İhsan Üzere İslam’a Nasıl Hizmet Edebilirim?

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûlü’ne salât ve selam olsun.

Es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve beraketuhu.

Rabbim sizleri af ve afiyet hâlinde kılsın. Sizi sevsin, zatını ve sevdiği kulları da size sevdirsin. Rahmeti, inayeti ve hıfzıyla sizi kuşatsın.

Mektup yazan kardeşlerime teşekkür ediyorum. Allah (cc) razı olsun. Anlayış ve hoşgörülerine sığınarak birkaç hatırlatmada bulunmak istiyorum:
Yüce Allah’a hamd olsun ben iyiyim. Siz kardeşlerimin iyilik haberleri ve salih dualarıyla daha iyi olmayı ümit ediyorum.

– Bazı kardeşlerim mektuplarına cevap alamadıklarından şikâyet ediyorlar. Bana ulaşan her mektubu misafir olarak kabul ediyorum ve mutlaka cevap yazıyorum. Cevaplarda gecikme olduğu doğrudur. Gecikme hem cezaevi mektup sisteminden hem de benim yoğunluğumdan kaynaklanıyor.

– Normal yolla yollanan mektuplar çoğunlukla adrese ulaşmıyor. Taahhütlü, İadeli Taahhütlü, APS gibi mektubunuzu takip edebileceğiniz sistemleri tercih edebilirsiniz.

– Zalimlere beddua edilen ya da onlara dair hayallerin yazıldığı mektuplar bize ulaşmayabiliyor.

Geçenlerde Bolu’dan bir kardeşe mektup yazdım. Oğlumun beni kaçırma planını da yazmıştım. “Kurum görevlilerini paniğe sevk edebileceği” gerekçesiyle mektuba el konuldu. İlgili bölümü karaladıktan sonra yolladılar. Görevlileri paniğe sevk etmeyelim lütfen!

– Adreslerini eksik yazan kardeşler oluyor. İli yazmayı veya ilçeyi yazmayı ihmal ediyorlar. Bu tip mektuplara cevap yazamıyorum.

– Meal çalışması nedeniyle tebrik ileten, öneride bulunan, eleştirisi olan tüm kardeşlerden Allah razı olsun. Teşekkür ediyorum.

Soru: Kıymetli hocam! Tevhid daveti o kadar sade ve açık ki insanların anlamamasına şaşıyorum. Kimi zaman onlara öfkeleniyor kimi zaman acıyorum. Anlatmaktan vazgeçtiğim “Ne hâlleri varsa görsünler!” dediğim zamanlar oluyor. Nasıl düşünmeliyim? Tavsiyelerinizi bekliyorum.

Kıymetli bacım! Uzunca yazmış olduğunuz mektubunuzu aldım. Rabbim sizi, eşinizi ve çocuklarınızı dinî ve dünyevî musibetlerden korusun, afiyet ihsan etsin.

Tevhid davetine muhatap olan insanları iki kısma ayırabiliriz.

a. Mele/aristokrat/seçkin/elit tabaka: Bu tabaka, siyasi ve askerî yöneticiler, ekonomiye yön veren zenginler/baronlar, sanatçı ve aydın (!) gibi topluma yön veren (!) insanlardan oluşur.

Bu tabakanın tevhid davetine karşı çıkması, onu anlamadıklarından değil, aksine çok iyi anladıklarından dolayıdır. Bunlara “anlamıyor” demek isabetli olmaz. “Anlamazlıktan geliyor” demek ya da “Anlamıyormuş gibi yapıyor.” demek daha doğru olur.

Allah (cc) Mekke seçkinleri için şöyle buyurur:

“Elbette, onların söylediklerinin seni üzdüğünü biliyoruz. (Doğrusu) onlar, seni yalanlamıyorlar. Lakin zalimler, Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar.” [1]

Ayet gayet açıktır; müşrikler Allah Resûlü’nü yalanlamıyor. Çünkü ona (sav) “Sadıku’l Emin” diyorlar. Günlük hayatında yalan söylemekten kaçınan bir insanın, Allah adına yalan söylemeyeceğini çok iyi biliyorlar. Rivayetlerden öğrendiğimiz kadarıyla, kendi aralarında konuşurken bu gerçeği itiraf ediyorlar. Ahnes b. Şureyk Ebu Cehil’e soruyor: “Burada ikimizden başkası yok. Söyle bana Muhammed doğru sözlü mü, yalancı mı?” Ebu Cehil cevap veriyor: “Yazıklar olsun sana. Allah’a yemin olsun ki Muhammed sadıktır; o hiçbir zaman yalan söylememiştir. Fakat sancak, Kâbe örtüsü, hacılara su ikramı ve nübüvvet Ben-i Kusay’a (Nebi’nin sülalesi) ait olursa Kureyş’e (şeref olarak) ne kalır?” [2]

Öyleyse neyi yalanlıyorlar? Allah’ın ayetlerini yalanlıyorlar! Yalnız burada ayetin orijinal lafzına dikkat edin. Onların yalanlaması “يَجْحَدُونَ/yechedun” lafzıyla ifade ediliyor. Cehd/cuhud mutlak yalanlama değildir. Cuhud, bir şeyin hak olduğunu bile bile, onun doğruluğuna yakinen inandıktan sonra dil ile yalanlıyormuş gibi yapmaktır. Rağıp El-Isfehani “Cuhud”u şöyle tanımlıyor: “Kalbin inanmadığını dilin doğrulaması veya kalbin inandığını dilin yalanlamasıdır.” [3]

Rabbimiz, Musa’nın (as) davetine yakinen inanan Firavun ve mele tabakasının inkârını da aynı kelimeyle ifade ediyor.

“Nefislerinde yakinen (ayet ve mucizelerin doğruluğuna) inandıkları hâlde, zulüm ve haddi aşma nedeniyle onu yalanladılar. Bozguncuların akıbetinin nasıl olduğuna bir bak.” [4]

Bu insanlar tevhid davetini çok iyi anlıyorlar. Bu daveti kabul ettikleri takdirde, hayatlarının baştan aşağıya değişeceğini; yalan, zulüm ve sömürüyle elde ettikleri tüm imtiyazları kaybedeceklerini biliyorlar.

Hırsızın, arsızın, fuhşiyatı yayanın, yalan ve aldatmayla meşruiyet elde edenin tevhidî bir düzende hiçbir kıymeti yoktur. Bu düzende tek kıymet ölçüsü iman ve salih ameldir, takvadır. Bir yönetici aldığı oyla değil; şeriatı tatbiki, adaleti, Allah yolunda yaptığı hizmetleri ile değer kazanır. Bu düzende partizanlık yoktur. “Benim zalimim, karşı partinin adilinden, benim hırsızım karşı partinin dürüstünden yeğdir.” anlayışı, muvahhit ayaklar altında can çekişen cahiliye kalıntısıdır. Onlar bu aydınlığı istemez, bu sadelikten hoşlanmazlar. Onlar ışıktan rahatsız olan yarasa gibi karanlık isterler. Çünkü sömürü düzeni, haksız ayrıcalıklar ve atalarından miras aldıkları zulüm çarkı; kapalı, karanlık, kuralları hevaya göre değişen düzende varolabilir. Gecesi dahi gündüz gibi aydınlık, kuralları açık ve muhkem Tevhid ve Sünnet düzeninde değil!

Bu nedenle anlamıyor gibi yapıyor; dahası, muvahhit müminlerin niyetini sorguluyorlar. Ne diyorlar mesela:

“Firavun dedi ki: ‘(Ben) size izin vermeden ona iman ettiniz öyle mi? Şüphesiz ki bu (yaptığınız), buranın halkını yurtlarından sürüp çıkarmak için (Musa ile beraber) tezgâhladığınız biz tuzaktır. Pek yakında (yapacaklarımı) bileceksiniz/anlayacaksınız.’ “ [5]

” ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan bizleri uzaklaştırmak ve yeryüzünde büyüklük/otorite siz ikinizin olsun diye mi bize geldin? Biz, ikinize de inanmayız.’ demişlerdi.” [6]

Ne kadar tanıdık değil mi? “Halkı yurdundan sürüp çıkarmak” töhmeti. Yani, vatan hainliği, bölücülük, terör, tedhiş iddiası ya da “Büyüklük/otoriteye el koyma” töhmeti… Onlar, muvahhitlere kendi pencerelerinden bakıyor, kendi zaaflarıyla olayları değerlendiriyorlar. Müstekbir tağutlar, yalnızca yeryüzünde büyüklenmek ve başkalarını sömürmek istediklerinden, her türlü dinî/siyasi faaliyeti bu bakış açısıyla değerlendirirler.

b. Halk/mustazaflar: Mustekbir tağutların bölerek zayıflaştırdığı ve teba hâline getirdiği insanlar. Bunlar tevhid davetini anlamıyor, idrak edemiyorlar. Çünkü akıllarını tağuta teslim etmişlerdir. Tağutun belirlediği sınırlar içinde yaşarlar. Sürekli şişirilen korkuları, düşman gördükleri bir öteki ve manipüle edilmiş endişeleri vardır. Tağut ve seçkin zümresi olmazsa; korktukları başa gelecek, düşman yurdu ele geçirecek, tüm kazanımlarını kaybedeceklerdir. Bu yönlendirilmiş korkular nedeniyle tevhidin gönüllü karşıtları olurlar. Okulda, camide, kışlada ve ekrandan duymadıkları her şeye düşmandırlar. Bilirler ki buralarda görüp duymadıkları “meşru sınırlar” içinde değildir. Allah (cc) bu gibiler için şöyle buyurur:

“Kavmini hafife aldı/onursuzlaştırdı/aptallaştırdı, onlar da ona itaat ettiler. Şüphesiz ki onlar, fasık bir topluluktu.” [7]

Mustazaflaştırılmış insan uykudadır. Uykusundan mahşer günü uyanır. Gerçeği onlar anlamaz. İlk yapacağı şey, efendilerini Allah’a (cc) şikayettir. [8]

“Şüphesiz ki Allah, kâfirlere lanet etmiş ve onlara alevleri dehşet saçan bir ateş hazırlamıştır. Orada ebedî kalacaklardır. Ne bir dost ne de bir yardımcı bulacaklardır. Yüzlerinin ateşte evrilip çevrileceği gün diyecekler ki: ‘Keşke Allah’a itaat etseydik. Keşke Resûl’e itaat etseydik.’ Diyecekler ki: ‘Rabbimiz! Bizler efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik. (Onlar da) bizi (doğru yoldan) saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onlara büyük bir lanetle lanet et.’ “ [9]

Nasıl düşünmeliyiz?

Yukarıda vahiy ışığında bir durum tespiti yaptık. Mustekbir tağutların bu davayı çok iyi anladıklarını, anladıkları için de düşmanlık ettiklerini söyledik. Zayıf bırakılmış halkın ise tevhidi anlamadığını, kendisine çizilmiş sınırlar içinde tevhid olmadığını, bu nedenle tevhide gönüllü karşı çıktığını belirttik.

Bu, onların durumu! Bize gelince; vahiy, nasıl düşünmemiz ve nasıl davranmamız gerektiğini şöyle açıklar. Bizler yeryüzünde Allah’ın şahitleri, insanlık için seçilmiş hayırlı ümmet, ismini Allah’ın (cc) verdiği İbrahim’in milleti, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş Muhammed’in (sav) ümmetiyiz.[10]

Düşüncemiz ve amellerimiz bu dört sıfata uygun olmalıdır:

– Allah’ın (cc) şahitleri isek doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilmeli, bunu Allah’ın şahitliğine uygun yapmalıyız.

– İnsanlık için çıkarılmış hayırlı ümmetsek ayette belirtildiği gibi iyiliği emretmeli, kötülükten sakındırmalıyız. Karşımızdakinin müstekbir bir tağut veya aldatılmış bir mustazaf olması bu sorumluluğu düşürmez.

– Resûl’ün ümmeti isek muhataplarımızı basiret üzere Allah’a davet etmeli[11] ve onlara karşı merhametli olmalıyız. Bir insanı kurtarmanın kızıl develerden daha hayırlı olduğunu[12], bir insanı (İslam’la) ihya etmenin tüm insanlığı ihya olduğunu bilmeliyiz.[13]

– İsmini Allah’tan alan İbrahim’in (as) milleti isek canla başla çalışmalı, Allah yolunda hakkıyla cihat etmeliyiz. Allah’a tutunmalı, O’nun (cc) dostluğuyla yetinmeliyiz.

Bu ayetler ve nebevi öğretiler ışığında düşünürsek; ümitsizlik, bıkkınlık, muhatabın azgınlığıyla görevi terk bize yakışmaz. Zira biz muhataptan ziyade kendimiz için davet yaparız. Davetin namaz gibi, oruç gibi bir sorumluluk olduğunu biliriz. Muhatabımız davete ilgisiz kalsa da biz, Allah katında bir mazeretimiz olsun diye anlatırız.

“Onlardan bir topluluk: ‘Allah’ın helak edeceği ya da çetin bir azaba çarptıracağı kimselere ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dediği zaman: ‘Rabbinize sunacağımız bir mazeretimiz olsun ve umulur ki korkup sakınırlar.’ demişlerdi.” [14]

Tüm bu sürece yön veren duygu ise merhamettir. Zira biz âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir elçinin ümmetiyiz.

Adil şahitliğimiz gereği, doğruya doğru, yanlışa yanlış deriz. Bu, merhametli oluşumuza engel değildir. Merhametimiz de şahitliğimize engel değildir. Allah (cc) hem adil hem de merhametli olmamızı istiyor.

Soru: “Kur’ân gündem belirleyen bir kitaptır.” diyorsunuz. Bugün Kur’ân’ın gündem belirlediğini düşünüyor musunuz?

Mülkünde mutlak tasarruf yetkisine sahip olan Allah, gündem belirleme yetkisine de sahiptir. O (cc) gönderdiği elçiler ve indirdiği vahiyle şahitlik eder. O’nun şehadeti gündemdir. Şüphe yok ki Kur’ân Allah’ın son şahitliği ve kıyamete kadar gündemi kendisiyle belirlediği kelamıdır. Kur’ân, insanlık var olduğu müddetçe gündem belirleme potansiyeline sahiptir. Yalnız şu gerçeği de hatırlamak durumundayız: Kur’ân’ın gündem belirlemesi, onunla cihat eden[15] ve insanları basiret üzere Allah’a çağıran[16] bir topluluğun olması hâlinde mümkündür.

Kur’ân, yüce Allah’ın bu ümmete emanetidir.[17] Onu yüklenecek ve hakkını verecek mümin erkek ve kadınlara ihtiyaç vardır. Aksi hâlde iki kapak arasında yazılı satırlar, kendiliğinden gündem belirleyemez. Kur’ân’ı bir hazine gibi düşünürsek; onun anahtarı insandır. Tersinden de düşünebiliriz; insan bir hazineyse onun anahtarı Kur’ân’dır. İnsanın tabiatında taşıdığı zulüm, cehalet, nankörlük, cedel, bencillik, unutkanlık ve fücurdan arınıp adalet, bilgi, şükür, teslimiyet, fedakârlık, zikir ve takvayla istikamet bulması Kur’ân’la; Kur’ân’ın gündem belirlemesi onunla cihat edecek insanla mümkündür.

Kur’ân indiği dönemde gündem belirliyordu. Müşrikler dahi yeni inen ayetleri merak ediyor; gece yarıları Müslimlerin pencere diplerine tüneyip okunan ayetleri dinliyorlardı.[18] Onun fıtrata hitap eden, aklı ikna eden ve gönülleri yatıştıran ayetleri karşısında endişeye kapılıyor, toplumun Kur’ân dinlememesi için ellerinden geleni yapıyorlardı.

“Kâfirler dediler ki: ‘Kur’ân’ı dinlemeyin ve o okunurken (anlaşılmasın diye) sesler çıkarın. Umulur ki siz galip gelirsiniz.’ “ [19]

Kur’ân bugün gündem belirliyor mu? Hayır! Sorun Kur’ân’da mı insanda mı? Hiç şüphesiz sorun, emaneti yüklenen insanda, yani bizlerde. Nasıl? Madde madde açıklamaya çalışayım:

a. Gündemi Kur’ân Olmayan, Kur’ân’ı Gündemleştiremez

Maalesef bugün İslam davetçilerinin ve ilim talebelerinin gündemi Kur’ân değil. Gerek kişisel çalışmalarında gerek topluma yönelik ıslah çalışmalarında Kur’ân ve ilimleri son sıralarda yer alıyor. Bu gerçekten üzücü bir durum. Hâliyle öznel gündemi Kur’ân olmayan, Kur’ân’ı toplumun gündemine taşıyamaz. Ne yapmalı? Kur’ân’ı kendi gündemimize taşıyabilirsek toplumun gündemine de taşımak için bir adım atmış oluruz. Dinî bilgilerimizin ana delilleri Kur’ân’dan olmalı, derslerimizin ana müfredatı Kur’ân olmalı, evlerde ve iş yerlerinde Kur’ân halkamız olmalı, okuma faaliyetlerimizin temelini Kur’ân-ı Kerim oluşturmalı…

Dikkat edin! Bu söylediklerim, başta sünnet olmak üzere diğer ilimlerle ilgilenmeyelim anlamı taşımaz. İslamî ilimler bir bütünün tamamlayıcı unsurlarıdır. Sahih bir İslam tasavvuru için hepsine ihtiyacımız vardır.

Ancak, İslami ilimlerin temeli de; şirk düzenine meydan okumanın temeli de Kur’ân’dır.

b. Kur’ân’ın Hedef Aldığı Kitleyi Hedef Almak

Kur’ân’ın hedef aldığı kitle müstekbir, tağut, zenginliğin şımarttığı kimseler, bozguncular, toplumun kaymak tabakasıdır. Kur’ân’ın ifadesiyle “mele” tabakası… Kur’ân bunları hedef alır. Onların nasıl ahlaksız, zalim, sömürücü olduklarını ifşa eder. Hatta ifşa etmekle kalmaz, onları ayrıcalıklı kılan uydurma dayanakları da yerle bir eder.

Bu tabakanın aldattığı ve zayıf bıraktığı mustazafları, mazur kabul etmemekle birlikte, hedef almaz. Onları uyarır, doğruyu gösterir, peşinden sürükledikleri tabakanın gerçek yüzünü ortaya koyar.

Buna binaen Kur’ân; göz önünde olan, uyulan, rol model tabakayı hedef aldığından, gündemi de o belirler. Okunu göz önünde olana atar, onu yaralar. Onu izleyen tüm gözler Kur’ân’ın gündeminden haberdar olur.

Bugün çoğu davetçi toplumu ifsat eden bu tabakayı es geçiyor, bakkal Mehmet amcayla, sokakta çekirdek/çiğdem çitleyen Fatma teyzeyle uğraşıyor. Sokaktaki insanın şirkinden/bidatinden/haramından azgın tabakaya sıra gelmiyor. Neden? Çünkü bunlarla uğraşmak bedel istemiyor. Mehmet amca bize ne yapacak? En fazla beddua ediyor. Müstekbirlerin elinde ise güç var; sizi tutuklayabiliyor, yargılayabiliyor, malınıza el koyabiliyor, yurdunuzdan çıkarabiliyor, birçok İslam davetçisinde olduğu gibi şehit edilebiliyor…

Kur’ân; korkakların, sistemi görmezden gelip sistem mağdurunu hedef alanların, güçlü karşısında önünü ilikleyen, zayıf karşısında kabadayılaşanların gündemleştireceği bir kitap değildir.

c. Kur’ân Üslubuna Sahip Olmak

Kur’ân aziz/izzetli bir kitaptır.[20] Kelimeleri doğruluk ve adalet yönünden kâmildir.[21] Uyaran, korkutan, müjdeleyen kitaptır.[22] Hak, batılın beynini parçalasın[23] onu” yokluğa/hiçliğe mahkum etsin[24] diye indirilmiştir.

Bu özellikleri onun üslubuna yansır. Nettir, apaçıktır, arı duru bir dili vardır. Savunmada değildir, batıla hücum eder. Pasif değildir, aktiftir. Binaenaleyh; dikkat çeker, merak uyandırır, gündem belirler.

Bugün Kur’ân gündem belirlemiyor. Çünkü onunla cihat edenler savunmadadır, pasiftir, çekingendir. Ne olduklarını değil ne olmadıklarını anlatmaktadırlar. Kur’ân ve İslam düşmanlarının saldırılarına cevap yetiştirmekle meşguldürler. Oysa Kur’ân, bu tip saldırılara “cahillerle muhatap olma” usulüyle karşı koymuştur.[25] Kur’ân’a karşı konuşanları adam yerine koymamış, muhatap almamıştır. Hem niye alsın ki? Kur’ân Allah kelamı değil midir? Allah (cc) konuşurken konuşmak, O’nun sözü yanında söz söylemek de nedir? Olsa olsa edepsizliktir, haddini aşmaktır. Böylesi muhatap alınır mı?

Sözün özü: Kur’ân’ı okur, anlar, onun hedef aldığı kitleyi hedef alır, onun dili/üslubuyla konuşursak; Kur’ân gündemleşir. Kur’ân’a asli değil de fer muamelesi yapar, mustekbir tağutları görmezden gelip sistem mağduru, müşrikleştirilmiş insanları hedef alır, savunmada ve pasif bir üslup kullanırsak Kur’ân hiçbir zaman gündem olmaz.

Soru: Halis Hocam! Cezaevinde İslam’ı kabul eden kardeşler oldu. Dışarı çıkınca İslam’dan döndüler. Bu arkadaşlarıma nasıl muamele etmeliyim?

Üzülerek belirtmeliyim ki bu, yalnızca sizin yaşadığınız bir sorun değildir. Ben, yüzlerce insanın cezaevlerinde İslam’ı kabul ettiğini biliyorum. Ancak dışarı çıktıklarında İslam’dan dönüyorlar. Allah’ın rahmet ettiği iki kişi hariç, genelde böyle oldu. Örneklerden yola çıkarak önce bu dönüşüm sebebine sonra nasıl muamele etmemiz gerektiğine değineceğim.

Benim görebildiğim kadarıyla bunun iki ana nedeni var:

a. Cezaevinde gayrimeşru hayalleri terk etmiyorlar. Gayrimeşru yollardan para kazanıp İslam’a faydalı olacaklarını düşünüyorlar. Bu şeytanın bir aldatmacası. Onları hayal dünyasında da olsa, o çirkin, gaddar, fısk ve fücur dünyasıyla irtibatlı kılıyor. Onlar farkında değiller elbet, ancak kalplerinden bir parça, bu yolla, o dünyada yaşıyor. Bu da geri dönüşü kolaylaştırıyor.

b. Çıkınca eski arkadaşlarına gidip onları İslam’a davet ediyorlar. Siz de bilirsiniz gayrimeşru bir hayat yaşayanlar, İslam’a saygılıdır. Güzelce dinler, çoğu zaman tasdik eder, kendi yaşantılarından dolayı mahcubiyet duyarlar. Bu durum, davet yapan arkadaşı aldatır. Daha sık eski ortamına uğramaya başlar. Çoğunlukla uyuşturucu kullanarak, bazen bir kavganın içinde yer alarak, eski yaşantıya dönmüş olur.

Bu yazdıklarımdan yola çıkarak, cezaevinde İslam’la tanışan kardeşlerime şunu tavsiye edebilirim: İslam ile cahiliye, ak ile kara gibi iki zıttır. Hayal dünyasında dahi olsa bir arada olmaz. İkisini bir araya getiren kendisini aldatır, farkında olmadan cahiliye sevgisini kalbinde yaşatır. Bunu açık alametlerinden bir diğeri cahiliyede yaptıklarıyla övünmektedir. O hayattan çıkan kardeşlerin ifadesiyle “icraatlarını” sıkça dillendirmesidir. Unutmayalım dil, kalbin aynasıdır. Dil övüyorsa kalp seviyor; dil anıyorsa kalp özlüyor demektir. İslam’ı anlayan mümin, cahiliyeden yalnızca utanır, ondan Allah’a sığınır. İslam olmayla silinen günahlarını anlatarak amel defterine yeniden yazdırmaz.

Dinden Dönenlere Nasıl Davranalım?

İslam’dan dönen mürtettir. İslam hukukuna göre suçların en ağırını işlemiştir. Bize düşen bu insana Allah’ı ve ahiret gününü hatırlatıp İslam’a davet etmektir. Davet yaparken onların ortamına girmemeye, onları Müslimlerin ortamına çağırarak ya da mektup gibi bir yolla bunu yapmaya gayret etmelidir. Bunun ötesinde yapabileceğimiz bir şey yoktur.

Rabbim (cc) El-Hafiz ismiyle bizi korusun. İslam’dan sonra cahiliyeye dönmekten alıkoysun.

Soru: İhsan üzere İslam’a hizmet etmek istiyorum. Bana nasihat eder misiniz?

Bir insanın ihsan üzere iş yapmak istemesi, Allah’ın ona rahmet ettiğini gösterir. Çünkü Allah (cc) ihsan üzere iş yapan muhsinleri sever ve onlarla beraberdir.[26] Kişiyi ihsana sevk ediyorsa onu sevgisine ve beraberliğine sevkediyor demektir. Bu isteğiniz için O’na çokça şükretmelisiniz. İhsan üzere iş/ibadet/hizmet, Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmek, O’nu görüyormuşçasına kulluk edemiyorsak O’nun bizi gördüğünü bilerek kulluk etmektir.[27] İhsan, bir işi yüce Allah’ın şanına yakışır en güzel şekilde yapmaktır. Bunun için üç şey tavsiye edebilirim:

a. Çokça Allah’a dua etmek: Allah’ın (cc) güzel isimlerinden biri El-Muhsin’dir. O’na bu isimle yalvarıp bizi sevdiği ve beraber olduğu muhsinlerden kılmasını dileyebiliriz.

Dua; yüce Allah’ın büyüklüğünü, kendimizin de acziyetini itiraftır. Dua; cahilliğimizi O’nun (cc) ilmiyle, acziyetimizi O’nun kudretiyle, zayıflığımızı O’nun gücüyle, ihtiyacımızı O’nun zenginliğiyle telafi etme yoludur.

Her iş ve yönelişlerinde duayı ahlak hâline getirenler, yöneldikleri her işte O’nun (cc) yardım ve rahmetini bulurlar. Biz, kopan ayakkabı bağını dahi, Allah’tan istemeyi emreden bir dinin mensuplarıyız.[28] Elbette kulluğun zirvesi olan ihsanı da Allah’tan istemeliyiz.

b. Teknik bilgiler edinmek/öğrenmek: Hangi alanda hizmet ediyorsak edelim, o alana dair teknik bilgileri öğrenmeli, sürekli kendimizi geliştirmeliyiz. Alanımıza dair kitapları okumalı, yenilikleri öğrenebileceğimiz düzenli yayınları takip etmeli; konuya dair (varsa) kursa/eğitime katılmalıyız. Unutmayalım ki İslam’da vesileler gayelerin hükmünü alır. İhsan bir kulluk biçimiyse, bizi ihsana ulaştıran vesileler de bir kulluktur, ibadettir. Bu uğurda verdiğimiz her çaba salih amel olarak amel defterimize kaydedilir.

c. Gelişmemizi kontrol etmek: İhsan bir zirveyse, bu zirveye çıkan basamaklar belli olmalıdır. Başladığımız nokta ile varmak istediğimiz noktayı iyi kodlamalı, ara basamakların ne olduğunu bilmeliyiz. Böylece gelişip gelişmediğimizi anlayabiliriz. Dışardan bir göze bunu yaptırabiliriz, kendimizi sınava tabi tutabiliriz, haftalık/aylık düzenli muhasebeler yapabiliriz. Ama mutlaka gelişimi kontrol etmek durumundayız. Aksi hâlde yerinde saymayı ihsan zannedebiliriz. Örneğin, bir işi yarım saatte yapan, on beş dakikada bitirmeyi ihsan sayabilir. Oysa bu ihsan değil, işte pratikleşmektir. İhsan kaliteyi arttırmak, kendinden bir şeyler eklemek, başkalarına faydalı olmaktır… Kemiyetten ziyade keyfiyetle, nicelikten ziyade nitelikle ilgilidir.

Soru: Nîsa Suresi 48. ayete göre, Allah  şirki bağışlamaz.
Mâide Suresi 118. ayette İsa (a.s) müşrikler için bağışlanma diliyor. Bu iki ayeti nasıl anlamalıyız?

İsterseniz önce iki ayeti okuyalım:

“Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun (şirk) dışında kalanları dilediği için bağışlar. Kim de Allah’a şirk koşarsa hiç şüphesiz büyük bir günahla iftirada bulunmuş olur.” [29]

“Onlara azap edecek olursan hiç şüphesiz onlar, senin kullarındır. Şayet onları bağışlarsan şüphesiz ki sen, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) El-Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) El-Hakîm’sin.” [30]

Şunu belirtmeliyim ki; Kur’ân ayetleri anlamın açıklığı ve kapalılığı göz önünde bulundurularak “muhkem ve müteşabih” olmak üzere ikiye ayrılır.

“Sana Kitab’ı indiren O’dur. O (Kitap)’tan bazı ayetler (kimsenin tahrif etmeye güç yetiremeyeceği şekilde sağlam, açık ve) muhkemdir. Onlar (Kitab’ın çoğunluğunu ve ana omurgasını oluşturan muhkem ayetler), Kitab’ın anası olan (ayetlerdir). Diğer bazısı da (kullarını imtihan etmek için açık kılmadığı) müteşabih ayetlerdir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve (ayetleri hevalarına göre) yorumlamak için müteşabih olan ayetlerin peşine düşerler. O (ayetlerin) tevilini/hakiki anlamını yalnızca Allah bilir. İlimde derinleşenler derler ki: ‘Ona iman ettik. Hepsi Rabbimizin katındandır.’ Ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alır.” [31]

Bu ayete göre Nîsa Suresi 48. ayet muhkemdir. Zira apaçıktır, anlamında hiçbir ihtilaf yoktur, dil ve anlam yönünden ihkam edilmiş/sağlamlaştırılmıştır. Mâide Suresi 118. ayet ise müteşabihtir. Anlamı ilk bakışta anlaşılmaz. Ancak kitabın çoğunluğunu ve ana omurgasını oluşturan muhkem ayetler ışığında anlaşılabilir. Bu nedenle selef uleması, Mâide Suresi 118. ayeti, Nîsa Suresi 48. ayet gibi muhkem naslar ışığında tefsir etmiştir.[32]

– Hasan-ı Basri ve Ebu’l Aliye der ki: “Azap edecek olursan bu, onların küfürde ısrarları nedeniyledir. Bağışlayacak olursan bu, onların tevbeleri nedeniyledir.”

– Zeccac der ki: “İsa, onlardan bazısının iman ettiğini, bazısının da kâfir olduğunu biliyordu. Bu nedenle ‘azap edecek olursan’ sözü kâfirler için… , ‘Şayet bağışlarsan’ sözü küfrü terk edip iman edenler içindir…”
– İbnu’l Enbari der ki: “Bu ayetin anlamı şudur: Hiç kimse sana itiraz edemez. Azap edersen kimse itiraz edemez. Bağışlarsan da kimse itiraz edemez.”

– İbni Kesir’de bu görüşü tercih ederek der ki: “Bu söz, zımnen (her şeyin) Allah’ın dilemesiyle olduğunu içerir. Çünkü O her dilediğini yapandır. O ki yaptığından sual edilmez, kullar ise suale çekilirler…” [33]

– Suddi der ki (İbni Cerir Et-Taberi tercih eder): “Bu, ahirette değil dünyada yaşanan bir diyalogdur. Allah İsa’yı göğe yükselttiğinde bu diyalog yaşanmıştır. Henüz onların ne üzere öleceği belli değildir.”

Buna göre onlar henüz yaşadığı için, ölmüş bir müşriğe değil, hayatta olan bir müşriğin bağışlanması istenmiştir. Bu da caizdir. Zira yasaklanan, ölmüş bir müşriğe bağışlanma dilemektir.

Sözün özü: Müfessirler, Mâide Suresi 118. ayeti muhkem naslara muhalif kabul etmiş ve muhkem naslar ışığında anlamaya çalışmışlardır. Birinci dereceden Hasan-ı Basri ve Ebu’l Aliye (r.hm) görüşü, ikinci derecede İbnu’l Enberi görüşü tercihe şayandır. Son görüş ise zayıftır. Zira Allah Resûlü bu ayeti dünya bağlamında değil, ahiret bağlamında tefsir etmiştir.[34] Allah (cc) en doğrusunu bilir.

•••

Sizleri Allah’a (cc) emanet ediyor, dualarınızı bekliyorum. Rabbim sizi sevdiği ve razı olduğu kullardan eylesin.

[1] 

.6/En’âm, 33

[2] 

.Camiu’l Beyan, En’âm Suresi 33. ayetin tefsiri

[3] 

.Mufredatu’l Kur’ân c-h-d maddesi

[4] 

.27/Neml, 14

[5] 

.7/Â’râf, 123

[6] 

.10/Yûnus, 78

[7] 

.43/Zuhruf, 54

[8] 

.Bk. 2/Bakara, 166-167; 14/İbrahîm, 21; 34/Sebe’ 31-33

[9] 

.33/Ahzâb, 64-68

[10] 

.Bk. 2/Bakara, 143; 3/Âl-i İmran, 110; 22/Hac, 78; 21/Enbiyâ, 107

[11] 

.12/Yûsuf, 108

[12] 

.Buhari, 4210; Müslim, 2406

[13] 

.5/Mâide, 32

[14] 

.7/A’râf, 164

[15] 

.25/Furkân, 52

[16] 

.12/Yûsuf, 108

[17] 

.33/Ahzâb, 72

[18] .Ebu Süfyan b. Harb, Ebu Cehil b. Hişam ve Ben-i Zühre’nin müttefiki olan Ahnes b. Şerik bir gece Resûlullah’ı (sav), evinde gece namazı kılarken dinlemek için gittiler. Onlardan her biri orada dinleyecek bir yer bulup oturdu. Ve hiçbiri diğerlerinin orada olduğunun farkında değildi. Bu şekilde gecelediler. Nihayet şafak söktüğünde oradan ayrıldılar ve yolda karşılaştılar. Onlar bu vaziyet karşısında birbirlerini kınadılar ve dediler ki:

“Bir daha böyle yapmayalım. Çünkü şayet akılsızlardan biri bizi görürse elbette onun kalbine şüphe düşürmüş oluruz.”

Sonra ayrıldılar, ikinci gece olduğu zaman yine her biri evvelki akşam oturduğu yerine geldi. Resûlullah’ı dinleyerek geceyi geçirdiler. Şafak söktüğü zaman yine dağıldılar ve yolda karşılaştılar. Birbirlerine daha önce dedikleri şeyi söylediler ve sonra ayrıldılar. Üçüncü gece olduğu zaman her biri tekrar akşamki oturduğu yere döndü ve geceyi onu dinleyerek geçirdiler. Yine fecir doğduğu zaman dağıldılar ve yolda karşılaştılar. O zaman birbirlerine:

“Bunu bir daha yapmamak için birbirimizden söz almadan ayrılmayacağız.” dediler. Bunun üzerine antlaşıp dağıldılar.

Ahnes b. Şerik, sabah olunca, sopasını eline alıp Ebu Süfyan’ın evine gitti.

“Ey Hanzala’nın babası! Muhammed’den dinlemiş olduğun şey hakkındaki görüşünü bana bildir?” dedi. Ebu Süfyan:

“Ey Salebe’nin babası! Vallahi ben ondan, manasını bildiğim ve anlatılmak istenileni anladığım şeyler işittiğim gibi manasını bilmediğim ve anlatılmak istenileni anlamadığım şeyler de işittim.” dedi.

Ahnes b. Şerik: “Senin yemin ettiğin varlığa yemin ederim ki ben de öyle!” dedi.

Ebu Süfyan’ın yanından ayrılıp Ebu Cehil’in evine vardı.

“Ey Hakem’in babası! Muhammed’den işitmiş olduğun şey hakkındaki görüşün nedir?” diye sordu.

Ebu Cehil: “Ne işitmişim ki? Biz ve Abdi Menaf oğulları şan ve şeref hususunda şimdiye kadar çekiştik durduk, onlar insanlara yemek yedirdiler. Biz de yemek yedirdik. Onlar arabuluculuk ederek diyet yüklendiler. Biz de arabuluculuk edip diyet yüklendik. Onlar halka bağışta bulundular. Biz de bağışta bulunduk. Onlarla, kulak kulağa giden iki yarış atı durumuna gelince onlar: ‘İşte, bizde kendisine, gökten vahiy gelen bir Resûlümüz var!’ dediler. Biz bunun dengini nereden bulup onlara ulaşacağız? Vallahi! Biz hiçbir zaman ona inanmayız ve onu tasdik etmeyiz.” dedi.

Bunun üzerine, Ahnes ayağa kalktı ve Ebu Cehil’i kendi hâline bıraktı. (Siyeri İbni Hişam)

[19] 

.41/Fussilet, 26

[20] 

.41/Fussilet, 41

[21] 

.6/En’âm, 115

[22] 

.19/Meryem, 97

[23] 

.21/Enbiyâ, 18

[24] 

.17/İsrâ, 81

[25] 

.7/A’râf, 199; 15/Hicr, 94; 25/Furkân, 63

[26] 

.2/Bakara, 195; 16/Nahl, 128

[27] 

.Buhari, 50; Müslim, 10

[28] 

.Tirmizi, 3682

[29] 

.4/Nîsa, 48

[30] 

.5/Mâide, 118

[31] 

.3/Âl-i İmran, 7

[32] 

.Bk. Zadu’l Mesir fi İlmi’l Tefsir, Mâide Suresi 118. ayet

[33] 

.Tefsiru’l Kur’ân’il Azim

[34] 

.Müslim, 202

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver