Türkler Neden İslâm’ı değil, Müslümanlığı Seçtiler?

 Bu soruya doğru ve ayrıntılı bir yanıt bulabilmek kolay değil. Çünkü bu kavmin, hangi etkenler altında ve hangi nedenlerle Müslümanlaştığını anlamak için her şeyden önce belgesel mahiyette tarihi bilgi, ondan sonra da cesaret ve tabiatıyla zaman gerekiyor. Bu konuda köklü çalışmalara ihtiyaç vardır. Çünkü bu muamma henüz yeteri kadar aydınlığa kavuşturulmuş değildir.

Bu problemin birçok nedeni vardır. Bunların başında ise -Türklerin tarihine ilişkin- kaynakların tamamının yabancılara ait olmasıdır. Bu kaynaklardaki -aynı konulu- bilgiler arasında paralellik bulunmaması, sorunu daha da çetrefil hâle getirmektedir. Ne yazık ki bu gerçeği -Türkiye’de sadece ifade etmek bile risk oluşturduğu için- mahallî araştırmacılar konuyu derinlemesine ele almayı göze alamamaktadırlar. Cumhuriyet tarihi boyunca –bilhassa Suriye krizinden sonra halkın milliyetçi duyguları aşırı düzeyde kışkırtıldığı için-, hemen hiçbir araştırmacı -özellikle 1.000 yıl önceki- Türk tarihini çok yönlü olarak sorgulayamamaktadır!

Türkler hakkında İslâm öncesi devirlere ait bilgilerin hemen hemen tamamı Çinliler tarafından yazılmıştır. Tabiatıyla bu kaynaklarda Türklerin “Müslümanlık” serüvenine ilişkin herhangi bir bilgi bulunamaz. İslam’la tanışmalarından sonra bu kez Türklerin tarihi, daha çok Arapça, kısmen de Farsça yazılmıştır. Ancak tarihlerini, vaktiyle -Türkler- bizzat kendileri yazmadıkları (daha doğrusu yazamadıkları) için, günümüzde -başta transkripsiyon sorunları olmak üzere- kaynakların -asıllarına uygun olarak- tercüme edilmesinde, karşılaştırılmasında, kişi ve yer isimlerinin doğru şekilde saptanmasında ve bunların -orijinal fonetikleriyle- seslendirilmesinde önemli problemler yaşanmaktadır.

Türklerin İslâm’la nasıl tanıştıkları konusunda şimdiye kadar kaleme alınmış eserler arasında en çok dikkat çeken çalışma, Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı’ya ait “Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılışı ve Türkler”1 adlı kitaptır. Konuya ilişkin yararlı tespitlere bu kaynakta ulaşmak mümkün ise de verilen bilgilerin yeterli olduğu söylenemez. Aynı zamanda Türk olmasına rağmen Kitapçı’nın dili oldukça yavandır ve yer yer kusurludur. Bu da Türkçe’nin edebî ve akademik üslûbuna aşina olanlar üzerinde olumsuz etki bırakmaktadır. Şu var ki yazarın, istifade ettiği kaynakları dakik bir şekilde vermiş olması, çalışmaya değer katmıştır.2 Çünkü onun, bu kaynakları cesaretle deklare etmesi, mensubu olduğu milletin tarihi hakkında vaktiyle ataları tarafından hiçbir şey yazılmadığı (daha doğrusu yazılamadığı) anlamına gelmektedir ki bu husus son derece önemlidir.

Türklerin İslâm’ı -kaynaklarına ve kurallarına uygun şekilde ve bir bütün olarak- kabul etmek yerine ondan büyük ölçüde esinlenerek “Müslümanlık” adı altında kendilerine özgü bir din örmelerinin birçok nedeni bulunmaktadır. Bu nedenlerin teker teker üzerinde durmak, gerçekten büyük önem taşır.

Öncelikle vurgulamak gerekir ki; Emevîler’in yürüttüğü askeri harekât sırasında Türkistan halkı, -büyük olasılıkla- İslâm’ı bir bütün olarak dikkate alma fırsatını bulamamıştır. Çünkü Ashabın fetihlerinde olduğu gibi bu harekâtta da İslâm’ı yayma faaliyetlerine öncelik verilmediği ya da bu faaliyetlerin, İslâmî kurallara uygun yürütülmediği kuvvetle muhtemeldir.

Birçok tarihi kaynak bu gerçeği teyit etmektedir. Nitekim Emevî yönetimi, tıpkı Bizans ve Sasanî siyasetini taklit ederek topraklarını genişletmeyi ve başka milletler üzerinde hâkimiyet kurmayı öncelemiştir. Bu nedenle İslâmlaştırma faaliyetleri -Ashab döneminde icra edilenin aksine- ikincil bir inisiyatif olarak yürütülmüştür. Dolayasıyla bu faaliyetlerin, hikmete uygunluğu tartışılabilir bir konudur. Nitekim ünlü Emevi komutan Quteybe bin Muslim’in, -fethin gerçekleştirildiği günlerde- Buhara ve Semerkant kentlerinde, Budistlere ve Zerdüşistlere verdiği gözdağı sahneleri bu dinlere bağlı toplulukların, İslâm’a nasıl bakmış olabilecekleri hakkında önemli ipuçları vermektedir. Toplatılan putların, kent meydanına yığılarak halkın dehşet dolu bakışları arasında ateşe verilmesi, -değil bu insanların, aynı zamanda- bugün Türkiye’de ve Orta Asya’da yaşayan kuşaklarının bile İslâm’a hoşgörü ile bakamayacaklarını ister istemez akla getirmektedir.

Araştırmacı Zekeriya Kitapçı, “Budist Heykellerinin Yakılıp Yıkılması” başlığı altında aynen şu ifadeleri kullanmaktadır:

“Müslüman Fatih, şehre tam manası ile hâkim olduktan sonra, halkın nasıl bir reaksiyon göstereceğini dahi nazarı itibara almadan önce Budist mabedlerinin putlardan temizlenmesini, onların şehir meydanında toplatılmasını istemiş, daha sonra da hiç tereddüt etmeden yakılmasını emretmiştir.” 3

Bu davranışın hikmete uygun olmadığı açıktır.4 Nitekim bu manzarayı seyreden kalabalığın psikolojisi hakkında, -yine aynı araştırmacının- düşündüren şu sözleri önemlidir:

“Kuteybe b. Müslim’in, Semerkant’ı teslim alışı sırasında yakılmak üzere ortaya yığılan Buda heykellerinin büyük bir köşk gibi olduğu ve başta o zamanın Semerkant Hükümdarı Ğuzek (Oğuz Bek) olmak üzere yerli halkın Müslüman Fatih’e şiddetli tepkiler gösterdikleri yolundaki rivayetler bize bu hususta yeteri kadar fikirler vermektedir.” 5

Büyük ihtimalle Emevîlerin, Türkistan’ın fethi sırasında sergiledikleri -hikmetten uzak- bu davranışları nedeniyledir ki yüzyıllar boyu İslâm, hiçbir zaman Türk toplulukları arasında tutunamamıştır. Ancak onun baskın kültürünün etkisi altında -çeşitli dinlerin artıklarından da yararlanarak- “Müslümanlık” adı altında arabesk bir din icat etmişlerdir.

Türklerin İslâm’ı benimseyememelerinin büyük nedenlerinden biri de Müslümanlık öncesinden kalma dinlerin etkisinden bir türlü sıyrılamamış olmalarıdır. Öyle gözüküyor ki Budizm’in, Zerdüşizm’in ve Şamanlığın etkilerini vicdanlarından büsbütün temizleyememişlerdir.

Bilindiği üzere bu her üç din 
-hatta dinlerin hemen hemen tamamı-
 İslam’ın aksine mistik karakterlidirler, hepsi de rûhânî ağırlıklıdırlar. Hayatla olan güçlü bağından ötürü, Yahudiliği istisna edersek 
-Müslümanlık da dahil-
 hemen hemen bütün dinler 
-İslam’ın aksine-
 mabed ve mezarlık dinidirler. İslam ise mükemmel bir hayat nizamıdır. Rûhanî bir din görüntüsü vermediği için 
politeist-mistik
 dinlerin etkisi altında duygusallaşmış toplumları tatmin etmez. Öyle görünüyor ki askerî bir ruhla yetişen Türkler,
 -İslam’ın yalnızca tolerans kabul etmeyen bazı sert disiplinlerinin cazibesine kapılmış-
 özellikle 
“cihad”
 kurumunun ve kısmen namaz ibadetinin etkisiyle bu evrensel hayat rejimine karşı nispeten yumuşayarak, onu 
“klasik bir din”
 kisvesi içerisinde görmek istemişlerdir. İslam’ı sadece bir ilham kaynağı gibi gören Türklerin tarihinde Müslümanlığın oluşum süreci, muhtemelen böyle bir yaklaşımla başlamıştır.

1 . Damla Ofset Matbaacılık ve Tic. A.Ş. 3. Baskı, Konya, 1994.

 

2 . Zekeriya Kitapçı, Büyük kısmı Arapça olan bu kaynakların adlarını şöyle sıralamakta ve her kaynak hakkında etraflı bilgiler vermektedir:

a. el-Belâzuri, Fütuhu’l-Büldân فتوح البلدان

b. et-Taberî, Târîhu’l-Ümemi ve’l-Mülûk تاريخ الأمم والملوك

c. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih الكامل في التاريخ

d. İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Niheye البداية والنهاية

e. İbn A’sam el-Kûfî, Kitabu’l-Fütûh كتاب الفتوح

f. Muhammed b. Cafer en-Narşâhî, Tarihu Buhara تاريخ بخارى

g. T.W. Arnold, The Preaching of Islam

h. H.A.R Gibb, Orta Asya Arap Fütuhatı;

ı. W. Barthold, Moğol İstilâsına kadar Türkistan.

Kitapçı ayrıca, çoğunun İran kökenli olduklarını söylediği coğrafyacıların eserlerinden; özellikle İstahrî İbnü’l-Fakih İbni Hurdadbeh, (Mu’camu’l-Büldân’ın müellifi) Yakût el-Hemvî ve ünlü gezgin İbni Fazlan’ın eserlerinden de yararlandığını ima etmektedir. Kaynak: Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Orta Asya’da İslamiyet’in Yayılışı ve Türkler, s. 25-34. Damla Ofset Matbaacılık ve Tic. A.Ş. 3. Baskı, Konya, 1994.

3 . A.g.e. s. 113.

 

4 . Bu münasebetle, Hz. Peygamberin de müşriklere ait putları temizlemek üzere Ashaptan bazı şahsiyetleri görevlendirdiğini ve bu görevin yerine getirildiğini hatırlatarak, kimileri itirazda bulunabilirler. Ancak böyle bir itirazın makul olamayacağı şu sade karşılaştırma ile dahi ortaya çıkmaktadır:

Hz. Peygamber’in Mekke’yi fethetmesinden ve şehir halkının tamamının İslam’ı kabul etmesinden sonra bu temizlik yapılmıştır. Nitekim, gerek Mescidu’l-Haram’ın içindeki, gerekse Mekke dışındaki putların ortadan kaldırılması sırasında ve sonrasında hiçbir tepki ile karşılaşılmamıştır. Çünkü Hz. Peygamberin şirke (putperestliğe) karşı 23 yıl boyunca verdiği amansız savaşın etkisiyle halk, aslında putlara küskündü; kimsenin bu putlara hemen hiçbir inancı ve bağlılığı kalmamıştı.

5 . A.g.e. s. 62

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver