Bİ’Rİ MAUNE VAKIASI

Hamd Allah’a; salât ve selam, O’nun Resûl’üne olsun…

Recî’ Vakıası üzerinden henüz çok kısa bir süre geçmişti ki İslam toplumunu derinden yaralayan başka bir ihanet daha vuku buldu. Ebû Bera Medine’ye gelip Allah Resûlü’nden, kavmi için davetçi istedi. Akabinde Recî’de yaşanana benzer bir olay daha tarihe geçmiş oldu. Önce Bi’ri Maune olarak adlandırılan bu olayı siyer kitaplarından aktaralım, sonrasında hangi dersler çıkartmamız gerektiğine dair notlarımızı paylaşalım:

“Ebû Bera ibni Amir, Allah Resûlü’nün (sav) yanına Medine’ye geldi. Allah Resûlü de (sav) onu İslam’a davet etti. O ise Müslim olmadı, fakat İslam’dan da uzaklaşmadı.

Ve şöyle dedi: ‘Ey Muhammed! Ashabından Necid halkına birtakım adamlar göndersen de onları senin emrine davet etseler, umarım ki sana icabet ederler.’

Allah Resûlü de (sav) şöyle buyurdu: ‘Ben onlar için Ehl-i Necid’den korkarım.’

Ebû Bera dedi ki: ‘Ben onlara kefilim. Onları gönder de insanları İslam’a davet etsinler.’

Allah Resûlü de (sav) onlara hicretin dördüncü yılı Safer ayında, kendilerine ‘Kurra’ ismi verilen, Ensâr’dan yetmiş kişiyi gönderdi. Allah Resûlü (sav) onların başına Ben-i Saide’nin kardeşi olan ve kendisine ‘ölüme süratli koşan’ lakabı verilen Münzir ibni Amr’ı emîr tayin etti.

Sahabiler gitti ve Ben-i Amir’in yurdu ile Ben-i Suleym’in arazileri arasında olan Bi’ri Maune’de konakladılar. Sahabiler kuyunun başına indiklerinde Haram ibni Milhan’ı, Allah Resûlü’nün (sav) mektubuyla birlikte Allah düşmanı Âmir ibni Tufeyl’e gönderdiler. Âmir mektuba bakmadı bile. Üstelik Haram ibni Milhan’ın üzerine saldırıp onu öldürdü.”[1]

Bu olayda dikkatimizi çeken ilk husus Allah Resûlü’nün insanların hidayeti için gösterdiği özel çabadır. Medine’de kendisine gelen bir kabile reisine de sıradan bir bedeviye de yer ayırmış, onlara davetini ulaştırmıştır. Ebû Bera, Müslimlerle anlaşıp onları koruyacak bir müttefik olmasına rağmen Nebi (sav) onun İslam’ı için daha fazla uğraş vermiştir.

Zaten daha yeni Recî’ Vakıası yaşanmışken yetmiş mümini şirk beldesine göndermenin tek izahı hidayet olmaları ümidiyle bir adım atmaktır.

Allah Resûlü (sav), Recî’ Vakıası’nın acısı hâlâ sürüyorken yeni bir ihanetten endişe ediyor ve bunu Ebû Âmir ile paylaşıyor. Ancak Ebû Âmir davetçileri himaye edince Allah Resûlü ashabını gönderiyor.

Bu kısımda olayın hem emir sahiplerine hem de tabilere bakan yönleri vardır.

Emir sahipleri de birer insandır. Aldıkları kararlarda şer’i usullere bağlı kalmışlarsa neticede çok acı sonuçlar çıksa da sorumlu tutulmazlar. Allah Resûlü (sav) genel bir uygulama olarak başka beldelere davetçiler gönderiyor ve aynı zamanda bu girişimin meyvelerini de alıyor. Ancak bununla beraber Recî’ Vakıası ya da daha hafif zarar veren hadiseler de gerçekleşebiliyor.

İşte burada Allah Resûlü (sav), zarar ve fayda ihtimallerini hesaba katıp bir karar alıyor. Arap toplumunda söz, himaye kavramları çok mühimdir. Ebû Amir’in koruma sözünü vermesi Peygamber’i (sav) bu amele sevk eden en önemli etken oluyor.

Kaynak: Siyer Atlası, Sami ibni Abdullah el-Mağlûs, Siyer Yayınları, s. 255

Emir sahipleri; istişare, mesele üzerine tefekkür, olayın kendine özel vakıasının gerektirdiği tedbirleri alma ve sonuç olarak tevekkül etme eylemlerini yapmışlarsa zahiren ortaya çıkan sonuç zarar gibi gözükse de bir şekilde aslında hayırdır. Böyle durumlarda emîrlerin güvenilirliğini sorgulamak, yaşanan hadisede ortaya çıkan zarardan daha büyük hasara neden olabilir. Zaten sahabe de bu eğitimin bir parçası olarak Recî’ ve Bi’ri Maune olaylarında Allah Resûlü’ne (sav) bir eleştiri yöneltmediler. O kadar ki münafıkların dahi bu konuyu gündemleştirdiğine dair bir nakle, siyer kitaplarında rastlamamaktayız.

Hadisenin bu boyutu günümüzle kıyaslanırsa bir sorumluya söz vermiş her bireyin tefekkür etmesi zorunludur. Ne yazık ki emir sahiplerinin aldığı kararların öncesi ve sonrasıyla ilgili süreçlerin nasıl olması gerektiğine dair şer’i bilgi eksikliği; fertleri yanlış söylem, eylem ve düşüncelere sevk etmektedir.

Kimisi alınan kararların hepsinin kendisiyle de istişare edilmesi gerektiğine inanmakta, bir diğeri neticede bir zarar doğmuşsa bunu genelleştirip sorumlunun hemen değiştirilmesi gerektiğini ileri sürmekte, bazısı alınan tedbirler ve yapılan istişareleri yani olayın arka planını bilmeden konuşup ahkam kesmekte…

Özetle; emir sahipleri insandır, hata yapar. Mühim olan; kasıt var mı, kararın öncesinde şer’i usullere riayet edilmiş mi ve bu münferit bir hadise mi, bunları tespit edip ıslah etmeye çalışmaktır.

Bu hadisenin tabilere bakan diğer yönü, sahabilerin -bilhassa davetçi olanların- gösterdiği tavırdır. Henüz Recî’de şehit olan kardeşlerinin kanı kurumamışken Allah Resûlü (sav) yetmiş sahabeye bir nevi, “Haydi ölüme gidin!” diyor. Kimse de dönüp itiraz etmiyor, imada ya da tepkide bulunmuyor. Davetçiler bir yana, toplumun geri kalanı ya da bu insanların aileleri, başlangıçta ya da katliam haberini aldıklarında hesap sorma girişiminde bulunmuyorlar.

Bu sadece emîre itaat mefhumuyla anlaşılacak bir konu değildir. Asıl mesele işler arasında ayrım yapmadan her şeye kulluk gözüyle bakıp Allah’ın (cc) takdirine razı olmaktır. Öyle ki katliama tanıklık etmiş ve yaralı olarak kurtulmuş Ka’b ibni Zeyd, Hendek Günü’ne kadar yaşayıp o savaşta şehit ediliyor. Yani yaşadığı hadiseden dolayı eleştirmek, kenara çekilmek bir yana mücadelesini ve kulluğunu sürdürüyor.

Bu bölümle ilgili dikkatimizi çeken son nokta, müşrik de olsalar insanlarla ilgili genelleştirme, başka bir deyişle etiketleme yapmamamız gerektiğidir. Yaşanan hadisede hainliğin başını çeken Âmir ibni Tufeyl, bazı kavimlere gidip katliama katılmalarını söylüyor. Ancak onlar müşrik de olsalar Peygamber (sav) ile yaptıkları anlaşmaya bağlı kalacaklarını söyleyip bu hainliğe ortak olmuyorlar. Diğerleri ise Âmir’e katılıp savaş için hiçbir hazırlığı olmayan insanları şehit ediyorlar.

Bazı sebeplere, olaylara dayanarak genelleştirme yapmak geçmişin ve günümüzün, çok büyük ihtimalle de geleceğin hastalıklarından birisidir. Evet, her taifenin belli başlı sıfatları vardır. Şirk ehlinin, Ehl-i Kitab’ın, nifak ehlinin… Ama bu, istisnasız bir şekilde her zaman ve mekânda bu taifelerin tüm fertlerinin aynı özellikleri barındıracağını göstermez:

“Ehl-i Kitap’tan öylesi vardır ki ona bir kantar (altın) emanet etsen, onu sana geri verir. Öylesi de vardır ki ona bir dinar versen üstüne durmadığın müddetçe sana geri vermez. (Bunun nedeni) onların şöyle demeleridir: ‘Ümmilere karşı (yaptıklarımızda) bir sorumluluğumuz yoktur. (Malları bize helaldir.)’ Bilerek Allah’a karşı yalan söylüyorlar.”[2]

Müminin, düşmanı da olsa insanlara adaletle muamele etme sorumluluğu vardır. Şayet bu genelleştirme haksız düşünce ve davranışa neden olacaksa bundan sakınmalıdır. Hele ki istisnalar üzerinden yapılan genelleştirmelerden en fazla kardeşleriyle beraber kendisi etkileniyorken bu, mümin için daha da önem kazanır.

Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.


[1]. Siret-i İbn-i Hişam, 3/260 vd.

[2]. 3/Âl-i İmrân, 75

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver