Zor Günlerin Adamı Sadık İnsan; Halifeliği

 

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde, Müslümanlar başsız kaldılar. Emirsiz hareket etmek, cahiliye toplumunun özelliği olduğu için, sahabeler bir emir seçmek için kendi aralarında toplanıp bu konuyu tartıştılar. Hatta bu tartışma neredeyse muhacir ile ensar arasında büyük bir fitneye sebebiyet verecekti ki son anda Allah subhanehu ve teâlâ, onları bu fitneden kurtardı.

Ömer radıyallahu anh bu durumu şöyle anlatıyor:

“…Allah, Peygamberini vefat ettirdiği zaman bizler ensarın bize muhalefet ettiğini ve tümünün, Saideoğulları gölgeliğinde toplandıklarını haber almıştık. Ali, Zübeyir ve onların beraberinde bulunanlar da bize muhalefet ettiler. Muhacirler, Ebu Bekir’in yanında toplandılar. Ben, Ebu Bekir’e:

__ Ey Ebu Bekir! Haydi, şu ensar kardeşlerimizin yanına gidelim! dedim.

Bundan sonra, onlara ulaşmak maksadıyla yola koyulduk. Onlara yaklaştığımızda bizleri aralarından iki salih kişi karşıladı ve toplananların benimseyip, üzerinde ittifak ettikleri görüşü bize bildirdiler. Ve:

__ Ey Muhacir topluluğu nereye gitmek istiyorsunuz? dediler.

Biz de onlara:

__ Şu ensar kardeşlerimizin yanına gitmek istiyoruz, dedik.

Bize:

__ Ensar topluluğuna yaklaşmayınız, siz kendi işinizin hükmünü kendiniz veriniz, dediler.

Ben de onlara:

__ Vallahi bizler muhakkak onların yanına gideceğiz! dedim.

Ve yola çıktık, nihayet Saideoğulları’nın danışmalarda bulundukları gölgelikte ensar topluluğunun yanına vardık. Bir de ne görelim onların arasında bir örtüye bürünmüş bir adam var! Ben:

__ Bu kimdir? dedim.

Onlar:

__ Bu, Sa’d bin Ubade’dir, dediler.

Ben:

__ Onun nesi var? dedim.

Bana:

__ Sıtma nöbeti var, dediler.

Birazcık oturduktan sonra onların hatibi, şehadet kelimelerini söyledi ve yüce Allah’ı layık olduğu yüce sıfatlarla övdü ve şöyle dedi:

__ Bizler, Allah’ın ensarı ve İslam’ın büyük ordusuyuz. Sizler ey muhacir topluluğu! Mekke’deki kavminizden bize gelmiş olan az bir topluluksunuz. Hâl böyle iken şimdi bu azınlık, bizi aslımızdan koparmak ve bu görevi üstlenmemize mani olmak istiyorlar.”

Ömer radıyallahu anh şöyle devam eder:

“Ensarın hatibi susunca, ben söz almak istedim. Daha önceden, beğendiğim ve Ebu Bekir’in önünde yapmayı istediğim bir konuşma hazırlamıştım. Ebu Bekir’e gelen öfkenin bir kısmını yatıştırmaya çalışıyordum. Ben konuşmak istediğim zaman Ebu Bekir bana: ‘Yavaş ol’ dedi. Ebu Bekir’i öfkelendirmek istemedim. Ebu Bekir kendisi konuşmaya başladı. O, öfke sırasında benden daha ağır başlı, daha sakin ve daha vakarlı idi. Vallahi Ebu Bekir benim hazırlamış olduğum konuşmada hoşuma giden her şeyi söyledi. Marifeti sayesinde, hazırladığım konuşmanın benzeri veya ondan daha üstün bir konuşmayı yaptı ve sustu. Bu konuşmasında şunları söyledi: ‘Kendinizde bulunduğunu ifade ettiğiniz hayra sizler ehilsiniz. Fakat şu halifelik işi, Kureyş’ten olan şu muhacirler topluluğundan başkasına asla tanınmayacaktır. Onlar, nesep ve yurt bakımından Arapların en ortasıdır. Ben sizler için şu iki kişiden birisine razıyım, bunlardan dilediğiniz birisine beyat edebilirsiniz.’ ”

Ömer radıyallahu anh şöyle devam eder:

“Bundan sonra Ebu Bekir kendisi aramızda oturmakta bulunduğu halde benim elimi ve Ebu Ubeyde bin El-Cerrah’ın elini tuttu. Ben, onun bu söylediklerinden rahatsız olduğum kadar başka bir sözden utanmamıştım. Vallahi öne geçirilip boynumun vurulması, bana aralarında Ebu Bekir’in bulunduğu bir kavme liderlik yapmaktan daha sevimlidir. Ancak ölümüm esnasında şeytanın telkini ile nefsimin bunu bana süsleyip güzel göstermesi hâli müstesnadır ki ben şu saatte onu vicdanımda hissetmiyor ve bulmuyorum!

Bu sırada ensardan birisi şöyle dedi:

__ Bizler emirlik ağacının faydalanılacak aslıyız, köküyüz. Yine bizler meyveleri düşmesin diye yapraklarla, dallara bağlanmış yüklü hurma salkımlarıyız. Bir emir bizden, bir emir sizden olsun ey Kureyş topluluğu! dedi.

Bunun üzerine karışık sözler çoğaldı ve sesler yükseldi. Hatta ben bir ihtilaf çıkmasından korktum ve hemen:

__ Uzat elini ey Ebu Bekir, dedim.

O da elini uzattı. Ben de ona beyat ettim. Benden sonra muhacirler ve ensar, Ebu Bekir’e beyat ettiler. Biz böylece Sa’d bin Ubade’ye karşı çabuk davranıp, galebe sağlamış olduk. Onlardan birisi: ‘Sizler, Sa’d bin Ubade’yi öldürdünüz’ dedi. Bu kişiye karşı ben:

__ Sa’d bin Ubade’yi Allah öldürdü, dedim.

Ömer şöyle devam eder:

__ Allah’a yemin ederim ki bizler o zaman karşı karşıya olduğumuz sorunlar içinde Ebu Bekir’e beyat etmeden daha güçlü başka bir iş bulmadık. Ensar topluluğundan ayrıldığımızda bir beyat yapılmadığı için onların bizden sonra kendilerinden bir kişiye beyat etmelerinden korktuk. Bu takdirde ya bizler razı olmamamıza rağmen onlara beyat edecek ya da onlara muhalefet edecektik. Bu durumda büyük bir fesat meydana getirecekti. Artık bundan sonra Müslümanlarla istişare olmaksızın kim bir kişiye beyat edecek olursa, öldürülecekleri korkusundan ne ona ve ne de beyat ettiği kişiye tabi olunmayacaktır.” (Buhari)

Başka bir rivayette şöyle geçer:

“Rasûlullah vefat edince ensar:

__ Bir emir bizden, bir emir sizden olsun, dediler.

Ömer, onların yanına girerek:

__ Bilmiyor musunuz ki, Rasûlullah, Ebu Bekir’e insanlara namaz kıldırmasını emretmiştir. Onun önüne geçmeye hanginizin içi elverir? deyince onlar:

__ Ebu Bekir’in önüne geçmekten Allah’a sığınırız’ dediler.” (İmam Ahmed)

Bu kıssadan çıkarılabilecek dersler

1. İslami meselelere yaklaşırken veya İslam’ın bizden istediklerini tatbik ederken duygusallıkla hareket etmemek gerekir. Duygusal hareket eden kimselerin doğru düşünmeleri veya şeriata uygun hareket etmeleri mümkün değildir. Birkaç örnek ile bunu açıklamaya çalışalım;

İslam bizden anne, baba, kardeş gibi yakın kimseler olsa bile şirk ehline karşı vela bera uygulanmasını istemiş ve onları dost tutmayı kesin bir dil ile yasaklamıştır.

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (9/Tevbe, 23)

Bu meseleye duygusal olarak yaklaşan, anne babaya karşı olan duygularına yenik düşen birinin, en sevdiği kimseler olan anne babasına vela bera uygulaması mümkün değildir.

Yine İslam, hırsızlık yapan erkek ve kadının elinin kesilmesini emretmiştir. Bize düşen de şartlar yerine geldiğinde bunu uygulamaktır. Eğer duygusallıkla hareket edilirse, hırsızların ellerini kesmek pek mümkün olmaz. ‘Elini kessek ne yapacak? Nasıl yemek yiyecek? Nasıl ihtiyaçlarını giderecek?’ gibi sorular duygusallığın ürünüdür. Bu duygulara yenik düşen kimselerin, hırsızın elini kesmesi veya elinin kesilmesi gerektiğine inanması mümkün değildir.

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Burada anlatmak istediğimiz şudur: İslami meselelere duygusallıkla yaklaşıldığında doğru karar vermek mümkün olmadığı gibi genelde duygusal hareket eden insanlar şeriatın dışına çıkıyorlar. Yukarıda anlattığımız halifenin seçilmesi konusuna duygusallıkla yaklaşım şöyle olurdu: ‘Peygamber vefat ettiği için sahabelerin ağlamaları, üzülmeleri gerekirken bu nasıl bir hevestir ki daha onu defnetmeden emir seçme derdine düşmüşler!’

Böyle düşünülürse vakıayı anlamak pek mümkün olmaz ve bunu yapanlar da emirlik sevdası olan kimseler olarak isimlendirilir. Fakat sahabe, bazılarının yaptığı gibi bu meseleye duygusallıkla yaklaşmadı ve Peygamberin vefatından sonra hemen kendilerine bir emir seçtiler. Onlar üzülseler de ağlasalar da bu, onları şeriata göre hareket etmekten alıkoymadı. Çünkü onlar, Peygamberden: “Sizden üç kişi yolculuğa çıktığında, içlerinden birini emir seçsinler” (Ebu Davud) hadisini duymuşlardı. Üç kişinin emirsiz olamayacağı yerde bir devletin emirsiz olması düşünülemez.

Ayrıca onlar, bir anlık bir emirsizliğin getireceği zararları da tahmin etmişlerdi. Ki zaten kıssaya dikkat edilirse başsızlıktan ötürü ensar ile muhacir arasında hemen tartışma başlamıştır. Biraz daha geç kalınsaydı, belki de bu, İslam toplumunda büyük fitnelere sebebiyet verecekti. Sahabenin bu konudaki hassasiyeti onların fıkhını bize gösterir. Biz Müslümanların da buna dikkat etmesi gerekir. Ne yaşanırsa yaşansın, ilk yapılması gereken şey, bir emir seçmek ve onun yönlendirmeleri ile hareket etmektir.

2. Ebu Bekir’in radıyallahu anh konuşmasındaki güzel üslup, sahabe arasında çok sıkıntı olmadan bu olayın kapanmasına vesile oldu. Ebu Bekir, ensarın hatibinin yaptığı konuşmadan hemen sonra bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Ömer’in radıyallahu anh deyimiyle acele etmeden, ağırbaşlı bir şekilde konuştu. Ensarın kendisine nispet ettiği güzellikleri ikrar etti ve ondan sonra asıl varmak istediği noktaya gelip, hilafetin Kureyş’ten olması gerektiğini güzelce açıkladı. Ensar da güzelce onu dinledi, söylediklerinin hak olduğunu kavradı ve onun dediği gibi, hilafeti Kureyş’e verdi. Böylece Peygamberin vefatından sonra birlik ve beraberlik sağlandı ve çıkabilecek fitneler engellendi.

Karşı tarafı abartıya gitmeden övmek, İslam’ın benimsediği bir yöntemdir. Bu yöntem, karşıdaki insana gereken değeri verirken onun yumuşamasına ve konuşmacının sözlerini can kulağıyla dinlemesine ortam hazırlar. Peygamberin hayatında buna benzer örnekleri çokça görebiliriz…( I. Halife Ebu Bekir, Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi; Muhammed Sallabi)

İnsanları uyarma ve nasihat etme makamında bulunan kardeşlerin de buna dikkat etmeleri gerekir. Nasihat ederken, insanlara yön verirken veya Müslümanlar arasında sıkıntı olan bir konuyu çözmeye çalışırken güzel bir üslup kullanmaları gerekir. Çünkü nasihatten gaye; ıslah etmektir, ifsat etmek değil. Onların düzelmesi için Allah’tan yardım isteyerek, merhametle onlara yaklaşıp ve delillerle güzel bir şekilde açıklayıp yardımcı olmak gerekir. Böylece hata yapan birçok kardeş, Allah’ın izniyle hatalarından dönüp tövbe edecektir. Ebu Bekir’in güzel üslubunun getirdiği fayda düşünüldüğünde, bunun ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

3. Ebu Bekir’in radıyallahu anh yaptığı konuşmadan anlaşılıyor ki o, kendisinin halife olmasından ziyade, ümmetin birliğini düşünmüştür. Çünkü konuşmasını bitirdikten sonra kendisine değil Ömer’e veya Ebu Ubeyde’ye radıyallahu anhum beyat yapılmasını istemiştir. Ayrıca daha sonradan Ebu Bekir’in yaptığı şu konuşmadan da onun halife olmayı aklından geçirmediği, ümmetin birliğini düşündüğü açıkça anlaşılmaktadır:

“Vallahi halife olmayı hiçbir şekilde aklımdan geçirmedim. Böyle bir şeyi istemediğim için ne gizli ne de açık, hiçbir zaman Allah’tan bu manada bir talepte bulunmadım. Ancak Rasûlullah’ın vefatıyla fitnenin çıkmasından korktum. Yönetimde rahat ediyor da değilim. Aslında güç yetiremediğim bir yükün altına girdim ve Allah’ın yardımı hariç hiçbir dayanağım yok.”

Sahabenin hayatına baktığımızda başta Ebu Bekir radıyallahu anh olmak üzere birçok sahabenin yönetici veya emir olmaktan şiddetle kaçındıklarını görürüz. Emirlik meselesi gündeme geldiğinde, kendilerini değil de başka sahabeleri öne sürdüklerine şahit oluruz.

Aslında dünyalık olarak düşünüldüğünde, emir olmak; güzel ve çekici bir şeydir. Çünkü insana makam ve mevki getirir. Fakat uhrevi olarak düşünüldüğünde, kişinin en son tercih edeceği şeylerden bir tanesidir. Çünkü emir olmak, yönettiği tüm insanlardan sorumlu olmak demektir. Ahiret günü insanlar, kendi hesaplarını vermekten bile sıkıntı duyacakken emir sahipleri kendileri ile birlikte tebaasının da hesabını verecektir. Bunun şuurunda olan kimsenin, emir olmayı istemesi pek mümkün değildir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

“Haberiniz olsun ki hepiniz çobansınız ve her biriniz, idaresi altındakilerden sorumludur. İnsanların yöneticisi olan kimse çobandır ve eli altındakilerden sorumludur. Erkek, ev halkının çobanıdır ve eli altındakilerden sorumludur. Kadın, evi ve çocuklarının çobanıdır ve ailesinden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının çobanıdır ve ondan sorumludur. Haberiniz olsun, her biriniz birer çobansınız ve elinizin altındakilerden sorumlusunuz.” (Müslim)

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, emirlik isteyen Ebu Zer’i radıyallahu anh uyararak ona şöyle demiştir:

“Ey Ebu Zer; sen zayıfsın, istediğin şey emanettir. Kıyamet gününde ise pişmanlık ve rezalettir. Onu hakkıyla alan ve sorumluluğunu hakkıyla ifa edenler müstesna.’ ” (Müslim)

Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır;

“Sizler bu emirliği istiyorsunuz ancak o, kıyamet günü pişmanlık olacaktır.” (Buhari)

Bugün emir olan, birilerinden sorumlu olan kardeşlerin de bunu düşünüp ona göre hareket etmeleri gerekir. ‘Sorumlu olduğum kimselerden Allah beni hesaba çekecek, acaba onların haklarını yerine getiriyor muyum’ diye kendini muhasebe etmesi gerekir.

Ebu Bekir’in radıyallahu anh kendinin değil de Ömer’in ya da Ebu Ubeyde’nin radıyallahu anhum halife olmasını istemesinin ikinci sebebi; onun tevazu sahibi olmasıdır. Kibirli insanlar, her zaman kendilerini başkalarından üstün görürler. Ondan dolayı hep üstte olmak, yani emir olmak isterler. Asla memur olmayı istemez ve kabul etmezler. Kendilerine sorumluluk verildiğinde sevinir, verilmediğinde ise ya açıktan sıkıntı çıkarırlar ya da kalplerinden rahatsızlık duyarlar.

Kendilerinin emir olmadığı yerlerde ise sürekli sorumlu kişiyi ‘yapamıyor, beceremiyor’ gibi cümlelerle eleştirmeye başlarlar. Tabi bu eleştirileri kendince düzeltmek için yaptıklarını söyleseler de hakikatte öyle değildir. Bu, emir olmadıklarından ötürü verdikleri bir tepkidir. Dilleriyle söyleyemeseler de lisan-ı hâlleriyle: ‘Ben, ondan daha iyiyim ve bu görev bana verilmeliydi’ demek isterler.

Ebu Bekir radıyallahu anh, her ne kadar tevazusundan dolayı emir olmayı istemese de Ömer radıyallahu anh ve diğer sahabeler, onun Peygamberimize daha sevimli olduğunu bildikleri ve bu konuda daha ehil olduğunu düşündükleri için ona beyat ettiler. Ömer radıyallahu anh, onun ehil oluşunu şöyle ifade etti:

“Vallahi öne geçirilip boynumun vurulması, bana aralarında Ebu Bekir’in bulunduğu bir kavme liderlik yapmaktan daha sevimlidir.”

İslam hangi konu olursa olsun işler düzgün ve güzel bir şekilde ilerlesin diye emanetlerin ehline verilmesini, ehil insanların söz sahibi olmalarını emretmiştir. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Allah, emanetleri ehline vermenizi emrediyor…” (4/Nisa, 58)

Hadiste ise Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem emanetlerin ehline verilmemesini kıyamet alameti olarak belirtiyor. Şöyle der:

“__ Emanet yitirilirse kıyameti bekle,

Sahabeler:

__ Emanet nasıl yitirilir? diye sorduklarında:

__ İş, ehli olmayana verilirse emanet yitirilir, buyurdu.” (Buhari)

Buradan şunu anlayabiliriz; Bazı kardeşlerimiz, ehil oldukları halde tevazularından dolayı emir olmayı istemeyebilirler. Eğer onların daha ehil oldukları belli ise bu yetkiyi onlara vermemiz gerekir. Çünkü gaye, İslam dinine en güzel şekilde hizmet etmektir. Eğer onların daha iyi hizmet edeceklerini biliyorsak, tereddüt etmeden onları kendimize tercih etmemiz gerekir.

4. Ensardan bir sahabe, Ebu Bekir’e radıyallahu anh: “Bir emir bizden bir emir sizden olsun” şeklinde bir teklifte bulunuyor. Fakat Ebu Bekir, bu teklifi kabul etmiyor. Çünkü bir yerde iki emir olamaz. İki emirin olduğu yerde İslam’ın bizden istediği; Müslümanların birlik ve beraberliği sağlanamaz. Birlik sağlanamadığı gibi İslam’ın yasakladığı ihtilaf ve cedel meydana gelir. Ondan dolayı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

“Siz tek bir emir üzere toplanmışken, ikinci biri çıkıp emirlik iddiasında bulunursa onun boynunu vurun.” (Müslim) (İslam’da bir emirin olması gerektiği konusuna daha önceki yazımızda değindiğimiz için, tekrardan bu konuya değinmiyoruz.)

Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver