عياض بن غنم Ebû Sa‘d (Saîd) İyâd ibni Ğanem ibni Züheyr el-Fihrî
Önceki yazımızda İyâd ibni Ğanem’in (ra) hayatını anlatmaya başlamıştık. İyâd, imandan sonra mücadeleye başlamıştı. Allah Resûlü (sav) ile beraber birçok gazaya katılmıştı. Büyük savaşlarda bulunarak büyük faziletler elde etmişti. Allah Resûlü’nden (sav) sonra da Ebû Bekir’in (ra) ve sonra da Ömer’in (ra) yanında mücadelesini aynen sürdürmüştü. Zorlu mücadelelerle ve büyük fedakârlıklarla Cezîre’nin kapısını İslam’a açmıştı.
Cezîre’nin Fethi
Şam’ın fethinden sonra Ömer’in (ra) emriyle ordular artık Cezîre’ye yönelmişti.[1] Ebû Ubeyde (ra) Ömer’den (ra) aldığı talimattan sonra bu bölgeyi fethetme görevini İyâd’a verdi. İyâd ordusuyla birlikte Cezîre’ye giderek Cezîre’nin kapısını ilk defa İslam’a açan kişi oldu.
Ebû Ubeyde (ra) vefat edeceği hastalığa yakalanınca Ömer’e (ra) kendisinin yerine amcasını veya dayısının oğlu olan İyâd’ı (ra) komutan ve vali olarak atamasını tavsiye etmişti. Ömer de, “Ben, Ebû Ubeyde’nin emîr olarak atadığını değiştirecek değilim.” diyerek bu teklifini kabul edip İyâd’ı komutan ve vali olarak onun yerine geçirmişti.[2]
“Ebû Ubeyde ibnu’l Cerrâh’ın ölümü yaklaşınca yaptığı işlerin başına İyâd ibni Ğanem’i geçirdi. İyâd salih bir adamdı. Ebû Ubeyde, ölümünün yaklaştığını Ömer’e bildirince Ömer çokça istircada[3] bulundu, onun için çokça rahmet diledi ve ‘Kimse senin yerini dolduramaz.’ dedi.
Ömer, Ebû Ubeyde’nin yerine kimin geçtiğini sordu. ‘İyâd ibni Ğanem’ dediler. Ömer de onu onayladı ve ona şöyle yazdı: ‘Şüphesiz ki ben seni Ebû Ubeyde ibnu’l Cerrâh’ın yerine atadım. Allah’ın sana gösterdiği şekilde davran.’ Ömer ayrıca İyâd’a bazı emir ve nehiyler barındıran uzunca bir mektup yazdı.”[4]
İyâd, Ebû Ubeyde’nin yerine geçtikten sonra fetihlere devam etti. O gün Rumların merkezi olan Anadolu’nun kapısını İslam’a açtı. Bu bölgenin çoğunu sulh yoluyla elde etmiş oldu. Hatta bazı âlimler Cezîre’nin tamamını İyâd’ın fethettiğini[5] ve bu hususta herhangi bir ihtilaf bilmediklerini[6] belirtmişlerdir.
İslam ümmeti mücahid bir ümmettir. Cihad, ruhlarının ayrılmaz parçasıdır. Sahabe döneminde İslam’ın en uzak beldelere kadar ulaşmasının sebebi bu ruhun en canlı hâliyle var oluşudur. Ama bugün şayet küfür unsurlarından kaçınmak için, ufak çalışmaları yapmak için küfür sistemiyle karşı karşıya gelmemek adına her şeyden el etek çekiliyorsa bu ruh çoktan kaybolmuş demektir. İşte İyâd (ra) burada ne güzel örnektir. Tereddüt dahi etmeden birçok savaşa girmiştir. Ve Allah da (cc) ona birçok fetih nasip etmiştir.
Ayrıca İyâd (ra) aylarca yurdundan yuvasından uzak, davası uğruna mücadele etmiştir. O ve beraberindeki sahabiler yurtlarını arkalarında bırakıp insanları hidayetle buluşturmak için şu ân üzerinde bulunduğumuz topraklara kadar gelmişlerdir. Büyük fedakârlıklarla İslam’ı buralara kadar taşımışlardır. Coğrafyamızda hâlâ onların izlerini görürüz. Burada şu soruyu sormak gerek: İslam’la bu kadar erken tanışan ve İslam’a bu kadar yakın olan bir topluluk, şimdi neden böylesine uzak? Bugün batıl ideolojilerin peşini bırakıp İyâd’dan aldığımız fetih ruhuyla tekrar aslımıza dönmenin vakti çoktan gelmiştir.
Mütevazı Yaşamı
İyâd büyük bir sahabi, büyük bir komutan, büyük bir valiydi. Bu yüksek konumuna rağmen bir o kadar da mütevazı biriydi. Kendisine usulünce nasihat edildiğinde kulak verir, usulünce nasihat edilmediğinde ise uyarıda bulunur ve Allah Resûlü’nün (sav) sünnetini hatırlatırdı.
“İyâd ibni Ğanem, Dârâ fethedildiği zaman Dârâ’nın valisini cezalandırdı. Hişâm ibni Hakîm, İyâd’a ağır sözler söyledi, öyle ki İyâd çok öfkelendi. İyâd birkaç gece orada kaldı.
Hişâm, İyâd’ın yanına gelip özür diledi. Sonra Hişâm, İyâd’a, ‘Nebi’nin (sav), Kıyamet Günü’nde insanlar arasında azabı en ağır olacaklar dünya hayatında insanlara en ağır azap eden kimselerdir, buyurduğunu duymadın mı?’ dedi.
İyâd ibni Ğanem ise, ‘Ey Hişâm ibni Hakîm! Şüphesiz ki senin duyduğunu biz de duyduk, senin gördüğünü biz de gördük. Peki, sen Resûlullah’ı (sav) şöyle buyururken duymadın mı? ‘Her kim bir yöneticiye bir konuda nasihat etmek istiyorsa o nasihati herkesin önünde açıkça yapmasın. Onun elinden tutsun ve onunla baş başa kalsın (nasihatini öyle yapsın). Kabul ederse eder, kabul etmezse o üzerindeki vazifeyi yerine getirmiş olur.’ Şüphesiz ey Hişâm! Sen Allah’ın yetki verdiği kimseye karşı pervasız bir cesaretle hareket edecek olursan hiç Allah’ın yetki verdiği kimsenin seni öldüreceğinden ve bunun sonunda Allah’ın yetki verdiği kimsenin maktulü olacağından korkmadın mı?’ ”[7]
Nasihatin dinin en temel gereklerinden olduğu bugün herkesin malumudur. Fakat bugün nasihatin gerekli olduğu bilindiği kadar nasihatin edebi bilinmiyor. Özellikle sosyal medyanın olur olmaz herkese konuşma hakkı vermesiyle bu esas daha çok zedeleniyor. Herkes herhangi bir konu hakkında her şeyi söyleyebiliyor. Oysa nasihati bizlere emreden Allah (cc) ve Resûl’ü (sav) nasihatin nasıl yapılması gerektiğini de bizlere beyan etmiştir. Bu farizanın nasıl yapılması gerektiğini kulların hevasına bırakmamıştır.
İyâd (ra) burada bizlere nasihatin edeplerinden bir tanesini hatırlatıyor: Aleni nasihat edilmez. Aleni yapılan nasihat, nasihat değildir. Bilakis Müslimler arasında kin ve öfke doğuran, ayrılık ve tefrika çıkaran, hatta hadiste belirtildiği gibi sonucu öldürülmelere ulaşabilecek olan bir fitnedir. Dolayısıyla Müslimler özellikle şu zamanda bu edebe çok dikkat etmeliler. Bir Müslim’e veya Müslim bir topluluğa nasihat ederken bunu asla ulu orta, dostun düşmanın içerisinde yapmamalılar. Müslimlerin ayıplarını açmadan, bilakis onların ayıplarını örterek, var olan eksikliği düzeltmeye çalışmalılar.
İyâd, bulunduğu konumun da bir gereği olarak adil davranmaya çalışırdı. Kim olursa olsun birine haksızlık edildiğinde hakkı hatırlatır ve kötülükten sakındırırdı. Herhangi bir zulüm gördüğünde hemen müdahale eder ve Allah Resûlü’nün (sav) uyarılarını bildirirdi.
“İyâd ibni Ğanem su çıkarmakla görevli bir işçinin güneşin altında bekletildiğini gördü. İşçiyi çalıştırana ‘Şüphesiz ki ben Allah Resûlü’nü (sav) ‘Allah (cc) dünyada insanlara azap edenlere azap edecektir.’ buyururken işittim.’ dedi.”[8]
İyâd, cesur olduğu kadar aynı zamanda da cömertti. Dünyaya karşı pek zahid biriydi. Malda makamda gözü yoktu. Büyük imkânlar elde edebilecekken beytu’l maldan sadece iaşesini almıştı. Bir dinar, bir koyun, bir ölçek buğdayla yaşamını sürdürüyordu.[9] Aldığı ganimetlerin birçoğunu yine Allah’ın (cc) yoluna sarf etmişti. Elinde ne varsa yakınlarına ikram etmekten çekinmezdi. Öyle ki ona yolcuları doyuran manasında “Zâdu’r Rekb” denirdi.[10]
“İyâd’a, Yolcuları Doyuran/Zâdu’r Rekb denirdi. Çünkü o yol arkadaşlarına yemek ikram ederdi. Yolculuk hâlinde ise azığıyla onları tercih eder, azığı tükenirse devesini onlar için keserdi.”[11]
Rabbe Doğru
Ömer (ra) İyâd’a bir mektup yazıp Şam’a dönmesini ve yönetime geçmesini söylemişti. İyâd da mektubu alır almaz Şam’a doğru yola çıkmıştı. Hicri yirminci yılda, altmış yaşında Humus’ta vefat etmişti. Yine Allah (cc) için sefer hâlinde canını Rabbine teslim etmişti. Ömrünü mücadeleyle geçirmiş ve canını mücadele yolunda vermişti. Vefat ettiğinde kimseye ne bir mal ne de bir borç bırakmıştı.[12]
Selam olsun İyâd’a. Allah kendisinden razı olsun…
[1]. Cezîre; Anadolu, Suriye ve Irak bölgesinde Dicle ve Fırat Nehirleri arasında yer alan, çoğunluğu bugünkü Türkiye’de bulunan geniş bir bölgedir. bk. TDV, Cezîre maddesi
[2]. bk. El-İsâbe fî Temyîzi’s Sahâbe, İbnu Hacer El-Askalânî, Dâru’l Kutubi’l İlmiyye, 3/1234; Usdu’l Ğâbe fî Ma’rifeti’s Sahâbe, İbnu’l Esîr, Dâru’l Kutubi’l İlmiyye, 4/315
[3]. İstirca, bir musibet ânında Allah’ın takdirine rıza gösterip O’na sığınarak teselli bulmayı ifade eden söz ve davranışlar için kullanılan bir terimdir. Daha çok “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn/Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz” denilerek yapılır.
[4]. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbnu Sa’d, Mektebetu’l Hâncî, 5/95
[5]. bk. Mu’cemu’l Buldân, Yâkūt El-Hamevî, Dâru Sâdır, 2/135
[6]. bk. El-İsâbe fî Temyîzi’s Sahâbe, İbnu Hacer El-Askalânî, Dâru’l Kutubi’l İlmiyye, 4/630
[7]. Ahmed, 15333; Hakim, 5269
[8]. Ahmed, 15334
[9]. bk. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbnu Sa’d, Dâru Sâdır, 7/398
[10]. bk. Usdu’l Ğâbe fî Ma’rifeti’s Sahâbe, İbnu’l Esîr, Dâru’l Kutubi’l İlmiyye, 4/315
[11]. El-İsâbe fî Temyîzi’s Sahâbe, İbnu Hacer El-Askalânî, Dâru’l Kutubi’l İlmiyye, 4/630
[12]. bk. Ma’rifetu’s Sahâbe, Ebû Nuaym, Dâru’l Vatan, 4/2162
İlk Yorumu Sen Yap