Psikolojik Rahatsızlık İtikad Zayıflığı Mıdır?

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûl’e salât ve selam olsun.

Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Her birinizin afiyet içinde olmasını, rahmeti ve yakınlığıyla Rabbimin sizlerle beraber olmasını niyaz ediyorum.

Yüce Allah’a hamd olsun ben iyiyim. Sizlerin dualarıyla daha iyi olmayı ümit ediyorum. Sizin de bildiğiniz gibi bir Müslim’in kardeşine yapacağı en faydalı ve makbul yardım, gıyabında ona dua etmesidir. Gıyabi dua; meleklerin iştirak ettiği, temiz bir söz olarak arşa yükselen ve karşıdakinden önce sahibine fayda sağlayan bir ibadettir.

“Kardeşine gıyabında dua eden hiçbir Müslim kul yoktur ki mutlaka Allah (onun duası için) bir melek görevlendirir. (O dua ettikçe) melek şöyle der: ‘Âmin, (Allah) sana mislini versin.’ “ 1

İnanıyorum ki bu dar mekânları genişleten, demir ve beton yığınları arasında nefes almamızı sağlayan, şerri hayrından fazla hücreleri birer medreseye/mabede dönüştüren ihlas ve içtenlikle yapılan dualardır.

Bu vesileyle kardeşlerimden bir ricada bulunmak istiyorum. Her insan sevgi, özlem ve vefasını farklı şekillerde gösterir. Kimi mektup yazarak kimi hediye alarak kimi maddi yardımda bulunarak… Mektuplarınız için eyvallah; samimiyetle yazılmış, kardeş kokusu taşıyan bir kaç satır dünyalara bedeldir. Ancak hediye ve maddi yardımlarınız için ricam şudur: Hediye ve yardımlarınızı benim adıma ihtiyaç sahiplerine ulaştırın. Bana da içtenlikle dua edin. Hem beni hem de ihtiyaç sahiplerini sevindirmiş olursunuz. Ayrıca ihtiyaç sahipleri dururken, ihtiyacı olmayanlara yardım bize yakışmaz. Çevrenize bakın; yetimler, iffetli fakirler, gönlü kırıklar, maddi imkânsızlıklar nedeniyle tedavisini erteleyen hastalar, kimsesiz mahpuslar, İslami hizmete adanmış yoksul gençler… göreceksiniz. Allah’ın (cc) istediği gibi yardımlarımızda adil ve hikmetli olalım. Adalet, her şeyi yerli yerine koymaktır. Hikmet, yerinde ve zamanında hareket etmektir.
 

Soru: Kıymetli Hocam! Bir ilahiyatçının başlattığı tartışma sonrasında tarihselcilik yeniden gündeme geldi. Tarihselcilik hakkında bizi aydınlatır mısınız?

Tarihselcilik, kutsal metinleri, indiği bağlam/tarih içinde ele alan akımdır. Kur’ân üzerinden söyleyecek olursak; ayetlerin indiği güne bakar, vermek istediği mesajı tespit eder, sonra o mesajı bugüne taşıdığını iddia eder.

Hırsızlık ayetini örnek verelim:

“Hırsız erkek ve kadının, kazandıkları (kötülüğün) karşılığı ve Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) Hakîm’dir.” 2

Tarihselci der ki: Bu ayetin verdiği mesaj şudur: Hırsızlık kötü bir şeydir ve cezalandırılmalıdır… El kesmek ise bu mesajın o tarihe uygun ceza biçimidir. Biz, hırsızlığın yasak olduğunu ve cezalandırılması gerektiğini kabul ederiz. El kesme cezasını bugün uygulayamayız. Çünkü bugün, hırsızlığın cezası hapis olarak tespit edilmiştir.

Daha iyi anlaşılması için miras ahkâmını örnek verebiliriz. Tarihselci der ki:

Kur’ân, kadına ve erkeğe mirastan pay verir. Anlarız ki kadın da mirasta hak sahibidir. Erkeğe iki, kadına bir pay ise tarihseldir. Kur’ân’ın indiği döneme/tarihe uygundur. Bugün kadının toplumsal konumu değişmiştir. Paylar bugünün şartlarına göre belirlenmelidir.

Bu açıklamadan sonra diyebilirim ki tarihselcilik, vahiy ve akıl tarafından mahkûm edilmiş sapkın bir anlayıştır.
 

Tarihselciliğin Şer’i Eleştirisi

Kur’ân tamamlanmıştır.

“… Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslam’a razı oldum…” 3

“Rabbinin kelimesi (Kur’ân), doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, (işiten ve dualara icabet eden) Es-Semi’ ve (her şeyi bilen) El-Alîm’dir.” 4

Kur’ân doğruluk ve adalet yönünden tamamlanmış, kemale ermiştir. Doğruluk ve adaleti ikame etmek isteyen için ihtiyaç duyulan tüm hükümleri ihtiva eder. Onun ahkâmını bugünün şartlarına göre yeniden yorumlamak; onun bugün için eksik olduğunu, bugünün ihtiyaçlarını karşılamadığını iddia anlamı taşır. Şöyle düşünün:

Biri size “Bu yazı lafız ve mana (adalet/doğruluk) cihetiyle tamamlanmıştır.” diyor. Siz de “Doğru, ama şu noktaları değiştirelim.” diyorsunuz. Bu, yazıların eksikleri olduğuna inandığınızı gösterir. Zira insan eksik gördüğünü tamamlamak ister.

Allah (cc) “Kur’ân lafız ve mana (doğruluk/adalet) cihetiyle tamamlanmıştır.” dediği hâlde, onu bugün mana cihetiyle yeniden yorumlamak isteyen, itikadi olarak büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Kabul etse de etmese de ona eksiklik izafe etmiş olur.

• Kur’ân ulaştığı herkes için uyarıdır.

“… Sizi ve kime ulaşırsa onu uyarmam için bu Kur’ân bana vahyedildi…” 5

Kur’ân yalnızca indiği gün için değil, sonradan kime ulaşırsa onun için de bir uyarıdır. Oysa tarihselci için Kur’ân, indiği dönem için bir uyarıdır. Bugünün insanına uyarı olabilmesi için tarihselcinin onayından geçmelidir. Nassın bugüne uyarlanmasında iki tarihselci anlaşmazlığa düşerse –ki düşüyorlar da- acaba hangisinin yorumu bugünün insanı için uyarı olacaktır?

Kur’âni hükümlerin uhrevi cezası vardır.

Örneğin, miras hukuku belirlendikten sonra Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Bu (miras hükümleri) Allah’ın sınırlarıdır. Kim de Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse onu altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetlere sokar. Bu büyük bir kazançtır/başarıdır. Kim de Allah’a ve Resûlü‘ne isyan eder ve O’nun sınırlarını çiğnerse onu içinde ebedî kalacağı ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” 6

Diyelim ki tarihselci, bugünün şartlarını esas alıp (!) yeni oranlar belirledi. Kadın ile erkeği mirasta eşitledi veya pozitif ayrımcılık yapıp kadına daha fazla pay verdi. Acaba tarihselcinin belirlediği oran için “Bu Allah’ın sınırlarıdır…” diyebilecek miyiz? Şayet bu sorunun cevabı “evet” ise burada tarihselci (haşa) Allah mı olmaktadır? Sorunun cevabı “hayır” ise tarihselcinin oranına muhalefetin uhrevi cezası ne olacaktır? Yoksa şöyle mi diyeceğiz: O gün bu sınırlara muhalefetin cezası vardı. Bugün muhalefet edenler bu cezadan muaftır?

Neresinden tutsanız elinizde kalan fikrî bir sefalet!

Allah’ın (cc) kitap ehline çağrısı.

“De ki: ‘Ey Ehl-i Kitap! Tevrat, İncil ve Rabbinizden size indirileni (içindekilerle amel edip) ayakta tutmadıkça hiçbir şey üzere değilsiniz.’ Andolsun ki Rabbinden sana indirilen (bu Kur’ân), onların birçoğunun azgınlık ve küfürlerini arttıracaktır. Kâfirler topluluğu için üzülme!” 7

Bu çağrının muhatapları, Tevrat’ı ve İncil’i ikame etmeye davet ediliyorlar. Bu çağrıya muhatap oldukları gün İncil altı asırlık, Tevrat ise –neredeyse- on asırlık bir kitaptı. Aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen Allah (cc), Tevrat ve İncil’i ikame etmelerini istiyordu. Demek ki yeni bir vahiy gelip bir önceki hükmü geçersiz kılmadıkça, Allah’ın hükümleri geçerlidir. Velev üzerinden bin yıl geçse de! Tarihselci ise bu anlayışı ters yüz etmekte. Dahası kendi anlayışını ve içinde yaşadığı vakıayı vahiy mertebesine çıkarmaktadır. Ayırca yaşadığı döneme dair tespitleriyle Allah’ın indirdiği hükümleri geçersiz kılmaktadır.

İlginçtir bazı tarihselciler şöyle denklem kuruyor: İncil Tevrat’ın hükümlerini, Kur’ân da İncil’in hükümlerini geçersiz kıldı. Hâliyle bunca zaman sonra –yani bugün- bazı şeyler değişmelidir.

İnsan ne diyeceğini bilemiyor. İncil, Tevrat’ın hükümlerini, Kur’ân da İncil’in hükümlerini geçersiz kıldı, doğrudur. Ancak İncil Allah’ın kelamı, tebliğ edeni de bir peygamberdi. Acaba denklemde tarihselcinin yeri nedir? Tespitine Allah kelamı mı diyeceğiz, yoksa kendisine peygamber mi?

Tarihselciliğin Akli Açıdan Eleştirisi

Dikkat ederseniz tarihselci, önce vahyin ana mesajını (illet/hikmet) tespit ediyor. Sonra o mesajı bugüne uyarlıyor. Bu tespit ve uyarlama Allah’ın (cc) bu vakıadaki hükmü oluyor!

Sorulması gereken soru şu: Bu tespit ve uyarlamada kimi ölçü alacağız? Çünkü bugün kendini “tarihselci” olarak konumlandıran nice ilahiyatçının tespit ve uyarlamaları farklılık arz ediyor. Bugünün avamı hangisinin tespit ve uyarlamasına uyacaktır? Hangisi Allah’ın muradını anlamış kabul edilecektir?

Şunu söylemeliyim ki tarihselcilik çoğunlukla toplumu modern anayasalara kulluğa davet eder. Büyük sözler söyler, ancak geldiği nokta modern bir putperestliktir. Ne iddia ettiği gibi Kur’ân’ın ana mesajını tespit eder ne de o mesajı bugüne uyarlar. Gelip durduğu nokta şudur: Hırsızlığın cezası yasayla hükme bağlanmıştır. Miras oranları yasayla belirlenmiştir. Ticaret, nikah vb. hükümler yasayla belirlenmiştir. Sonuç şöyle oluyor: Allah’a (cc) isyan/tuğyan üzere kurulu yasalar, Allah’ın muradı ve bugüne uygun hükmüdür (!).

Onca laf kalabalığından sonra varılan nokta, tağuti yasaların ilahi hükümler yerine ikame edilmesidir. Zaten tarihselciliği üreten bataklık (ilahiyat) bunun için vardır. Tarihselcisi, modernisti, hadis inkârcısı, gelenekçisi… farklı şeyler söylüyor gibi görünüyorlar. Ancak bunca zıtlık içinde ortak bir noktaya davet ediyorlar. Allah ve Resûlü’yle sınırlaşan tağuti sisteme uyumlu olmamızı, itaat etmemizi istiyorlar.

Biz kabirlerin ve sarayların/parlamentoların Allah’a ortak koşma davetlerinin tümünü reddediyoruz. Bu redde/“la” akidesine, tarihselcilik sosuna bulanmış her şey dahildir.

Kıymetli kardeşim! “Kur’ân beşer kelamıdır.” diyenler, tarihin çöplüğünde fosilleşti. Kur’ân ise asırlardır hükümferma!

Onun için “sihirdir, şiirdir, kehanettir” diyenler, bugün yoklar. Kur’ân ise tüm heybet ve azametiyle aramızda.

Bugün ona “tarihseldir” diyenler, yarın olmayacak. Kur’ân ise kıyamete kadar evrensel bir kitap olarak var olacak!

Soru: Müzzemmil Suresi 7. ayetin meali dikkatimi çekti. Gerekçesini açıklayabilir misiniz?

Önce ayeti okuyalım:

إِنَّ لَكَ فِي النَّهَارِ سَبْحًا طَوِيلًا

“Şüphesiz ki gündüz (dinlenip uyuyabileceğin) geniş zamanın vardır. (Geceni ibadetle geçir.)” 8

Ayete bu şekil meal vermemizin iki nedeni vardır:

a. Seleften nakledilenler: Sahabi ve tabiin سَبْحًا طَوِيلًا/uzun zaman” kısmını şöyle tefsir ederler:9

İbni Abbas, İkrime ve Ata (rh) “boş zaman ve uyku” diye tefsir ederler.

Ebu’l Aliye, Mücahid, Dehhak, Hasan ve Katade (rh) “uzunca boş zaman” diye tefsir ederler.

Suddi (rh) “çokça nafile” diye tefsir eder.

Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem “İhtiyaçların için zamanın vardır. Geceni ibadet için boşalt.” diye tefsir eder.

b. Ayetin bağlamı: 2-6. ayetlerde geceyi ibadetle geçirmesi emrediliyor Allah Resûlü’ne. Biliyoruz ki gece, dinlenmek için yaratılmıştır. Birinden dinlenme vaktinde çalışmasını istiyorsanız, ona alternatif bir dinlenme vakti gösterirsiniz. Şayet ayete “Senin için gündüz çok uğraş vardır.” şeklinde meal versek şu söylenmiş olur: “Gündüz çalış, gece ibadet et.” Bizim verdiğimiz mealde ise “Gece tam dinlenemesen bile, gündüz dinlenmek için vaktin olacaktır.” anlamı hâkimdir. Yani, gece ibadetine karşın alternatif dinlenme zamanı gösterilir. Şunu da ekleyebilirim: Sıcak bölge insanı gündüz uzun vakitler boyunca dinlenir. Bu âdet bugün bile Arap yarımadasında devam etmektedir.

Bizim verdiğimiz meal iki sebeple dikkat çekmiş olabilir.

Yaygın Türkçe mealler, ayete “gündüz işi/uğraşı” anlamı veriyor.

Gündüz dinlenme âdetine toplum olarak alışık değiliz.

Hiç şüphesiz dil ve anlam iki meale de müsaittir. Biz yukarıdaki sebeplere dayanarak tercihte bulunduk. En doğrusunu Allah bilir.
 

Soru: Hocam! Bir Müslim’in psikolojisi bozulur mu? Psikolojik rahatsızlık itikad zayıflığı mıdır? Bana nasihat eder misiniz?

İnsan yalnızca et, kan ve kemik değildir. Biyolojik yapısından öte onun ruhi bir boyutu vardır. Bizim “insanın ruh yapısı” dediğimiz boyuta, onlar insan psikolojisi diyorlar. Sorunuzu şöyle de çevirebiliriz: Bir Müslim’in ruh sağlığı bozulabilir mi?

Evet, bozulabilir. Beden sağlığına dikkat etmeyen birinin beden sağlığı nasıl bozuluyorsa, ruh sağlığına dikkat etmeyenin de ruh sağlığı bozulur.

Ruh sağlığının bozulması ne demektir? Kişinin duygu ve düşüncelerinde itidalin dışına çıkmasıdır. İnsanı insan yapan hâlleri, ifrat ve tefrit hâlinde yaşamasıdır. Örnek verecek olursak insan, sevgisi ve öfkesiyle, hüznü ve neşesiyle, hayalciliği ve gerçekçiliğiyle, güzel düşünce ve kötü düşüncesiyle… insandır. Bu hâlleri normal sınırlarda yaşıyorsa o insan normaldir. Bunlardan biri karaktere renk veren bir yoğunlukta da olabilir. Çok neşeli bir insan, içe dönük bir insan gibi. Ancak bunlardan biri hayatın her alanına sirayet etmişse orada bir dengesizlik vardır. Düğünde mahzun, cenazede neşeli; savaş esnasında hayalci, gece yatağa girerken dahi gerçekçi; iyilik karşısında kötü düşünen, kötülük karşısında dahi iyi düşünen insan gibi.

Bir insan düşünün; hiçbir şeyden lezzet almıyor. Şartlar ne kadar değişirse değişsin, ruh hâli sabit. Oysa Allah her şey için bir tat, bir güzellik kılmıştır. Bu durumda ne düşünmeliyiz? Nasıl ki maddi tatları alamayan bir ağız hastaysa, manevi tatları alamayan bir ruh da hastadır.
 

Ruh Sağlığını Korumak İçin Ne Yapmalı?

a. Ruhu ihtiyacı olan gıdalarla beslemeli.

“Ruh, beden gibidir.” dedik. Bedenin sağlık için gıdaya ihtiyacı olduğu gibi, ruhun da gıdasına ihtiyacı vardır. Nedir bu gıda? Allah tarafından meşru kılınan her ibadet ruhun gıdasıdır.10 İlk sırada farzlar gelir. Farzlar temel besin maddelerini içerir. Onlarsız bir ruh sağlığı düşünülemez. İkinci sırada Allah Resûlü’nün sünnetleri gelir. Sünnetler, bağışıklık sistemini koruyup güçlendiren takviye besinler gibidir.

Farzlar ihmal edilirse ruha nasıl etki eder?

“Sizden biri uyuduğunda, şeytan ense köküne üç düğüm atar. Her bir düğüme ‘Önünde uzun bir gece var, uyu!’ diye fısıldar. Şayet o uyanır ve Allah’ı zikrederse bir düğüm çözülür. Abdest alırsa bir düğüm çözülür. Namaz kılarsa bir düğüm çözülür. Böylece o, canlı/neşeli ve temiz bir nefis (tayyibun nefs) sahibi olarak sabahlar/güne uyanır. Aksi hâlde kötü nefisli (habisun nefs) ve tembel olarak sabahlar/güne uyanır.” 11

Farzlar ihmal edildiğinde sadece amel defterimiz değil, ruhumuz da karalanıyor, canlılığını yitiriyor. Kendimizi kötü hissediyoruz ve isteksizlik/tembellik oluşuyor.12

Şu ayeti de düşünebiliriz:

“Onlar ki iman edip, kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain/huzur ve güven içinde olanlardır. Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” 13

Kalpleri mutmain kılan zikir nedir? En başta tedebbür ederek Kur’ân okumaktır. Sonra Allah’ı çokça anmak/zikretmektir. İnsanları Allah’a davet; emr-i bi’l ma’ruftur… Yani dilin ve kalbin Allah’la (cc) birlikte olmasıdır.

Mutmainlik nedir? Kalp huzurudur. Kalbin gereksiz korku, kaygı ve hüzünden arınmasıdır. O gereksiz duygular ki; insanın enerjisini emer, onu tembelleştirir ve ağırlaştırır. Zikir kalbe, Allah’a güveni, O’na dayanmayı, O’nun azametini, O’nun rahmetiyle mutlu olmayı aşılar. Kalbi rahatlatıp mutmain kılan, gereksiz yüklerinden arındıran budur. Kalp, Allah’ı unutur ve O’nu anmayı bırakırsa ne olur? Kalp şeytanın karargâhı hâline gelir. Onlar unuttukça şeytan kalbe kurulur; şeytan kuruldukça kula Rabbini unutturur. Şerli bir kısır döngü!

“Şeytan, onları hâkimiyeti altına almış ve onlara Allah’ı zikretmeyi unutturmuştur. Bunlar, şeytanın taraftarlarıdırlar. Dikkat edin! Hiç şüphesiz şeytanın taraftarları, hüsrana uğrayanların ta kendileridirler.” 14

Zikirden uzak bir kalp; korkmaması gereken şeylerden korkar, Allah’ın güvencesi altında olan şeylerden endişe eder, dünyası ve ahireti için faydasız şeylere rağbet eder… Huzur bulamaz… Durduğu an kendi ruhi boşluğu içine düşer… Boşluktan çıkmak için aynı yanlışları tekrar eder… Yanlışlar ruh boşluğunu derinleştirir. Derinleştikçe faydasız şeyleri çoğaltır… Akıllı insan aynı hataları tekrar edip farklı bir sonuç alamayacağını bilir. Bazı şeyleri değiştirir ki Allah da değiştirsin. Ruh mutmainliğini kaybetmiş birinin, zikri çoğaltarak bir değişiklik yapması, iyi bir adım/başlangıç olabilir.

b. Ruhu zararlı şeylerden korumalı.

Ruh doğru gıdalarla beslendiği gibi zararlı gıdalardan da korunmalıdır. Ruhun zararlı gıdası Allah’ın (cc) yasakladığı her şeydir. Yasaklar/haramlar ruhu zehirleyen ve onun dengesini bozan birer illettir.

Faiz yiyen bir insanı örnek alalım: Faiz, haram olmasının yanında, çalışmadan para kazanma duygusunu güçlendirir. Ruhta var olan kolaycılık ve hırsı kamçılar. Hırs, ruhun doyum eşiğini yükseltir. İnsan zamanla hiçbir şeyle tatmin olmaz. Elindekiyle yetinmez. Başkalarının elinde olana tamah eder (kıskançlık ve haset). Haset ve kıskançlık ruha düşen bir ateş gibidir. Değdiği yeri yakar, yıkar.

Yalan söyleyen bir dili örnek alabiliriz: Haram olması yanında yalan, ruhu zehirleyen ve kişinin ruh yapısını ters yüz eden bir illettir. Yalan söyleyen, önce kendine sonrada insanlara karşı güven duygusunu yitirir. Her şeyin yalan olduğuna, herkesin yalan söylediğine inanmaya başlar. Güven ve huzur duygusunu kaybeden bir ruh, uçurumdan sarkmış beden gibidir. Her an korku/kaygı içindedir.

Yüce Allah’a hamd olsun ki O, günahlarla ruhsal yapısını bozanlara, tevbe ve ıslah kapısını açık tutmuştur.

“Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde de ki: ‘Selam olsun size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. (Şöyle ki:) Sizden her kim bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra onun ardından tevbe eder ve (hatasını) düzeltirse hiç şüphesiz O (Allah), (ona karşı günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr ve (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir.’ “ 15

Çokça tevbe/istiğfar ve bozduğumuzu ıslah iradesi, bizi ilahi rahmete yani ruhsal dinginliğe ulaştırır.

• Ruhsal dengeyi bozan kişilerden/topluluklardan sakınmalı.

İnsan, El-Hâlık, El-Musavvir, El-Bedî, El-Bâri ve El-Fâtır isimlerinin bir tecellisidir. Her şeyi bir ölçüyle yaratan Allah, biyolojik ve ruhsal boyutuyla insanı da bir ölçüyle yaratmıştır. İnsan, bu ölçüye uygun davranır ve ölçüye uygun muamele görürse dengede kalır. Aksi bir durumda insanın ruhsal yapısı bozulur.

Örneğin insan; ebeveyninden, eşinden veya yakın arkadaşından sevgi bekler. Ebeveynden şefkat, eşten aşk, yakın arkadaştan ilgi ağırlıklı bir sevgidir beklediği. Bu insan sevgi değil de ilgisizlik, dahası şiddet görürse ne olur? Ruh dengesi bozulur. Korku, hüzün, kaygı, değersizlik… gibi ruhsal yapıda ağır hasarlar oluşturan bir fırtınaya tutulur, savrulur. Böyle bir insanın söz, düşünce ve davranışlarında denge olmaz. Zira bunlara yön veren merkezde (ruhi/kalbî yapı) problem vardır.

Ölçüsüzlükten sakınmalı, ölçüsüz insanları da ıslah etmeye çalışmalı. Şayet olmuyorsa ölçüsüz insanlardan uzaklaşmalı, ölçülü insanlarla ilişki kurmalı. Çünkü sevgisizlik sevgiyle, ilgisizlik ilgiyle, şiddetin oluşturduğu hasar şefkatle telafi edilebilir. Böyle bir hasara maruz kalmış insan, sevginin (El-Vedûd), merhametin (Er-Rahman/Er-Rahîm), yakınlığın (El-Karîb), dostluğun (El-Veliy) kaynağına, Rabbine yönelmeli. Beşerin yıllarca tahrip ettiğini O (cc), bir tecelliyle onarabilir. Beşerin yıllarca boş bıraktığını O, bir tecelliyle doldurabilir. Yeter ki kul ihtiyacını bilsin ve içtenlikle doğru kaynağa yönelsin.

Psikolojik/Ruhsal Yardım Alabilir miyiz?

Evet, alabiliriz. Nasıl ki bir hastalıkta doktora gidiyor ve şifayı Allah’tan bekliyorsak; ruhsal bir hastalıkta da ilgili doktora gidip şifayı Allah’tan bekleriz.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da ölçümüz, İslami hassasiyeti olan uzmanlar seçmektir. Şayet psikolojik değerlerle İslami değerler çatışırsa –ki bu mümkündür- İslami çözüm önerileriyle tedaviye devam etmektir.

Psikoloji ilmi; binlerce insanı inceleyen, sayısız deney ve saha araştırması yapan, elde ettiği neticeleri insanlar için kullanan bir ilim dalıdır. İnsanlığın bu engin tecrübesinden faydalanmalıyız. Allah Resûlü de (sav) kendi döneminin tecrübelerinden faydalanır, başka milletlerin (tıbbi/sosyal) tecrübeleriyle karşılaştırır ve İslam toplumu için en faydalı olanı seçmeye çalışırdı.

“Ben ‘ğileyi’ (hamilelikte ve süt emzirme süresinde cinsel ilişki) yasaklamaya niyet ettim. Rumlara ve Farslara baktım. Onların bunu yaptığını ve çocuğa zarar vermediğini gördüm…” 16

Şu bir gerçektir ki psikoloji ilmi kapitalist zihniyet elinde araçsallaştı. Daha fazla ilaç satabilmek ve seans soygunları tertip etmek isteyen kapitalist/paraperest uzmanlar var. Maalesef bu, tüm tıp bölümleri için geçerli. Şeker ve tansiyon hastalığı değerlerini aşağı çekip, toplumun yarısını ilaç bağımlısı yapan (hainlikte) uzmanlar olduğu gibi, benzer operasyonlar psikoloji alanında da gerçekleşiyor.

Bu sebeple yardım aldığımız/alacağımız uzmanları dikkatlice seçmeli, Müslimlerin tecrübesinden yararlanmalıyız.

Benim şahsi tavsiyem şudur: Psikolojik sorun yaşayanlar öncelikle dua ve istiğfara yönelmeli, çokça dua ve istiğfarla ilahi yardıma talip olmalıdır. Şayet sonuç alamazlarsa bir bilene danışmalı, insana dair tecrübesi olan bir büyükle konuşmalıdırlar. Yine sonuç alamıyorlarsa Allah’tan korkan ve İslami hassasiyetleri olan bir uzmana danışmalıdırlar. Allah (cc) en doğrusunu bilir.
 

Soru: Bir meselenin herkese değil de yalnızca ilgili kişilere söylenmesinin hikmeti nedir? Ayrıca toplumda birinden bir şey gizlemek ona güvenmemek olarak algılanıyor. Bu doğru mudur?

Öncelikle şunu belirtmeliyim: İslam toplumu; itikadi, ahlaki ve menhecî ölçülerini vahiyden alan toplumdur. Hâliyle bu sorunun da vahye sorulması gerekir. Biz de soralım:

“Onlara emniyete ya da korkuya dair bir haber geldiğinde (haberin olumlu olumsuz etkisini hesaba katmadan) onu yayarlar. Şayet onu (kimseye anlatmadan önce) Resûl’e ya da yöneticilerine götürselerdi, olaylardan sonuç çıkarma kabiliyeti olanlar, o haberin (doğru mu, yanlış mı, bırakacağı etki faydalı mı, zararlı mı) hakikatini bilirlerdi. Allah’ın sizin üzerinizde lütfu ve rahmeti olmasaydı azınız müstesna, şeytana uymuştunuz.” 17

Ayet kimlerden söz ediyor? Münafıklardan! Böylece münafıkların bir özelliğini öğreniyoruz. Onlara İslam toplumunu ilgilendiren önemli bir haber ulaştığında, sonuçlarını hesaba katmadan onu yayarlar. Neden? Çünkü münafıklar düşünmezler. Neyin İslam toplumu için yararlı neyin zararlı olduğunu hesap etmezler. Akıllarına ne esiyorsa onu yapar, hevalarına/arzularına uyarlar. Allah (cc), bu ahlaka karşı müminleri uyarmış oluyor. Siz böyle yapmayın diyor. Haberleri Resûl’e ya da olaylardan sonuç çıkarma kabiliyeti olan yöneticilere götürün diye yol gösteriyor. Çünkü Müslim, İslam toplumunun bir ferdidir, sorumlulukları vardır. Atacağı adımların meşru olmasının yanında, kardeşlerine etkisini de düşünür. İslam toplumuna zarar vermeme hassasiyetiyle hareket eder.

Burada zikrettiğimiz ayet bizim ölçümüzdür, ölçümüz olmalıdır. Buna göre, herhangi bir bilgiyi yaymak yerine, ondan sonuç çıkarabilecek insanlara iletmeli, onların yönlendirmesiyle hareket edilmelidir.

Bu İslam’ın ölçüsüdür. Bunun karşısında yer alan her ölçü ve anlayış cahiliyeye aittir. Bir bilgiyi her önüne gelenle paylaşmamak, ona güvenmemek değil, Allah’ın (cc) koyduğu ölçüye uymaktır.

Bu cahiliye ahlakını esas alacak olursak, aşağıdaki örnekleri nasıl anlayacağız?

Allah Resûlü (sav) hicret güzergâhını ashabından kimseyle paylaşmamıştır. Yol arkadaşı Ebu Bekir (ra) dahi son anda yol arkadaşı olduğunu öğrenmiştir.18 Acaba bu, Allah Resûlü’nün (sav) onlara (r.anhum) güvenmediğini mi gösterir?

Bedir öncesinde askerî bir harekât için görevlendirdiği Abdullah b. Cahş’a (ra) bir mektup vermiş ve “Falanca yere ulaşıncaya kadar bu mektubu açmayın. Oraya ulaşınca açıp okuyun.” diye emir buyurmuştur. Acaba o (sav) Abdullah b. Cahş ve komutasındaki ashaba (r.anhum) güvenmiyor muydu?

Tebuk Gazvesi hariç hiçbir seferde hedefin neresi olduğu bilgisini ashabıyla paylaşmamıştır.19 Ne düşünmeliyiz? Resûlullah birlikte savaşa çıktığı ashabına güvenmiyor muydu?

Allah Resûlü’nün sırdaşı Huzeyfe b. Yeman’dı (ra)20. Münafıkların isimlerini yalnızca Huzeyfe ile paylaşması, ona güvendiği kalan sahabiye güvenmediği anlamına mı gelir?

Yukarıda zikredilen misallerden ne anlamalı? Bir bilgiyi kardeşimizle paylaşmıyor oluşumuz, ona güvenmediğimiz anlamına gelmez. Bilakis İslami ölçülerle hareket ettiğimiz anlamına gelir. Bu noktada alınganlık yapan insanlar, cahiliye ahlakından sıyrılmalı, Allah Resûlü’nün (sav) sünnetiyle arınmalıdır. Zira cahiliye ahlakıyla İslami mücadele verilmez. Cahiliye ahlakında ısrarcı olanlar bilmelidir ki; bu dava, İslam ahlakını benimsemeyenleri mutlaka saf dışı bırakır. Buz zeminde çıplak ayakla yürünmeyeceği gibi, İslami bir zeminde cahiliye ahlakıyla var olunmaz, mücadele edilmez.
 

Soru: Cemaatlerde kaide ve kural olmasının hikmeti nedir? Küfür ve haram olmayan cemaatsel kurallar nedeniyle cemaatlerden ayrılanlara ne tavsiye edersiniz?

Allah’a isyan içerikli olmadığı müddetçe, yöneticilerin kural ve kaide belirlemesi İslam’a uygundur. Bu nedenle Allah21 ve Resûlü (sav), masiyeti emretmediği müddetçe yöneticileri dinlemeyi, onlara itaati emretmiştir.22 Allah Resûlü ihtiyaç duydukça bazı kurallar koymuş, İslam toplumunun bu kurallara uymasını istemiştir.

Doksana yakın insan Tebuk Gazvesi’nden geri kaldı. Allah Resûlü (sav) bunlardan seksen küsur kişinin özrünü kabul etti, onlar için bağışlanma diledi. O da ashabı da (r.anhum) bu topluluğun yalan söylediğini, hiçbir özürlerinin olmadığını biliyordu. Gelip doğruları söyleyen Kab b. Malik, Murare b. Rebi ve Hilal b. Umeyye’yi ise doğru söylemelerine rağmen geri çevirdi. Onlarla konuşulmasını yasakladı, hanımlarının evi terk etmesini istedi. Sahabiler selamlarını dahi almamaya başladı. Bu hâl elli gün boyunca devam etti.23

Bu, şer’i bir ceza değildir. Zira daha önce savaştan geri kalanlara ve Tebuk Gazvesi sonrası geri kalanlara böyle bir ceza uygulanmamıştır. Allah Resûlü (sav), aynı savaştan geri kalan çoğunluğa dahi bu cezayı tatbik etmemiştir. Bu hususi uygulama, geçici bir kuraldır. Amaç; seferberlik ilan edildiğinde, çağrıya duyarsız kalmanın çirkinliğini tüm topluma göstermek; kamuya karşı işlenen bir suçta kamusal tepki oluşturmaktır.

Allah Resûlü’nün (sav) Mekke döneminde koyduğu “gizlilik kurallarını” da hatırlayabiliriz. O, düzene ve kurala yabancı bir topluluğu bu kurallarla terbiye etti.

Örnek olarak Ebu Zerr’in (ra) İslam oluş kıssasını okuyun.24 Henüz oyun çağında bir çocuk olan Ali’ye, bu dikkat ve hassasiyeti kim kazandırdı?

Daru’l Erkam (sahabinin toplanma merkezi) tam bir güzellikle seçilmişti. Müşriklerin yoğun takip ve çabasına rağmen tespit edilememişti. Çünkü sahabi, Allah Resûlü’nün (sav) çizdiği kurallar çerçevesinde Daru’l Erkam’a girip çıkıyordu.

Allah Resûlü bir yıl şöyle buyurdu: “Hiç kimse kestiği kurban etini üç günden fazla tutmasın.” Aradan bir yıl geçti, sahabi geçen yıl kurbanda konan bu kuralı tekrar uygulamak istedi. Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Yiyin, için ve (arta kalanı) zahire olarak saklayın. Geçen yıl fakirlik vardı, insanlara yardım etmenizi istemiştim.” 25

Fakirlik/kıtlık var. Allah Resûlü (sav) toplumda dayanışma olmasını istiyor. Et depolamayı yasaklıyor. Böylece insanlar, ihtiyaç fazlasını dağıtıyor. Kıtlık/yokluk durumu kalkınca, bu kuralı iptal ediyor.

Raşid halifeler döneminde de benzer uygulamalarla karşılaşıyoruz:

Örneğin, Ebu Bekir (ra) mürtedleri esir almış, mallarına el koymuş, sahabiyle birlikte savaşmalarını yasaklamıştı. Ömer (ra) halife olunca bu yasakları kaldırdı. Onları –uzaktan kontrol etmekle birlikte- serbest bıraktı. Orduda komutan olma dışında tüm haklarını iade etti. Yine o, Allah Resûlü (sav) ve Ebu Bekir döneminde savaşçılara dağıtılan fey gelirlerini kamulaştırdı. Kamu maslahatı için fey gelirlerini maliyeye devretti.

Ömer (ra) sahabi büyüklerinin Medine dışına çıkmasını yasakladı. Önemli meselelerde istişare için onları yanında alıkoydu.

Osman (ra), fetihlerle gelen zenginlik ve toplumda görülen refah düşkünlüğü sonrası güvercin beslemeyi, tavla vb. oyunları yasakladı. Yasak dinlemeyenlerin mallarına el koyup imha etti.

Kıymetli kardeşim! İnsanın yaşadığı her yerde kaide ve kurala ihtiyaç vardır. Aksi hâlde istek ve rağbetleri farklı olan insanları bir arada tutmak mümkün değildir. Bu kuralların bir kısmı şa’ri tarafından belirlenmiştir, şer’idir. Müslim’in Müslim’e üç günden fazla küs olmasının yasaklanması gibi.26 Bazısı ise toplumsal maslahat için yönetim tarafından konulan, ihtiyaç olduğu müddetçe yürürlükte olan, ihtiyaç kalmayınca yöneticilerin kaldırdığı kurallardır.

Yukarıda menhecî, sosyal, ahlaki ve maddi olmak üzere bir çok örnek verdik. Hakikat bu olmasına rağmen sizin de belirttiğiniz gibi, kaide/kural tanımayan insanlar var. Medine gibi bir İslam şehri kurulmasına rağmen, kaidesiz/kuralsız çöl hayatını seçen bedeviler gibi, başlarına buyruk yaşamak istiyorlar. En basit bir kural hatırlatılsa, Tevbe Suresi 31. ayetten girip Ebu Zerr’in hayatından çıkıyorlar. Maşallah, barekallah! Ebu Zerr’e (ra) o kadar benziyorlar ki, ne kadar şükretsek az!!! Zira 21. yüzyılda bize sahabiyi hatırlatıyorlar! Ne mutlu bizlere! (İstisnalar olmakla birlikte çoğunluğun) sosyal medyadaki cevvaliyetleri, mümin bacılara (!) tebliğdeki istekleri, tepelerinden yükselen dumanları ve Ebu Zerr’i örnek alan mütevazı dağcı kıyafetleriyle bizi mest ediyorlar!

Bu tip insanların sorunu bilgi eksikliği değil, karakter sorunudur. Hâliyle nasihatle değişebileceklerini düşünmüyorum. Daha doğru bir ifadeyle ben başaramadım, başarabileceğime de inanmıyorum. Allah’ın (cc) dilemesi müstesna.

Kulakları çınlasın ihtiyar bir ağabeyimiz –o kendini bilir-, böyle bir gruba “Umulur ki ıslah olurlar.” düşüncesiyle ders yapmaktaymış. İlim talebesinin edebini anlatırken Cibril Hadisi’ni örnek vermiş. “Cibril, ilim meclisinde nasıl oturulacağını ashaba öğretti.” deyivermiş. Bu “Umulur ki ıslah olurlar.” taifesi şöyle yorumlamış: “Adam kendini peygamber yerine koyuyor.” Anlayacağınız durum vahim! Kafası böyle işleyen bir adamı, Allah Resûlü’nün (sav) yanına koyun. Allah Resûlü ganimetleri pay ederken, kalbi İslam’a ısındırılanlara fazladan versin. Bu kafa: “Adaletli ol ey Muhammed!” ya da “Vallahi bu taksimde Allah rızası gözetilmemiştir.” der.27

Allah Resûlü’nün (sav) oluşturduğu toplumda bile böyle insanlar olduysa bizim gibi hikmet ve basiret fakiri toplumlarda da olması gayet normaldir. Bu sebeple biz, İslami ölçüleri anlatmakla mükellefiz. Gerisi/tercih insanlara kalmıştır.
 

Soru: Hocam! Çin-Hindistan-Pakistan bölgesi ısınıyor. Ortadoğu’da yaşanan uluslararası çekişmenin bu bölgeye taşınacağı öngörülüyor. Cemaatimizin bu konudaki düşüncesi nedir?

Kıymetli kardeşim! Daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Şu an dünyada bir ÇİN-ABD çekişmesi yaşanıyor. Çin, sessiz ama kararlı adımlarla ABD’nin hegomonya kurduğu alanlara yerleşiyor. ABD, Çin’in ilerleyişine engel olamıyor. Bu gidişle on yıl içinde Çin’in ABD’yi geride bırakacağı öngörülüyor. Bu sebeple Çin’i siyasi, iktisadi ve askerî olarak uğraştırmak, Çin’in ilerlemeye teksif ettiği enerjisini dağıtmak istiyor.

Afganistan ve Irak savaşından sonra ABD yeni bir savaş konsepti belirledi. Buna göre ABD bir bölgeye askeri müdahalede bulunmayacak. Kendine vekalet eden örgütlerle (Suriye’de PKK gibi) savaşacak ya da çözümsüzlük üreterek gücünü tüketmek istediklerini savaştıracak. (Yemen örneğinde olduğu gibi.)

Şu an ABD, Çin’in kurmak istediği alternatif ticaret yolunu baltalamak (savaş olan yerde ticaret ve kalkınma olmaz) ve Çin’i uğraştırmak istiyor. Ne yapacak?

Çin’in Doğu Türkistan zulmünü afişe ediyor/edecek. Böylece İslami kesimi (özellikle de Suriye’de sona gelindiğinde boş kalacak grupları) buraya yönlendirmek istiyor/isteyecek.

Hindistan ve Pakistan arasında var olan (melun İngiliz emperyalizminden kalma) Keşmir sorununu kaşıyor/kaşıyacak.

Bunu başarabilir mi? Allah (cc) bilir… Onlar ekini ve nesli ifsat için tuzaklar kuracaklar… Allah onlara mühlet de verebilir (Afganistan, Çeçenistan, Bosna, Irak, Suriye’de verdiği gibi); onları tuzaklarında da boğabilir (Sovyet Rusya’yı Afganistan’da boğduğu gibi).

Bize gelince şunu söyleyebilirim: Çin hep zalimdi, İran hep Rafızi’ydi, Hindistan hep haindi… Bunu ABD’nin öğretmesine veya her biti kanlandığında İslam ümmetine hatırlatmasına ihtiyacımız yok.

Sancağı tevhid olmayan, lideri bizden olmayan, başlayacağı zamana ve mekâna bizim karar vermediğimiz, birileri başlattıktan sonra kendimizi içinde bulacağımız hiçbir savaş bizim savaşımız değildir. Kanaatimizce böyle bir savaş Afganistan, Bosna, Çeçenistan, Irak ve Suriye’nin kötü bir taklidi olacaktır. İslam ümmetini çûş u huruşa getirecek görüntüler dünya basını aracılığıyla servis edilecek, mücahidlerin dünyayı nasıl dize getirdiği dünya basınında işlenecek, “Bu seferkiler çok farklı, öncesiyle kıyaslamayın.” edebiyatını düşmanlarımız yapacak, sınır kapıları mahalle kapısına dönecek, her gün yeni bir ketibe kurulacak, dünyadan lojistik destek yağacak, tabi ki Suudî belamlar cihad düşmanı devlet minberlerinden cihada teşvik edecek… Biri putperest Çin, öteki Rafızi İran, beriki ineğe tapan Hindu… Bırakın Suud belamlarını Ezher âlimleri (!) dahi coşabilir.

Sonra savaşçıların hangisi aşırı, hangisi ılıman meselesi tartışmaya başlanacak… Bu arada sayıları yüzlere ulaşmış olan ketibeler yavaş yavaş birbirini vurmaya başlayacak… Allah’ın musahhar kıldığı (!) medyanın haberleri “şak” diye kesilecek… Allah’ın yardımıyla (!) tank geçen sınırdan kuş uçmayacak… Belamlar her zamanki gibi aydınlanma yaşayacak… Cihada teşvik minberleri, cihaddan ve mücahidden sakındırma minberlerine dönüşecek… Aynı şeyleri yapıp farklı sonuç bekleyen insanlar yine şaşıracak… Netice; Allah (cc) en doğrusunu bilir.

Kıymetli kardeşim!

Bu dinî bir değerlendirme değildir. Tamamen tecrübeye dayalı siyasi bir değerlendirmedir. “Müslim, bir delikten iki defa ısırılmaz.” 28 nebevi öğüdüne uyma çabasıdır. Hâliyle bir başkası farklı bir değerlendirme yapabilir, tercihi farklı olabilir. Bu dinî bir ihtilaf değil, siyasi bir ihtilaf olur.

Bize gelince; her zaman zalimi lanetleyip mazlumu desteklemekle beraber, (olası) böyle bir sürecin hiçbir safhasında yer almayacak, tecrübelerimizi paylaşmakla, hatırlamak ve hatırlatmakla yetineceğiz.

• • •

Sizleri Allah’a (cc) emanet ediyor, dualarınızı bekliyorum. Rabbim sizi sevdiği ve razı olduğu kullardan eylesin.

 

1. Müslim, 2732.

2. 5/Mâide, 38

3. 5/Mâide, 3

4. 6/En’âm, 115

5. 6/En’âm, 19

6. 4/Nîsa, 13-14

7. 5/Mâide, 68

8. 73/Müzzemmil, 7

9. Bk. Tefsiru’l Kur’ân’il Azim

10. Bidatler, GDO’lu ve katkı maddeli hazır gıdalar gibidir. Bu tip gıdalar lezzetli olabilir ama vücudu beslemez. Bilakis doğal yapıyı tahrip eder. Bidatler de böyledir. Şeytanın oluşturduğu yapay bir lezzeti olabilir. Ancak asla ruh yapısını güçlendirmez. Zira bidat, merduttur. Semaya yükselmez ki ruha aksetsin.

11. Buhari, 1142; Müslim, 776.

12. Şöyle düşünenlerimiz olabilir: “Ben sabah namazını kıldığım hâlde güne kötü uyanıyorum.” Unutmamalıyız ki; Kur’ân ve sünnette kastedilen namaz eğilip kalkmak değildir. Huşu ile, Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek ve kulluk şuuruyla kılınan namazdır. Sabah namazını kıldığı hâlde nebevi müjdeye nail olmayanlar, namazlarını bir daha gözden geçirmelidir.

13. 13/Ra’d, 28

14. 58/Mücadele, 19

15. 6/En’âm, 54

16. Müslim, 1442.

17. 4/Nîsa, 83

18. Bk. Buhari, 4093.

19. Buhari, 4418; Müslim, 2769.

20. Buhari, 3742.

21. Bk. 4/Nîsa, 59

22. Buhari, 7144; Müslim, 1839.

23. Buhari, 4418; Müslim, 2796.

24. İbni Abbas (ra) şöyle demiştir:

“Peygamber’in Mekke’de iken ‘Peygamber’ olduğu haberi Ebu Zerr’e ulaştığında, kardeşine:

__ Şu vadiye git ve kendisine semadan haber geldiğini söyleyen şu kimse hakkında bana bilgi getir. Konuşmasını dinle. Sonra da bana gel, demiş.

Bunun üzerine kardeşi hareket etmiş ve Mekke’ye varmış. Konuşmasını dinlemiş sonra da Ebu Zerr’e geri dönmüş. Ebu Zerr’e:

__ Onu, güzel ahlakı emreder gördüm. Ondan öyle bir söz dinledim ki bu söz şiir de değildi, demiş. Ebu Zerr de:

__ İstediğim konuda gönlüme şifa vermedin, demiş ve azığını hazırlamış, içerisinde su bulunan tulumunu yüklenip Mekke’ye gidip Kâbe’ye varmış. Hemen Peygamber’i aramış, ama kendisini tanımıyormuş. Bu arada kimseye de onu sormak istememiş. Nihayet akşamı bulmuş ve oraya uzanmış. Derken onu Ali görmüş ve onun bir yabancı olduğunu anlamış. Ali onu görünce o da Ali’nin peşinden gitmiş. Her ikisi de birbirlerine bir şey sormamışlar. Nihayet sabah olunca, azığını ve su tulumunu yüklenip Kâbe’ye gelmiş. O günü de Peygamber’i görmeden geçirmiş. Nihayet akşam olmuş yatacağı yere gitmiş. Derken yine Ali ona uğramış ve:

__ Bu kimsenin kalacağı yerini bileceği zaman hala gelmedi mi? demiş ve onu kaldırıp yanında götürmüş. Her ikisi de birbirlerine bir şey sormamışlar. Nihayet üçüncü gün olunca da aynı şeyleri yapmışlar. Ali yine onu kaldırıp yanında götürmüş. Sonra da ona:

__ Bu şehre seni getiren şeyi hala bana anlatmayacak mısın? demiş. O da:

__ Eğer bana yol göstereceğine dair kesin söz söylersen anlatırım, demiş. Ali de söz vermiş. Bunun üzerine Ebu Zerr ona durumu bildirmiş. Ali de:

__ Şüphesiz ki, o gerçektir ve Allah’ın Resûlü’dür. Sabaha çıktığında benim peşimden gel. Eğer ben, senin hakkında endişe edebileceğim bir şey görürsem su döküyormuş gibi ayakta dururum. Eğer yürürsem sen de benim girdiğim yere girene kadar peşimden gel, demiş. O da söylenileni yapmış ve peşinden hareket etmiş. Nihayet Ali, Peygamber’in yanına girmiş. O da Ali ile birlikte içeri girmiş ve kendisinin konuşmasını dinlemiş ve orada Müslim olmuş. Bunun üzerine Peygamber, ona:

__ Kabilene geri dön ve benim emrim sana gelinceye kadar onlara bunu anlat, buyurmuş. O da:

__ Canım elimde olan Allah’a yemin olsun ki, bunu onların (Kureyşlilerin) arasında haykıracağım, demiş. Hemen çıkıp Kâbe’ye gelmiş ve en yüksek sesiyle:

__ Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ediyorum ve yine Muhammed’in de O’nun elçisi olduğuna şahitlik ediyorum! diye haykırmış.

Oradakiler hemen üzerine ayaklanmışlar, yere yıkılana kadar onu dövmüşler. Bu arada Abbas gelip üzerine kapanmış ve onlara:

__ Yazıklar olsun size! Bunun Ğıfar kabilesinden olduğunu, tüccarlarınızın Şam yolunun onların üzerinden geçtiğini bilmiyor musunuz! demiş ve onu ellerinden kurtarmış.

Ebu Zerr, ertesi gün yine aynısını yapmış, oradakiler de üzerine çullanıp onu dövmüşler. Abbas da üzerine kapanıp onu kurtarmış.”

(Buhari, 3861; Müslim, 2474)

25. Buhari, 5569; Müslim, 1974.

26. Buhari, 6237; Müslim, 2560.

27. Buhari, 3150; Müslim, 1062.

28. Buhari, Müslim  

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver