Bİ’SETTEN ÖNCE GERÇEKLEŞEN BAZI HADİSELER

Yetim olarak dünyaya gelen Peygamber’e sallallahu aleyhi ve sellem en yakın ilgiyi dedesi Abdulmuttalip Gösteriyordu. Kavminin de efendisi olan Abdulmuttalip torununa ‘Muhammed’ adını koydu.

Siyer kitaplarında geçen genel bilgilerin aksine Muhammed daha önceden hiçbir insanın kullanmadığı bir isim değildi. Özellikle Muhammed adında bir Peygamberin geleceğini bilen Yahudiler ve bu haberi Yahudilerden duyan bazı Arap kabileleri kendi çocuklarına bu ismi vermişlerdi.

Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ‘Muhammed’ dışında birçok ismi vardır. Biz bunlardan bir kısmını manalarıyla beraber zikretmeye çalışacağız. Ama öncesinde bu isimleri aktarmamızın neden önemli olduğunu anlatmaya çalışalım.

İsimler aslında kişilik ve ahlakın yansımasıdır. Hele hele insana daha sonradan takılan isimler bu durumun daha açık göstergesidir. Bizler Allah Rasûlü’nün kişiliğini en ince ayrıntısına kadar öğrenmek, ahlaki vasıflarını bilip o özelliklerle ahlaklanmakla yükümlüyüz. O yüzden bu isimlerin arkasındaki anlamlar ciddi manada önem arz etmektedir.

Allah Rasûlü kendi isimlerini şöyle sayıyor:

“Benim beş tane ismim vardır: Ben Muhammedim. Ben Ahmedim. Benimle Allah’ın küfrü sildiği Mahiyim. İnsanların (kıyamet gününde) ayaklarımın altında toplanacağı Haşirim. Ve ben Âkibim.” (Buhari, Müslim)

‘Ahmed’ ismi Allah Rasûlü’nün İncil’de geçen ismidir. ‘Muhammed’ ise Yahudilerin kaynaklarında geçmektedir. ‘Âkib’ ismini Tirmizi ‘kendisinden sonra Peygamber gelmeyecek olan’ diye açıklamıştır.

Bu isimlerden üzerinde asıl durmak istediğimiz Mahi’dir. Özellikle kendisini İslam’a hizmet ettiğini iddia edip de küfürle mücadele dışında her şey için koşturan insanlar oturup bu ad üzerine kafa yormalıdırlar.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem küfre kılıf bulmak, onların ehline hoş görünmek, onlarla diyalog yapmak, türlü düzenbazlıklarla onları ateşten kurtarmaya(!) çalışmak için gelmemiştir.

Onun tek bir amacı vardı: Son kalıntısına kadar küfürle mücadele etmek ve onun kökünü kurutmak.

İnsanlar ya bilinçli olarak bu amaçtan sapmışlar ya da uydurdukları menhec onları son nokta olarak buraya götürmüştür. Bilinçli olarak küfrü hedef tahtasından çıkaranlar için söyleyebileceğimiz herhangi bir şey yoktur. Fakat asıl olarak hedeflerinin küfürle uğraşmak olduğunu iddia edip de vakıada Müslümanlara sataşmaktan, onlarla uğraşmaktan başka bir amel ortaya koymayanlar bir süre sonra kendilerini küfürle aynı cephede bulmaya başlayacaklardır.

Bu duruma düşmekten Allah’a sığınırız.

Allah Rasûlü’nün başka bir ismi de bizzat Allah subhanehu ve teâlâ tarafından ona sallallahu aleyhi ve sellem verilmiştir:

“De ki: ‘Şüphesiz ki ben apaçık bir uyarıcıyım.’ ” (15/Hicr, 89)

Günümüz davetçilerinin vasıflanmaya ne kadar da muhtaç oldukları bir isim!

Allah Rasûlü’nün davetinde kapalılık, karışıklık yoktu. Tevhid ve şirkin sınırları çok netti. Habeşli bir köleden Mekke’nin efendilerine kadar herkes bu çağrıyı duydukları ilk anda anlayabilecekleri bir berraklıktaydı. Bu yüzden davet hemen dost ve düşman kazanmış, saflar ilk günden netleşmişti.

Dini bugün insanlara ve sonraki kuşaklara taşımakla yükümlü davetçilerin götürdükleri davet böyle mi peki?

İhtilafların ve füru meselelerin üzerine bina edilmeye çalışılan bir davetin, takipçilerine nasıl bir faydası olabilir ki?

Halbuki Allah hem ayetlerin apaçık olduğunu hem de davetçinin bunları çok net bir şekilde anlattığına vurgu yapmıştır:

“Elif Lam Ra. Bunlar kitabın ve apaçık bir Kur’an’ın ayetleridir.” (15/Hicr, 1)

Hatta hakkın apaçık olması belki yeterli olmaz diye batıl bile tafsilatıyla anlatılmıştır:

“Böylece suçluların yolu belli olsun diye ayetleri iyice açıklıyoruz.” (6/En’am, 55)

Durum böyleyken bu kargaşanın nedeni delillerin kapalılığı olabilir mi? Yoksa davetçi olduğunu iddia edenler yalnızlıktan korkup daha geniş kitleler uğruna davetlerini bulanıklaştırmaya mı başlıyorlar?

Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yaşadıkları toplumda çocuklar hem sağlıklı yetişmeleri hem de fasih bir şekilde Arapçayı öğrenmeleri için Mekke dışına gönderiliyorlardı. Bu hususta en meşhur olan kavim ise Beni Sa’d kabilesi idi. Bu kabileden olup da Allah Rasûlü’nü alan Halime başından geçen hadiseleri şu şekilde anlatmaktadır:

“Kıtlığın hüküm sürdüğü bir seneydi. Beyaz bir merkebe binerek Sa’doğulları’ndan bazı kadınlarla, süt emzirecek çocuklar bulmak için Mekke’ye doğru yola çıktık. Yiyecek bir şeyimiz kalmamıştı. Beraberimizde dişi ve yaşlı bir deve vardı. Ancak onun bir damla bile sütü yoktu. Bir de çocuğumuz vardı. Ne bende ne de devede ona yetecek süt olmadığı için çocuğun ağlama sesinden uyuyamaz hale geldik. Nihâyet Mekke’ye vardık. Kimse onu sallallahu aleyhi ve sellem almak istemiyordu. Çünkü herkes babası hayatta olan bir çocuk arıyordu. Oysa o, bir yetim idi. Benden başka herkes emzirecek bir çocuk buldu ve alıp gitti. Ben de bir çocuk almadan geri dönmek istemedim. Kocama dedim ki:

__ Mutlaka gidip şu yetim çocuğu alacağım!

Nitekim gittim. Onu aldım ve çadırıma döndüm. Kocam:

__ Onu almakla iyi ettin. Kim bilir belki Allah bu çocuk sayesinde bize hayır ve bereket ihsan eder, dedi.

Vallahi çocuğu kucağıma alır almaz sütlerim dolup taştı. Onu emzirdim, doydu; sü t kardeşini de emzirdim, o da kana kana içip doydu. Gece olunca kocam yaşlı devemizin yanına vardı. Bir de ne görsün, memeleri sütle dolup taşmış! İstediğimiz kadar sağdık, kana kana içtik ve doyduk. O gece ne açlığımız ne de susuzluğumuz kaldı. Çocuklarımız da rahat bir şekilde uyudular. Kocam:

__ Vallahi benim kanaatime göre sen çok mübarek bir çocuk almışsın! demekten kendini alamadı.

Merkebime binip yola çıktık. Önceden en geride kalan merkebim, kafiledeki bütün hayvanları geçiyordu. Onu zor zaptediyordum. Herkes şaşkına dönmüş bir hâlde:

__ Bu gelirken bindiğin merkep değil mi? diye soruyordu.

Ben de:

__ Evet, diyordum. Nihayet beldemize vardık. Orası oldukça çorak bir yerdi. Fakat bizim koyunlar yayıldıkları yerlerden memeleri sütle dolmuş olarak dönüyorlardı. Diğer insanların koyunları ise yorgun, bitkin, aç ve susuz olarak geri geliyorlardı. Herkesin koyunları sütsüz iken biz koyunlarımızı sağıp bol bol süt içiyorduk. Mal sahipleri çobanlarına çıkışarak:

__ Yazık size! Hayvanlarımızı Halîme’nin çobanının otlattığı yerlerde otlatmıyor musunuz? diyorlardı.

Evet, bu serzenişlerinde haklı idiler. Çünkü çobanlar aynı yerlerde otlatıyorlardı, fakat onların koyunları aç ve sütsüz dönerken bizimkilerin memeleri sütle dolup taşıyordu.

Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bir günde, diğer çocukların bir ayda büyüdükleri kadar gelişiyordu. Bir ay da bir senelik çocuk kadar büyüyordu. Bir yaşına girdiğinde epeyce gösterişli olmuştu.

Yanımızda birkaç sene kaldıktan sonra nihayet onu annesine götürdük.

Süt babası Amine’ye:

__ Oğlumu bana geri ver. Mekke’deki veba salgınından korkuyoruz, diye ısrar etti. Aynı zamanda onun bereketinden mahrum kalmak da istemiyorduk. O kadar ısrar ettik ki nihayet annesi:

__ Haydi onu tekrar götürün! demek zorunda kaldı.” (Heysemî, VIII, 221; İbni Kesîr, el-Bidâye, II, 278-279.)

Bu hadisede Allah Rasûlü’nün bereketini bizzat Bedeviler de görmüş ileride duyacakları davetin sahibini yakından tanımışlardır. Aslında insanlar Allah’ın subhanehu ve teâlâ dinini öğrendikten sonra sadece akılları ile tefekkür etmeleri bu dini kabul etmek için yeterliydi. Fakat Allah rahmetinden ötürü kullarına ayetleriyle beraber bunları destekleyecek mucizeler de göndermiştir.

Duamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver