli değiliz. Yine şahitlik ederim ki bize Müslim diyen hocalar da İslam ehli değildirler.” [15]

2. Hiçbir şey bilmeyen bir topluluk olarak isimlendirilmelerine rağmen bu kimseler -ayette de geçtiği üzere- bazı şartlar yerine geldiğinden, Kitab’ı ve hikmeti öğrenmişlerdir. Örneğin, İbrâhîm (as) duasında[16] temizlenmeyi, öğrenmekten sonra zikredince Allah duasını temizlenmeyi öğrenmenin önüne alarak[17] kabul etmişti.[18] Dini öğrenme sürecinde birçok kaide zikredilebilse de âcizane tespit ettiğim ve hiyerarşide öncelikli olan birkaç şartı paylaşmak istiyorum:

a. İlim talebinde istekli ve azimli olmak

Mûsâ (as), “kendisine ilim verilen kula” ulaşmak için zorlu bir yolu göze almıştır:

“(Hatırlayın!) Hani Musa, yanındaki gence demişti ki: ‘İki denizin buluştuğu yere varıncaya kadar ara vermeden gidecek, (gerekirse bu yolda/uğurda) uzun zaman geçireceğim.’ ”[19]

b. İlim öğrenmeden önce Allah’ın Kitabı’nı iyi bilen bir hocanın rıhlesinde bulunmak

Sahabe (r.anhum) bu dini “onlara Allah’ın ayetlerini okuyan” Nebi’den (sav) öğrenmiştir:

“Ümmiler arasında onlardan olan, kendilerine (Allah’ın) ayetlerini okuyan…”[20]

c. İlim öğrenmeden önce hocanın tezgâhından geçmek, öğretileri ve ahlakıyla belli bir kıvama gelmek

Nebi (sav), sahabeye yalnızca ilim öğretmemiş, onları arındırmıştır da:

“…onları arındıran, Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir Resûl gönderen O’dur”[21]

d. Takvalı ve samimi olmak

“Allah’tan korkup sakının. Allah size öğretiyor. Allah, her şeyi bilendir.”[22]

e. Bilhassa ilim için dua etmek

“De ki: ‘Rabbim, benim ilmimi arttır.’ ”[23]

f. İlim öğrenirken acele etmemek

“Kur’ân’ın sana vahyedilişi bitmeden (onu ezberlemek için) acele etme![24]

“Onu (anlama ve ezberlemeyi) çabuklaştırmak için, dilini onunla hareket ettirme.”[25]

g. Öğrenme yolundaki muhtemel meşakkatlere sabretmek

Mûsâ (as), “kendisine ilim verilen kula” ulaşmak için meşakkatli bir yolculuk yapmıştır:

“(İki denizin buluştuğu yeri) geçince gence demişti ki: ‘Yiyeceğimizi getir. Andolsun ki bu yolculuğumuzdan (sebep) pek yorulduk.’ ”[26]

3. Makaleye temel teşkil eden ayette geçtiği üzere bu kişiler, öncesinde apaçık bir sapıklık içerisindelermiş.[27] Bugün dini öğrenme hususunda birçoğumuz geçmişte yaşadığımız kötü hayatımızı, günahlarımızı veya yıllarımızı boşa/dalalette geçirmişliğimizi, azimsizliğimize bahane kılabiliyoruz. Sahabilerin arınıp, marifet ehli olduğunun işlendiği bu ayeti yahut diğer ayetleri o döneme ve ayetin muhatabı şahıslara hasretmemek gerektiğini biliyoruz. Zaten hemen bir sonraki ayette bu durumun, ayetin muhataplarının sonrasında da gerçekleşeceği vadedilmiştir:

“Ve onlardan olup da henüz onlara erişmemiş olanlara da…”[28]

Tarihimiz; yıllarını heba eden, psikopat, serseri kişilerin Allah’a yönelerek tamamen değişip ilim ehli ve hidayet önderleri olduğu örneklikleriyle doludur. Birkaç örnek vermek gerekirse;

Eskiden yol kesen bir eşkıya iken “Âbidu’l Haremeyn/Mekke ve Medine’nin abidi” lakabını alan, selefin en büyük imamlarından ve muhaddislerinden biri olan Fudayl ibni İyâd.

“Fudayl ibni İyâd, insanların yolunu kesen ve insanların kendisinden bezdiği eşkıya bir kimseydi. Genç bir kıza âşık olmuştu. Gecenin birinde her zamanki gibi onu görmek için yüksekçe bir yere tırmanmıştı. O vakit birini şu ayeti okurken işitti. ‘İman edenlerin, Allah’ın zikrine ve (Kur’ân ayetlerinden) inen hakka karşı kalplerinin yumuşamasının zamanı gelmedi mi?’[29] Bu ayeti işittikten sonra bir daha eski hayatına dönmemeye azmederek kaldığı harabeye döndü.

Dönerken yoldan geçen bir kabileye rastladı ve kafiledekiler o sıra şöyle söylüyorlardı: ‘Aman, tedbirinizi alın! Fudayl karşınızda yol kesiyor.’

Fudayl onlara, kendilerine karışmayacağını söyledi. Böylece tevbesini samimi şekilde sürdürdü. Efendilik, kulluk, dünyaya karşı zahidlik gibi hasletlere sahip oldu. Sonra sözleri ve amelleriyle örnek alınan ve yoluna uyulan bir âlim oldu.”[30]

Gençliğinde serseri arkadaşları olup sürekli çalgılı, içkili ortamlara takılan, insanların yolunu kesip onlara eziyet veren, bıçakçı biri olan Mesleme El-Ka’nebî. Daha sonra büyük hadis imamlarından Şu’be ile tanışmış -birazdan aktaracağımız ilginç tanışma olayının- akabinde ise tevbe etmiştir. Daha sonra eve gitmiş, çalgı aletlerini ve içki testilerini kırmış, her şeyi gerisinde bırakıp Medine’ye geçmiştir. Hadis ilmine yönelmiş, İmam Mâlik’in en gözde talebelerinden olmuş ve birçok muhaddis tarafından “Muvatta” isimli eserin en muteber ravisi kabul edilmiştir.[31] Başta Buhari ve Müslim olmak üzere birçok muhaddise hocalık yapmıştır.

“Günlerden bir gün Mesleme, kapısının önünde ayakta duruyordu. Âdeti olduğu üzere bıçağı elindeydi. Eşeğin üzerinde bir adam, yanında yüzlerinden salih oldukları belli olan bir genç topluluğu olduğu hâlde oradan geçiyordu.

Mesleme oradakilere, ‘Buraya doğru gelen bu adam da kim?’ diye sordu.

Oradakiler, ‘Şu’be ibni’l Haccâc’dır. Muhaddislerin imamıdır.’ dediler.

Mesleme El-Ka’nebî hadis söylenmesini isteyince oradakiler ona, ‘Sen hadis almaya ehil değilsin. Serseri kimselere ilim verilmez.’ dediler.

Mesleme, Şu’be’ye yöneldi ve ‘Bana bir tane hadis rivayet et! Tâ ki ben onu senden rivayet edeyim, yoksa elimde gördüğün bu bıçağı sana saplarım.’ dedi.

Daha sonra Şu’be, -ilerleyen vakitte İmam Ahmed’in ‘Müsned’ine kaydedeceği- Mesleme El-Ka’nebî’nin kendisinden rivayet edeceği tek hadis olan şu hadisi okudu:

‘Bana Mansûr tahdis etti. O Rib’î’den, o Ebû Mes’ûd’dan, O’da Nebi’den (sav) şöyle dediğini rivayet etti:

‘İnsanların Nübüvvet sözlerinden ulaştığı en evvel söz, ‘Utanmadıktan sonra istediğini yap.’ sözüdür.’ ’[32]

Tam da ortama uygun söylenmiş bu hadis, Mesleme’yi oldukça etkilemiş ve ilim yolculuğu böylece başlamıştı.”[33]

Rivayet olunduğuna göre günümüzde kâğıt toplayıcılığı mesabesinde bir işi olan fakir ve kimsesiz biri, otuzlu yaşlarına kadar ilimden bihaber yetişen, büyük yaşlarda ilme yönelip Sultânu’l Ulemâ/Âlimlerin Sultanı unvanı alan, Şâfiîlerin büyük kısmının mutlak müçtehid kabul edeceği kadar mezhebinde otorite kabul edilen İzz ibni Abdisselâm:

“İzz ibni Abdisselâm önceleri çok fakir bir kimseydi. İlme ise yaşça oldukça büyük yaşta başladı. Kendisi Şam’da Emevî Câmisi’nin sol kapısının yanındaki ders verilen bir alanın kuytu köşesinde kalırdı. Soğuk bir gecede her zamanki gibi orada kalmıştı ve ihtilam olmuştu. Uyandı ve hızlıca oradaki bir su birikintisine girip gusül aldı. Soğuktan dolayı çok fena rahatsızlığı başlamıştı. Sonra yine uyudu ve ikinci kere ihtilam oldu ve yine aynı gölete girdi. Çünkü kimse girmesin diye camilerin kapısı kapalıydı. Onun için başka çıkış yolu yoktu. Soğuğun şiddetinden kendinden geçip bayıldı. Sonrasında, ‘Ey İzz ibni Abdisselâm! İlim mi istiyorsun, amel mi?’ diye bir ses işitti.

‘İlim istiyorum, çünkü ilim amele götürür.’ dedi.

Sabaha çıktığında Şâfiîlerin en önemli fıkıh kitaplarından olan, Şirâzî’nin kaleme aldığı ‘Et-Tenbîh’ isimli fıkıh kitabını aldı ve kısa bir sürede onu ezberleyerek ilme yöneldi. Kendi zamanının en büyük âlimi ve Allah’ın yarattıklarının en abidi olmuştu.”[34]

Yine otuzlu yaşlarda ilme başlayıp Allah’ın (cc) kendisini ilme ve kulluğa muvaffak kıldığı Ahmed El-Kinâî:

“Şeyh Ahmed ibni İbrâhîm ibni Hasan El-Kinâî otuzlu yaşlarda ilim öğrenmeye başladı. Fıkıh ilminde, nahiv ve diğer ilimlerde derinleşti, tâ ki ilgilendiği tüm bu ilimlerde maharet sahibi olmuştu. İnsanlar onun beldesinde iş, aş derdinde çalışıyordu, o ise tek bir günde 400 satır ezber yapıyordu. Sonra kulluğa/abidliğe yöneldi ve İbni Teymiyye’nin de vefat ettiği H 728 yılına kadar Allah’a kulluğa devam etti.”[35]

“Bu, Allah’ın lütfudur. (Allah, lütfunu) dilediğine verir. O Allah, büyük bir lütuf sahibidir.”[36]

Bu vesileyle kendim, kardeşlerim ve hocalarım için Yüce Allah’tan (cc) fadlını istiyorum…

 


[1]. 62/Cuma, 2

[2]. “Şüphesiz ki biz; göklere, yere ve dağlara emaneti (şer’i sorumluluğu/irade ve mükellefiyeti) teklif ettik. Onu yüklenmekten kaçındılar. Ve ondan endişeye kapıldılar. (Ama) insan onu yüklendi. Çünkü o, pek zalim, pek cahildir.” (33/Ahzâb, 72)

           “Allah nebilerden söz almıştı. Demişti ki: ‘Bunu ikrar edip bu sözün ağırlığını kabul ettiniz mi?’ Dediler ki: ‘İkrar ettik.’ Dedi ki: ‘Şahit olun! Ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim.’ ” (3/Âl-i İmrân, 81)

           “Şüphesiz ki sana (yükümlülüğü) ağır olan bir söz vahyedeceğiz.” (73/Muzzemmil, 5)

[3]. 16/Nahl, 78

[4]. Kitâbu’l İlm, Buhari, 10. Bab başlığı

[5]. İbni Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “Biz ümmi olan bir topluluğuz. Yazmayı ve hesap yapmayı bilmeyiz.” (Buhari, 1913; Müslim, 1080)

[6]. Mu’cemu Mekâyîsi’l Luğa, 1/28, e-m-m maddesi

[7]. El-Mufredâts. 87, e-m-m maddesi

[8]. 44/Duhân, 58

[9]. 54/Kamer, 17, 22, 32, 40

[10]. Buhari, 3567; Müslim, 2493

[11]. Ebu Davud, 4839

[12]. Tabakâtu’ş Şafiîn, İbni Kesîr, 1/428; Siyeru A’lâmi’n Nubelâ, 18/474

[13]. El-Bidâye ve’n Nihâye, 13/67

[14]. El-Mufhim Limâ Eşkele min Telhîsi Kitâbi Muslim, Ebu’l Abbâs El-Kurtubî, 6/693

[15]. Mecmûatu Resâil fî’t Tevhîd ve’l Îmân, s. 362

[16]. “Rabbimiz! Onların arasından kendilerine senin ayetlerini okuyan, Kitab’ı ve hikmeti öğreten ve onları arındıran bir resûl gönder. Şüphesiz ki sen, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) El-Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) El-Hakîm’sin.” (2/Bakara, 129)

[17]. “Andolsun ki Allah müminlerin içinde, kendilerinden olan bir Resûl göndermekle onlara iyilikte bulunmuştur. Onlara O’nun ayetlerini okur, onları arındırır ve onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretir. Hiç şüphesiz, (Resûl gelmeden) önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (3/Âl-i İmran, 164)

[18]. Detaylı bilgi için bk. Müslümanların Allah’a Karşı Sorumlulukları, Ebu Hanzala, Furkan Yayınevi, s. 12-18, Sayfanın aşağısında yer alan karekodu okutarak içeriğe erişebilirsiniz.

[19]. 18/Kehf, 60

[20]. 62/Cuma, 2

[21]. 62/Cuma, 2

[22]. 2/Bakara, 282

[23]. 20/Tâhâ, 114

[24]. 20/Tâhâ, 114

[25]. 75/Kıyâmet, 16

[26]. 18/Kehf, 62

[27]. “Ashabdan bazılarının cahiliye hayatları, Allah’a (cc) şirk koşuyor olmalarının yanı sıra sosyal hayatta da çok kötüydü. Yol kesen, kavimlere saldırıp mallarını ve ırzlarını talan eden ve asabiyet gibi meselelerden dolayı sık sık savaşa tutuşup birbirlerinin kanlarını döken bir topluluktu onlar.” (Müslümanların Birbirlerine Karşı Sorumlulukları, Halis Bayancuk, s. 310)

[28]. 62/Cuma, 3

[29]. 57/Hadîd, 16

[30]. El-Bidâye ve’n Nihâye, 10/215; Siyeru A’lâmi’n Nubelâ, 8/423

[31]. Bunu; Alî ibni Medînî, İmam Ahmed, Yahyâ ibni Maînler söylemiştir. (bk. Suâlâtu Siczî li’l Hâkim, s. 234-239)

[32]. Ahmed, 22345

[33]. Durûsu li’ş Şeyh Selmân Avde, 141/10

[34]. Tabakâtu’ş Şâfiîyyeti’l Kubrâ li’s Subkî, 8/212

[35]. Uluvvu’l Himme li Muhammed İsmâîl El-Mukaddem, 1/206

[36]. 62/Cuma, 4

Önerilen makaleler

1 Yorum

  • Ulvi 1 yıl önce Cevapla

    Rabbim dinini hakkıyla öğrenmeyi, öğrendiklerimizle de amel edebilmeyi nasip etsin…

Cevap Ver