Halktan bir insan için her günün dünü, her senenin de geçen yılı aratır olduğu bir devirde yaşıyoruz. İslam coğrafyasının büyük kısmında son beş-altı neslin hakiki manada tevhidden uzak bir eğitim cenderesinden geçirildiği malumdur. Eğitim ve öğretim süreci, yeni yetişen nesli tevhidden uzaklaştırmakla kalmamış, çok büyük bir çoğunluğu şüpheciliğe, hak ile batılı karıştırmaya, ‘iyi niyetli’ kararlar ve uygulamalarla kısmen örtülü hâle getirilen şirke saplanmaya ve tevhid davası ile tevhid ehline hasım olmaya yöneltmiştir.
Ümmet’in istikbali olan çocuklar ve gençlerin de, Ümmet’in değer bakiyesi olan ihtiyarların da kahir ekseriyetinin kalpleri, ruhları ve zihinleri batıcı-laik eğitimin şirk yuvalarında az ya da çok kirlenmiş/kirletilmiştir. Çocuklar ve gençler bu itikadi ve fıtri yozlaşma sürecinin henüz başlarında sayılır. Yaşı ilerlemiş olanlar ise, geçmişlerindeki batıcı-laik eğitim ve şu ya da bu şekilde tağuta hizmet etmekle geçen zamanda tevhid davetine karşı âdetâ şehir bedevileri hâline gelmiştir. Onlara göre İslam eğer demokrasiciliklerine, halkçılıklarına, şeyhçiliklerine, türbelerine, kubbelerine, her türlü sapkınlığı hoş görmelerine, bankalardaki faizli mevduatlarına ve belki de farkında bile olmadıkları laik-batıcı yaşam tarzlarına karışmıyorsa, e o zaman ‘Yaşasın İslam!’ Böyle bir İslam’ı bu hâlleriyle kendileri için birlik ve beraberlik çimentosu ve kardeşliğin garantisi olarak görürler.
‘Müminler ancak kardeştirler…’ (49/Hucurat, 10) emri gereği müminler arasındaki kardeşliğin esası akide üzerinedir. En yüce kelime olan Kelime-i Tevhidi sıdk ve ihlas üzere ikrar edip şartlarını ve gereklerini yerine getiren tüm müminler gerçek anlamda iman kardeşliğini hak ederler.
‘Müminler birbirini sevmede, birbirlerine acıyıp şefkat göstermede bir beden gibidirler ki, bir organı ağrısa, bedenin diğer azaları da uykusuzluk ve ateşi ile ona katılırlar.’ (Buhari, Müslim)
Şüphesiz ki bu durum güçlü ve uzuvları tamam olan bir beden için geçerlidir. Bu çerçevede tevhid ümmetinin her bir ferdi aynı bedenin uzuvları gibidir. Tevhid ve iman iddiasında bulunup da imanına zulüm karıştıran, yani itikadi yahut amelî olarak türlü türlü şirk cereyanlarına kapılan mütedeyyin müşrikler ise bu sıfatı hak etmemektedirler.
“Öyle ya, mümin kimse, fâsık bir kimse gibi midir? Bunlar elbette eşit olamazlar.” (32/Secde, 18)
Muhkem ayetlerle sabit, vahyi bir ölçü olan bu eşitsizlik hükmünü bütünüyle ortadan kaldıran, “…Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymayan…”, (9/Tevbe, 28) Allah’ın subhanehu ve teâlâ nurunu ağızlarıyla söndürmek isteyen kafirlerle ittifak kurup tevhid ehline karşı aynı koalisyonda saf tutan, kendi iktidarlarının sürekliliği için mukaddes değerleri açıkça istismar eden ve muvahhidlerden başka hemen hemen her kesimi dost ve müttefik gören bu katmerlenmiş küfür anlayışının yerli mensuplarının iman kardeşliği hususunda ehli tevhid ile hiçbir müşterek yanlarının olmadığı gayet açıktır.
Bir memlekette hercümerç, kaos ve anarşi varsa şüphesiz ki bunu bir çeşit azap olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Bilhassa Ortadoğu coğrafyasındaki halkların uzun müddet kâh şirk ve zulüm rejimlerinin zorbalığıyla, kâh yerli tağutların efendileri olan emperyalist ülkelerin/koalisyonların işgal ve zulümleriyle ve İslam’dan irtidat etmiş (aslında belki de İslam’a hiç girmemiş) olan yerli işbirlikçi mürted ve müşriklerin Batı destekli iç işgal, zulüm ve terörizm faaliyetleriyle müptela olmalarının da bu çerçevede görülmesi gerekir.
Geçmiş ulamadan bazıları pazarlardaki ürün fiyatlarının fahiş ölçüde artmasını (günümüzde yaşanan enflasyon gibi) dahi bir tür azap olarak isimlendirmişlerdir. Kaldı ki hercümerç yaşanan beldelerdeki insanların çoğunun gündeminde fiyatların yükselmiş olması gibi bir gündemleri dahi yoktur. Zira içerisinde bulundukları şartlar gereği ilk olarak hayatta kalmak ve güvenli bir barınak bulmakla meşguller.
Geçmiş Kavimlerin İzinde
Şam’ımızdaki, Irak’ımızdaki ve daha nice coğrafyamızdaki bu kaosun, anarşinin, batılılar karşısında zayıf bir hâle düşmenin ve önü alınamayan ihtilaf ve bölünme (çoğu da cepheleşme şeklinde bir düşmanlık ve saldırıya dönüşüyor) hâlen içinde bulunan trajik durumu daha da içinden çıkılmaz hâle getirme potansiyeli taşımaktadır. Cihad alanlarının en az bir kısmında durum böyleyken ‘ümmet’in geriye kalan bölümünün vaziyeti daha da içler acısıdır.
Şunu unutmamak gerekir ki bugün büyük ölçüde yaşanan parçalanmanın, zayıflığın ve hercümercin en başta gelen sebeblerinden biri, ehli kitabı zillete, dalalete, gazaba ve azaba sürükleyen şeyden başkası değildir. Allah’a ve ahiret gününe iman hususunda şirke kadar götüren riyâkarlık, Allah’ın Rasûlü’nün haram kıldıklarını haram saymamak ve hak dini gerçek anlamda din edinmemek… Hak dine iman ettiğini zan ve iddia edip Şer’i Şerif dışındaki şeriatlara kail olan bir toplumun bu hâliyle dünya hayatında izzete, vahdete, can güvenliğine, huzura, saadete kavuşması pek de kolay ve mümkün görünmemektedir. Geçmiş ümmetlerin Kur’an-ı Kerim’de konu edilen kıssaları herkes için birer ibret tablosudur.
“Onlar, her yıl birkaç kez (çeşitli belalarla) imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar, ne de ibret alıyorlar.” (9/Tevbe, 126)
Çeşitli belalarla imtihan edilerek ibret almaya ve akıllarını başlarına devrişip tevbe ederek Allah’ın halis kulları olmaya davet edilen insanlar ise ‘aşırıcı’ olmayan eşitlikçi-demokrat tağutlara itaat etmekle kendilerine de isabet edecek bir fitneyi/bir azabı çağırmakta olduklarının farkında bile değiller. Farkında olmamalarının sebebi gaflet içinde bulunmalarıdır.
Gaflet…
Bilinçli bir unutma, ihmal ve öteleyip erteleme. Bu, aynı zamanda münafık erkekler ve münafık kadınların bariz özelliklerinden biridir.
‘…Onlar Allah’ı unuttular…’ (9/Tevbe, 67)
Allah’a kulluktan, hak dini din edinmekten ve Allah ve Rasûlü’nün haram kıldıklarını haram saymaktan yüz çeviren (unutan) münafıklar da Allah’ın rahmetinden, hidayetinden, yardımından, korumasından ve mağfiretinden mahrum bırakılmakla ‘unutulmuş’ ve terk edilmiş olurlar.
Yeryüzünün ‘Kalp’ Ağrısı
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, düşünüşü ile, korumasıyla, amelleriyle yani kısaca tüm yönleriyle bir insanın iyi ya da kötü olmasında etkin ve belirleyici unsurun bir et parçası (kalp) olduğunu beyan etmiştir.
Numan ibni Beşir radıyallahu anh Rasulullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyururken dinledim dedi:
“Helal olan şeyler bellidir, haram olan şeyler de bellidir. Bu ikisinin arasında halkın bir çoğunun helal mi haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır. Şüpheli işlerden sakınanlar dinlerini ve ırzlarını korumuş olurlar. Şüpheli şeylerden sakınmayanlar ise zamanla harama dalıp giderler. Aynen sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onların o araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her hükümdarın girilmesi yasaklanmış bir arazisi vardır. Unutmayın Allah’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir. Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası “kalb”dir.” ( Buhari, Müslim)
Kur’an’ı Kerim’de açık ifadeler ve Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem hadis-i şeriflerindeki kesin bilgilerden anlaşıldığı üzere tarih boyunca gelmiş geçmiş olan hidayet önderi peygamberlerin kahir ekseriyeti Ortadoğu bölgesinde tevhid davetine başlamışlardır. Ortadoğu coğrafyası geçmişte birçok kez bâtıl güçlerin kendi aralarındaki savaşlara sahne olmuşsa da buralar esas itibariyle Rahman’ın subhanehu ve teâlâ orduları ile azgın şeytani gûruhlar arasındaki mücadelenin değişmez meydanı olmuştur. Eğer yeryüzünü bir insan bedeni gibi düşünecek olursak bu bedenin iyi veya kötü olmasında asıl belirleyici olan ‘kalbin’ de birçok yönüyle Ortadoğu olduğunu söylemek mümkündür. Zira vahyin, nübüvvetin, adaletin, ahlakın ve merhametin ortaya çıkıp bütün yeryüzüne yayıldığı merkezdir burası.
Tevhid ümmeti dışındaki yerli ve yabancı şirk güçleri için bu bölgeyi çekici kılan da kısmen dini miraslarına sahip çıkma isteği, kısmen de bu bölgedeki zengin enerji kaynaklarıdır. Şu bir gerçektir ki Dünya siyasetinde söz sahibi olmak için Ortadoğu’da bizzat yahut vekâleten de olsa güçlü bir şekilde bulunmak gerekiyor. 2003 yılında Irak’a işgal için gelen Amerikalılar bu harekâtlarını dönemin ABD başkanının ağzından Haçlı seferi olarak tüm dünyaya ilan etmekten kaçınmamışlardı. Amerikalılar Irak’ta kendilerine hizmette kusur etmeyen laik-rafizi mürtedlerin varlığından ötürü ordusunun büyük bir kısmını geri çektiyse de bölgedeki çıkarlarının garantisi olarak çoğu üniformasız olan bir orduyu orada tutmaya devam etmiştir. Irak’la da yetinmeyip Şam bölgesinde bir tür iç işgalci pozisyonunda bulunan ateist-sosyalist kürtleri de kendi hizmetinde istihdam etti. ABD ve Batı koalisyonu için Haçlı seferi, sınırları genişleyerek gün be gün daha ağır bilançolarla devam etmektedir. Haçlı seferlerinin de kendi aralarında çıkar odaklı bölünmeler yaşadığını gördük. Şu ânâ dek değindiğimiz katolik, protestan ve evanjelik (siyonist) hıristiyanlardan müteşekkil Haçlı seferleri dışında birde kuzey ve doğudaki kominist-Ortadoks hıristiyanların da yeni bir Haçlı seferi tertip ettikleri ortaya çıktı. Dünkü kominist Sovyetler Birliği döneminde sıradan bir ajan olan, şimdiyse yeni Rus Çeri Deli Putin’in ‘Kutsal Savaş’ ilanı meselenin sadece bölgedeki enerji havzalarına hakim olma meselesi olmadığını ortaya koydu. Yeryüzünün kalbi mesabesindeki Şam bölgesinde elde ettiği kazanımlarını korumak ve daha da arttırmak isteyen kominist Çar Deli Putin’in de Haçlı seferi ilan ederek tüm gücüyle Şam beldelerini, yani kadim İslam yurdunu neredeyse santim santim bombalayıp füzelemesi Şam’daki savaşı kim bilir, belki de asıl mecrasına yöneltici bir etki doğurabilecektir. İslam beldelerini yakıp yıkıp müslümanları topluca öldürmekle maksadına ulaşacakları zannı, şeytana kullukta bulunmalarından kaynaklanan çok büyük bir yanılgıdır. Şeytanın vaadettikleri hayalden başka bir şey değildir.
“Hani şeytan onlara yaptıklarını süslü gösterdi de: Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, şüphesiz ben de sizin yardımcınızım, dedi…” (8/Enfal, 48)
Hatırlayalım, insan kaynakları, teknik kapasite ve savaş gücü olarak ABD ile beraber devrin iki süper devletinden birisi olan Sovyetler Birliği ordusu şimdiki (2016) Rus İmparatorluğu’nun tarihin çöplüğüne gömüldüğü Afganistan’dan kaçmak mecburiyetinde kalmıştı. Sünnetullah, ertelemesiz bir şekilde tahakkuk etmişti yine.
“Şüphesiz ki inkar edenler mallarını (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu, onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlup olacaklar ve toplanıp cehenneme sürüklenecekler.” (8/Enfal, 36)
Dünyanın Gözleri ve Namluları Yeryüzünün Kalbine Kilitlenmiş Durumda
Dünyanın doğusundan, batısından, güneyinden, kuzeyinden ilgili ilgisiz (ya da ilgisiz gibi görünen) sayısız ülkenin Şam bölgesinde ve Akdeniz’de güç ve bayrak gösterisinde bulunması, bölge halkları açısından bugünkünden çok daha büyük acıların yaşanabileceğinin kuvvetli bir işaretidir. Yabancı küfür güçlerinin kendi aralarında ciddi ihtilafları varmış da birbirlerine gözdağı vermek için buralarda gövde gösterisine girişiyorlarmış gibi diplomasi soslu medyatik masallar uyduruluyor. Bu yığılmanın asıl sebebi tarumar etmeye devam ettikleri İslam beldelerinin paylaşımı sofrasında daha büyük lokmalar yutabilmek için kendilerince uygun bir pozisyon elde edebilmektedir. Yerli iç işgalcilerle yabancı sömürgeci küfür güçlerinin yerin üzerindeki insanları veya tarihi-kutsal mekanları filan zerre kadar önemsedikleri yok. Onlar için asıl ve önemli olan, yerin altındaki zenginlik kaynakları ve diğer hasım güçlere karşı stratejik olarak üstün bir konum elde edebilmektir. Uluslararası küfür toplumunun diğer ülkeler üzerinde yaptırım gücü olan en büyük tağutu BM ve BM çatısı altında oluşturulan farklı organizasyonlarda yıllardır süregiden müzakerelerin esasını da bu konu oluşturmaktadır. Şu anda fiilen yaşanan da budur.
Bundan önceki işgal harekâtlarından farklı olarak işgalci Haçlılar, tarihsel işbirlikçileri olan Rafizilerle birlikte Ortadoğu’nun yeni haritasının sınırlarını havadan çizmeye başladılar. Amerikalılar Basra Körfezi ile Umman Denizi’nde bulunan savaş gemilerinden, Ruslar da Akdeniz ile Hazar Denizi’ndeki savaş gemilerinden, bundan önceki dünya savaşlarında dahi benzeri görülmemiş şekilde özellikle de Şam bölgesindeki Müslüman beldelerini aralıksız bombardıman altında tutuyorlar. Öyle ki, adeta ‘Kim daha çok bombalayıp füzelerse yeni haritanın sınırlarını belirlemede ve stratejik konum elde etmede daha avantajlı bir pozisyon elde edecek…’ gibi bir yarış içerisindeler. Bugün bilhassa Şam bölgesinde gökyüzü zaman zaman bulutlardan çok savaş uçakları ve İHA’larca kapatılıp karartılmaktadır.
Safevi imparatoru Hamaney ile Komünist ‘Çar’ Deli Putin’in piyonu olan lanetli Esed rejiminin devam edip etmemesi her iki tağutun da önemsediği bir mesele değildir. Tıpkı Esed’in koltuğunun şimdiye dek üç yüz bine yakın insanın öldürülmesine mâl olmasının onlar nezdinde hiçbir ehemmiyetinin olmaması gibi… Onlar için asıl önemli olan ulusal çıkarlarıdır. O çıkarlar ki Avustralya’yı, Kanada’yı ve Çin’i dahi Şam bölgesine getirtmiştir. Tüm bu küfür güçleri Şam’ımızın ve Irak’ımızın paylaşımı konusunda geniş çerçevede örtülü bir mutabakat içerisindedirler. Şu anda müzakere edip yapmaya çalıştıkları yahut engellemek istedikleri şey ise bu ‘sofra’ dan kimlerin kovulması ve kimlerin asla yaklaştırılmaması hususunda alınacak tedbirler meselesidir. Dünyanın her yerinden gözlerin ve namluların çevrilmiş olduğu bu topraklarda yaşayıpta söz konusu gelişmeler karşısında sükût etmek, bitaraf durmak veya Haçlı batılıların safları arasına katılmak yahut Rafizileri hâlâ barışın ve çözümün bir aktörü olarak görüp onlar hakkında ümitvar olmak gaflet ve katlanmış hamakattan başka birşey değildir.
Uzman Münafık Siyasetçilere Öz İradesiyle Rehin Düşmek
Muhafazakar demokrat kimliği tescillenmiş olsa da, daha çok ‘İslamcı’ olarak etiketlendirilen mevcut yönetimin bu bağlamdaki siyaseti bazı yönleriyle sonraki nesillere ibret olacak cinstendir.
Kazları hepimiz biliriz. Perde ayaklı, çoğunlukla gri ve beyaz tüylü; kümes hayvanı olarak da yetiştirilen bir kanatlı. Esasen kuş cinsi olan bu hayvancağızların fıtratında saldırganlık içgüdüsü yoktur. Fakat diğer tüm hayvanlarda olduğu gibi bu türde de herhangi bir tehdit algılamasında içgüdüsel savunma refleksi devreye girer.
Bir komşumuzun altı-yedi yaşlarındaki oğlu, yavrularıyla beraber bahçede gezinen kazların minik yavrularından birini sevmek için eline almak ister. Çocuğun kendilerine yönelik hamlesini farkeden anaç kazlar hemen savunma pozisyonuna geçerler. Yavrularına siper olup kanatlarını hafifçe hareket ettirmeye, gagalarını olabildiğince açarak ‘Tıss!…’ benzeri bir ses çıkarmaya ve perde ayaklarıyla çocuğun bulunduğu yöne doğru birkaç adam atmaya başlarlar. Küçük çocuk o anda kim bilir, belki de ‘eyvah, bunlar beni ısırıp yemeye geliyor galiba!..’ diyerek fena hâlde korkmuş bir şekilde eve koşup annesinin kucağına sığınır. O çocuğun karşısına kaz değil de boz bir ayı da çıkmış olsa yine ana kucağına sığınacaktı. Zira bu, değişmez bir kaidedir: Çocuk annesine tabidir.
Siyasal sistem ve ideoloji olarak rahim-i mâderi Vaşington, Brüksel veya Moskova olanların ana kucağı da oralardır. Kendilerine ait bir savaş uçağı düşürüldükten hemen sonra anaç kaz gibi ‘tıss!…’layan Ruslar’ın birazda provokatif tavırlarının hemen ertesinde Brüksel’e koşanların siyasal ve kısmen de olsa ideolojik açıdan yakın durdukları odaklar bu vesileyle bir kez daha ortaya çıkmış oldu. Tevhid ümmetine karşı düşmanlık; Rafiziler, ateist-sosyalist şer odaklarına ve Ruslar’a karşı millicilik-milliyetçilik; İslam coğrafyasındaki kukla tağutlarla ümmetçilik; ABD ve Avrupa Birliği ülkeleriyle de dostluk ve müttefiklik zemininde ilişkiler yürütebilme becerisi ancak ‘uzman münafık’ sıfatıyla açıklanıp izah edilebilir.
Esed rejimi denildiğinde sadece Beşşar Esed tağutu anlaşılmamalıdır. Esed rejimi denildiğinde öteden beri Safevi İran, Safevilerin Bağdat valiliği, Lübnan Hizbullat-ı ve sonradan Çin ve Rusya’nın da dahil olmasıyla farklı bir ittifak rejimi var Şam’da. Bununla beraber Esed rejimine (ve kayıt dışı gibi görünen diğer bileşenlerine) karşı en gür itirazi sesler Türkiye’den yükselmiştir. Ne kadar büyük bir çelişkidir ki hem Suriye’mizde hem de Irak’ımızda Müslümanların üzerine geceli gündüzlü bomba yağdıran Amerikalılar başta olmak üzere Avrupa Birliği üyesi olan olmayan onca batılı ülkenin saldırıları karşısında Türkiye’den zayıf da olsa bir itirazi ses çıkmamaktadır. Hakikaten çok ibretlik bir manzaradır bu susturulmuşluk hâli. Susturulmuşluk hâli diyorum, çünkü İslami, insani ve hukuki mesuliyeti gereği ciddi manada ses çıkarması beklenen başta ‘dava erleri’nin büyük bir çoğunluğu daha önceleri olduğu gibi henüz bir-iki ay evvel müstakbel ‘halife’ ye oy vererek onun reisliğindeki siyasete angaje olmuş ve maalesef ses çıkaramaz hâle gelmişlerdir. Siyasal iktidarın ülkenin limanlarını ve askerî üslerini batılı işgalci gasıp güçlere açmayı neredeyse milli ve ilkesel bir duruş olarak tevil etme gayretleri dahi muhafazakar-mütedeyyin kesimlerce anlaşılmaz bir şekilde sessizce karşılanmaktadır.
Batıla dost ve müttefik olan bir ülkenin idarecilerinin nifakta bu denli uzmanlaşmış olmalarının kökeninde ne olduğu hususunda bu yazının başlarında bir ipucu verilmişti. Bağrında münafık ve müşrik bireyler yetiştiren batıcı-laik okulların ruh, kalp ve zihin üzerindeki tahribatı tahmin edilebilir oranların çok çok üstündedir. Henüz çocukluk çağında yaşanan bu tahribata maruz kalan bir fert ileriki yaşlarda memur, iş adamı, asker yahut başbakan da olsa önünde-sonunda (bilhassa yönetim kademelerinde bulunanlar başta olmak üzere) o kişinin iradesine galebe çalmaktadır. Böylesi bir eğitimden geçirilmiş fertlerden müteşekkil yönetim kadrosu, küresel sistem denilen tağuti düzene intibakta ve her platformda eşgüdümlü çalışıp işbirliği yapmakta hiç de zorlanmaz. Velev ki kişi bu tür meselelerde ilkelerini korumaya istekli ve İslami(!) hassasiyetlerini muhafaza etmede direnç gösterse dahi sistem denilen dev çarkın içerisine dahil olduğu ândan itibaren, artık onun değirmende öğütülüp un hâline gelen buğday tanesinden bir farkı kalmamaktadır. Çünkü sistem değirmeni, içine giren her şeye kendi standartlarına göre işlem yapar. Tağuti sistemin bugün ellerinde kadife eldiven var diye itikadını ve iradesini kurban eden, yahut rehin bırakan milyonlarca dindar insanın hikayesi de benzerdir. Hikayenin başlangıç kısmıyla ilgili olarak yazının başında kısa bir değini oldu. Rabbimizden ümid ve duamız bilhassa İslami hizmetlerde ömür tüketen mütedeyyin-dindar-muhafazakar insanların hikayelerinin tevhid akidesi itibariyle yüce Allah’ın razı ve hoşnut olacağı doğru istikamete evrilmesi ve hak ve hidayet üzere nihayete ermesidir. –Allahumme Amin-
Rabb’imizden af, afiyet, esenlik ve selamet dileriz. Hamdimiz ve minnetimiz ancak ve yalnız O’nadır subhanehu ve teâlâ. Rahmet ve kılıç Peygamberi efendimiz Muhammed’e salât ve selamlar olsun.
İlk Yorumu Sen Yap