Ben-i Mustalik Gazvesi

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selam, O’nun Resûl’üne olsun.

Uhud Savaşı sonrası gerçekleşen ve hemen akabinde yaşanan hadiseler nedeniyle siyer tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Ben-i Mustalik Gazvesi bilhassa nifak ehli için mühim dönüm noktalarından biridir.

Medine içinde toplumsal baskıya dayanamayan münafıklar, ganimetlerin kolayca alınabileceğini düşündükleri bu harekâta yoğun bir katılım göstermişlerdi. Bu durum Allah Resûlü (sav) ve ashabını daha dikkatli davranmaya sevk etmişti. Ancak tedbirlere rağmen nifak ehli fırsat buldu ve içlerindeki zehri cihad gibi salih bir amel yapılırken bile kustu. Bu fitneyi genç bir sahabe olan Zeyd ibni Erkam, Allah Resûlü’ne (sav) haber vererek nifak ehlinin gerçek yüzünü bir kez daha İslam toplumuna göstermiş oldu.

“Zeyd ibni Erkam’ın, işittiklerini Resûlullah’a (sav) söylediği haberini alan Abdullah ibni Ubeyy ibni Selûl, Resûlullah’a (sav) gitti ve Allah’a ant içerek böyle bir şey söylemediğini ifade etti.

Resûlullah’ın (sav) yanında bulunan Ensâr’dan biri de ‘Ey Allah’ın Resûlü, belki de çocuk yanlış anlamıştır.’ dedi.

Resûlullah (sav) yola çıktığında Useyd ibni Hudayr onun yanına gitti ve nübüvvet selamıyla selamladıktan sonra, ‘Ey Allah’ın Resûlü, hiç yolculuk yapmadığın bir saatte yola çıktın?’ dedi.

Resûlullah (sav) ona, ‘Adamınızın söylediği şey sana haber verilmedi mi?’ diye sordu.

Useyd ibni Hudayr, ‘Hangi adam, ey Allah’ın Resûlü?’ diye sordu.

Resûlullah (sav), ‘Abdullah ibni Ubeyy!’ buyurdu.

Useyd ibni Hudayr, ‘Ne söylemiş o?’ diye sordu.

Resûlullah (sav), ‘Medine’ye döndüğümüzde aziz olanlar zelil olanı oradan çıkaracak, demiş.’ buyurdu.

Useyd ibni Hudayr, ‘Ey Allah’ın Resûlü, vallahi istersen sen onu Medine’den sürer çıkarırsın. Vallahi, zelil olan odur. Aziz olan ise sensin. Ey Allah’ın Resûlü, sen yine de şefkatle muamele buyur. Vallahi, Allah seni bize getirdiği sırada, kavmi olan Hazrecliler onun başına giydirecekleri krallık tacı için cevherler diziyorlardı. O, saltanatını elinden senin çekip aldığını sanıyor.’ dedi.

Resûlullah (sav) o gün, Müslimlerle birlikte akşama kadar ve bütün gece yola devam etti. Sabah olup güneşin harareti bunaltmaya başlayınca orada konakladılar. Müslimler, yorgunluk ve uykusuzluktan kendilerini yere atıp hemen uykuya daldılar.

Resûlullah’ın (sav) böyle yapması, Müslimleri Abdullah ibni Ubeyy tarafından söylenmiş sözlerle uğraşmaktan alıkoymak içindi. Daha sonra içinde münafıkların zikredildiği sure indi. Sure inince Resûlullah (sav) Zeyd ibni Erkam’ın kulağını tutup, ‘İşte bu, Allah yolunda kulağıyla vazifesini yerine getirmiş olan gençtir. Ey Zeyd! Yüce Allah seni doğruladı.’ buyurdu.”[1]

Zeyd ibni Erkam genç sahabilerden; Allah Resûlü’ne (sav) ve İslam davasına gönül vermiş, cihad ameli için Resûl’e tabi olmuş bir mücahid.

Münafıkların kendi aralarında yaptıkları bu konuşmayı duyduğu gibi, başka hiç kimseyle konuşmadan, hemen ilgili yere aktarıyor.

Bunlar münafıktır, zaten sürekli konuşuyorlardır demiyor.

Beni ne ilgilendirir, başkaları iletsin demiyor.

Başıma bela alırım, yalanlanırım demiyor.

İletiyor; çünkü ayetleri sadece dinlememiş, aynı zamanda onlarla amel de ediyor:

“Onlara emniyete ya da korkuya dair bir haber geldiğinde (haberin olumlu olumsuz etkisini hesaba katmadan) onu yayarlar. Şayet onu (kimseye anlatmadan önce) Resûl’e ya da yöneticilerine götürselerdi, olaylardan sonuç çıkarma kabiliyeti olanlar, o haberin (doğru mu, yanlış mı, bırakacağı etki faydalı mı, zararlı mı) hakikatini bilirlerdi. Allah’ın sizin üzerinizde lütfu ve rahmeti olmasaydı azınız müstesna, şeytana uymuştunuz.”[2]

Çünkü kendisini İslam davasının bir ferdi, İslam toplumunun bir neferi, bu ailenin bir bireyi olarak görüyor. Aidiyet duyuyor. İslam cemaatine yapılan hakareti, olası bir entrikayı kendisine yapılmış kabul ediyor.

İşte Medine İslam toplumunun yetiştirdiği bir nefer, ulaşmamız gereken bir seviye.

Allah Resûlü (sav) bir peygamber, ama aynı zamanda sonraki nesillere miras bırakacak bir yönetici. Münafıkların liderinin bunları söyleme ihtimalini tabii ki göz ardı etmiyor. Ama o münafıktır diyerek hemen mahkûm da etmiyor; tahkik ediyor, soruyor, başka şahit var mı diye bakıyor.

Ve bir süre önce izzetten bahseden bu şahıs, bir çocuğun yaptığı iletiden hesaba çekilmemek için zelil bir şekilde yalanlar atıyor, yeminler ediyor.

“Onları gördüğünde cüsseleri/kalıpları hoşuna gider. Konuşacak olsalar sözlerini dinlersin. Onlar, (kendi başına ayakta duramayan, meyve vermeyen,) duvara yaslanmış kütük gibilerdir. Her çığlığı kendi aleyhlerine sanırlar. (Dış görünüşleriyle cesur, özü sözü bir görünseler de iç dünyalarında korkak ve her şeyden ürken bir yapıları vardır.) Asıl düşman onlardır, onlardan sakın. Allah, onları kahretsin, nasıl da çevriliyorlar?”[3]

“İnsanlardan öylesi vardır ki; dünya hayatına dair söyledikleri senin hoşuna gider/sözleriyle seni etkiler. O, kalbinde olanın (iyilik, güzellik, ıslah) olduğuna dair Allah’ı şahit tutar. Oysa o, düşmanın en beter olanıdır. (Bir işin başına yönetici olduğunda ya da) yanınızdan ayrıldığında yeryüzünde bozgunculuk yapmak, ekini ve nesli yok etmek için çalışır. (Oysa) Allah, bozgunculuğu sevmez. Ona: ‘Allah’tan kork!’ denildiği zaman, gururu/kibri onu günaha sürükler. Böylesine cehennem yeter. O, ne kötü bir yataktır.”[4]

İşte nifak ehli budur. Kendi meclislerinde aslan kesilir, ama meseleler tahkik edilmeye gelince sözlerini tevil etmek için bin dereden su getiren bir portre çizerler.

Bunun karşısında ise böyle insanlara bile adaletsizlik yapmamak için kılı kırk yaran Nebi (sav).

Allah Resûlü’nün ashabı münafıkların liderinin mazur görülmesini isterken nifak ehlinin asıl gayesini de açığa çıkarmış oluyorlar: Makam ve mevki talebi.

Şayet İslam toplumu bu dünyalıkları onlara verse hemen razı olurlar ve seslerini asla çıkarmazlar. En ateşli İslam savunucuları hâline gelirler. Ancak makam sahibi olduklarında ekini ve nesli ifsad etmekten başka bir şey yapmayacakları için böyle bir mevkiye erişmelerine izin verilmez.

“Münafıkların liderinin sözleri İslam ordusunun bir neferi olan Abdullah’ın da kulağına gitmişti. Bunun üzerine Allah Resûlü’nün huzuruna çıktı.

‘Ey Allah’ın Resûlü! Babamla aranızda geçen hadiseyi işittim. Onu öldürmek istediğinizi haber aldım. Eğer bu işi muhakkak yapacaksanız, bana emir buyurunuz, şu ânda gidip başını huzurunuza getireyim. Bütün Hazrecliler bilirler ki babama sevgim vardır. Onun öldürülmesini başkasına havale ederseniz, ihtimal ki, o adama karşı nefsimde bir düşmanlık meydana gelir ve bir kâfire karşı bir mümini öldürerek cehenneme müstahak olurum!’

‘Ey Abdullah! Babanı öldürmeyi istemedim. Hiç kimseyi de onu öldürmekle vazifelendirmedim. Aramızda yaşadıkça ona iyi davranınız!’ ”[5]

“İslâm ordusu Medine’ye yaklaşmıştı. Akik denilen vadide Abdullah atından indi. Babası Abdullah ibni Ubeyy’in önünü kesti. Devesini çöktürdü ve ‘İzzet ve kuvvetin, Allah ve Resûl’üne ait olduğunu söylemedikçe seni asla bırakmayacağım.’ dedi.

Münafıkların lideri birden şaşkına döndü. Bu sözleri söyleyen, oğlu Abdullah idi.

Oğluna, ‘Demek sen, bu kadar insan arasında beni Medine’ye sokmayacaksın, öyle mi?’ dedi.

Abdullah, ‘Evet, bugün insanlar arasında, en aziz kimdir, en zelil kimdir, sana öğretmeden seni asla bırakmayacağım. Hattâ izzet ve şerefin Allah ve Resûl’üne ait olduğunu burada itiraf ve ikrar etmezsen, boynunu vururum.’

Babası, Abdullah’ın sözlerinde kararlı olduğunu anlayınca mecburen, ‘Ben, şehadet ederim ki izzet ve kuvvet, Allah’a, Resûl’üne ve müminlere âittir.’ dedi.

Hadiseyi duyan Allah Resûlü (sav) Abdullah’a, ‘Allah, seni, Resûl’ünden ve müminlerden dolayı hayırla mükâfatlandırsın.’ diyerek dua etti ve babasını serbest bırakmasını da kendisine emretti.”[6]

Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.


[1] Târîhu’t Taberî, 2/206-208

[2] 4/Nisâ, 83

[3] 63/Munâfikûn, 4

[4] 2/Bakara, 204-206

[5] Siretu İbni Hişâm, 2/292-293

[6] bk. Şerhu’ş Şifa, 2/411

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver