بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَوَهَبْنَا لَهُٓ اِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَۜ كُلًّا هَدَيْنَاۚ وَنُوحًا هَدَيْنَا مِنْ قَبْلُ وَمِنْ ذُرِّيَّتِه۪ دَاوُ۫دَ وَسُلَيْمٰنَ وَاَيُّوبَ وَيُوسُفَ وَمُوسٰى وَهٰرُونَۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَۙ
وَزَكَرِيَّا وَيَحْيٰى وَع۪يسٰى وَاِلْيَاسَۜ كُلٌّ مِنَ الصَّالِح۪ينَۙ
وَاِسْمٰع۪يلَ وَالْيَسَعَ وَيُونُسَ وَلُوطًاۜ وَكُلًّا فَضَّلْنَا عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
وَمِنْ اٰبَٓائِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَاِخْوَانِهِمْۚ وَاجْتَبَيْنَاهُمْ وَهَدَيْنَاهُمْ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ
ذٰلِكَ هُدَى اللّٰهِ يَهْد۪ي بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۜ وَلَوْ اَشْرَكُوا لَحَبِطَ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ [1]
Yayına hazırladığımız “Vahyin Rehberliğinde En’âm Suresi Tefsiri” kitabımızdan bir bölümü sizlerle paylaşmak istiyoruz.
“Ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik. Hepsini hidayet ettik. Bundan önce de Nuh’u ve soyundan olan Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Harun’u da hidayet etmiştik. İşte muhsinleri/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanları böyle mükâfatlandırırız.
Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da (hidayet ettik). Hepsi salihlerdendi.
İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut’u da (hidayet ettik). Ve hepsini âlemlere üstün kıldık.
Onların babaları, soyları ve kardeşlerinden bir kısmını da (hidayet ettik). Onları seçtik ve dosdoğru yola hidayet ettik.
Bu, Allah’ın hidayetidir. Onunla dilediği kullarını hidayete erdirir. Şayet onlar şirk koşmuş olsaydı muhakkak, yaptıkları her şey boşa giderdi.”[2]
İbrahim’in (as) kıssası bittikten sonra yüce Allah biz müminlerin önünde yeni bir ufuk açtı. Bizi köklerimize bağlayan, tarihimizi ve geçmişimizi hatırlatan bir paragraf indirdi. Bu paragrafta İbrahim’le (as) birlikte 18 hidayet imamını bizlere tanıtmış oldu.
Bu tanıtımın birçok hikmeti olsa gerek. Ancak biz, bunlardan ikisi üzerinde durmak istiyoruz:
a. Birinci hikmet, pasajın 90. ayetinde karşılığını bulur:
“Bunlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yolunu takip et.”[3]
Allah (cc) uymamız gereken imamları bu ayetlerle bize öğretir. Yürüdüğümüz yolun kandillerini bize tanıtmış olur. Başka bir ifadeyle uzun bir yola işaret levhaları yerleştirir. Yolu kaybettiğimizde ya da şaşırdığımızda izlememiz gereken levhalar…
Bu, insan tabiatında var olan ihtiyaca verilmiş bir cevaptır. Çünkü insan fıtratı bir arayış içindedir. İzlemek, örnek almak ve modellemek için birilerini arar. Fıtratı haricî bir müdahaleye uğramamış çocuklara bakın. Sürekli etraflarını izlediklerini ve gördüklerini taklit ettiklerini göreceksiniz. İşte bu, insan fıtratıdır. Önüne doğru modeller koyulmazsa iç (nefsi emmare) ve dış (İblis) yönlendirmeyle, kendini helake sürükleyecek örnekler bulacaktır. Şöyle de söyleyebiliriz: Hangi topluma bakarsanız bakın -ilkel ya da modern olması fark etmez- toplum ikiye ayrılmıştır. Takip edenler ve takip edilenler… Starlar ve hayranlar… Sahnedekiler ve izleyiciler… Kürsüdekiler ve meydandakiler… Allah (cc) İslam ümmetinin rol modellerini, hiçbir kapalılığa yer bırakmayacak şekilde netleştiriyor: Allah’ın seçtiği, vahyettiği ve öncü kıldığı peygamberler!
Peygamberlerden sonra bu payenin verildiği tek topluluk, Muhacir ve Ensar’ın öncüleridir:
“Muhacir ve Ensar’dan öncüler, ilkler ve onlara ihsan üzere tabi olanlar (var ya)! Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlar için altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. En büyük kurtuluş budur işte.”[4]
Bu ayeti Tevhid Meali’nde şöyle açıklamıştık:
“Allah (cc), razı olduğu kulları üç sınıfa ayırmıştır:
a. Muhacir
b. Ensar
c. Onlardan sonra gelip onlara ihsan üzere tabi olanlar…
Biz müminlerin, üçüncü sınıftan olabilmesi iki şarta bağlanmıştır:
1. Dini anlarken ve yaşarken Muhacir ve Ensar’ı ölçü kabul edip, onların anladığı ve yaşadığı şekilde yaşamak. Bu[5] ise “ihsan üzere tabi olmak” ile mümkün olur.
2. Muhacir ve Ensar’ı sevmek, onlara kin duymamak ve onlar için istiğfarda bulunmak.[6]”[7]
b. Bu tanıtımın ikinci bir hikmeti; Müslim’e tarih bilinci vermek ve onu sağlam bir köke bağlamaktır:
“Bu topluluk tek başına değildir, dalından koparılmamıştır. Bu topluluk, kökü sağlam, dalları gökleri kaplamış bir ağacın dalı mahiyetindedir. Allah’a ve yol göstericiliğine bağlanmış ulu kafilenin bir halkası konumundadır.”[8]
Bu duyguya sahip olan bir mümin güçlüdür… Asildir… İzzetlidir… Zira o, insanlık tarihinin gördüğü en parlak silsilenin bir halkasıdır. Türedi değildir… Âdem’le (as) başlayan, İbrahim’le (as) yükselen ve Muhammed’le (sav) zirveye ulaşan bir davanın mensubudur. Ne başka bir köke ne de başka bir aidiyete ihtiyacı vardır.
Hâl-i Pür Melalimiz!
Peygamberlerin isim isim anılmasına dair zikrettiğimiz iki hikmetten sonra şu muhasebeyi yapabiliriz: Biz, bu iki hikmetin/esasın neresindeyiz?
Daha açık bir ifadeyle kimleri örnek alıyor/rol model ediniyor, hangi köklere aidiyet duyuyoruz? Kendimizi tanıtırken bu nebileri ve hidayet öncülerini mi kullanıyoruz, yoksa onlardan sonra ortaya çıkmış mezhep ve âlim isimlerini mi? Köklerimizi bu peygamberlere mi dayandırıyoruz, yoksa birkaç asrı bulmamış mezhep ve ekollere mi?
Kitabın tam ortasından bir soru sorayım: Yaptığımız konuşmalar ve yazdığımız kitaplarda, bu hidayet öncülerinin mirası (Kitap) ve ameli mi (sünnet/hikmet) daha çok yer alıyor, yoksa onlardan sonra gelenlerin yazdığı kitap ve yaşananlar mı?
Can sıkıcı bir soru daha sormak istiyorum: Bu peygamberlerden sonra gelenler, nasıl saptılar? Hidayet yolu apaçık belliyken, nasıl yoldan çıkıp şirk, bidat ve masiyetlere düştüler?
Cevap verelim:
Allah tarafından indirilmiş Kitab’ın yerine, beşer eliyle yazılmış kitaplar ikame ettiler. Allah’ın (cc) Kitabı’nı şerh/tefsir için yazılan kitaplar, zamanla aslın yerini tuttu.[9]
Kalpleri Allah tarafından arındırılmış (muhles), kendilerine Kitap ve hüküm/hikmet öğretilmiş hidayet imamlarının yerine, onların vârisi olduğunu iddia ettikleri âlimleri ikame ettiler. Zamanla âlim, peygamberin yerini aldı; hatta Allah’ın yerini alıp rableştirildi.[10]
Yeni kökler ve aidiyetler –mezhepler- icat ettiler. “Nesturi” dediler, “Ferisi” dediler, “Saduki” dediler… Yeni kökler ve aidiyetler icat ettikçe farkında olmadan asıldan uzaklaştılar. Kendilerini bozulmuş ve sapkın topluluklardan ayırmak için icat ettikleri aidiyetler; zamanla öğretiye, sonra bir usule dönüştü. Dillerindeki vahyi dahi bu aidiyetlerin/mezheplerin süzgecinden geçirmeden kabul etmez oldular.
Ana yoldan saptırıcı bu üç yan yolu dikkatle düşünün. Sonra bize tatbik edin. Allah’ın rahmet ettikleri müstesna pek de değişen bir şey olmadığını göreceksiniz.
Kendisini bilinçli gören Müslimlerin dahi -buna biz de dâhiliz, Allah’ın yardımıyla düzeltmeye çabalıyoruz- Musa Peygamber’den (as) çok Ahmed b. Hanbel’i; Harun’dansa (as) İbni Teymiyye’yi; Zekeriyya, Yahya, Lut ve Elyasa (as) gibi imamlardan çok Necd imamlarını; yumuşak kalpli ve munib İbrahim’den (as) çok Gazali ve mutasavvıf âlimleri; Muhacir ve Ensar’ın öncülerinden çok muasır âlimleri tanıdığımızı göreceksiniz… Kendimizi tanıtmamız istendiğinde Eş’ari olduğumuzu, Maturidi olduğumuzu, Ehl-i Sünnet olduğumuzu, Selefî ya da Mutezili olduğumuzu… söylediğimizi; ama bir türlü asıl köklerimizle tanınmadığımızı göreceksiniz. Rabbimden dileğim bize doğru olanı göstermesi ve ona uyacak kuvvet vermesidir. Sen şahitsin ki Allah’ım; vahiyle arınmaya, öğrendikçe ve andıkça ıslah olmaya çabalıyoruz! Elimizi bırakma ve bizi hidayet ettiklerinin arasına kat!
Şirk Tehlikesi!
“Bu, Allah’ın hidayetidir. Onunla dilediği kullarını hidayete erdirir. Şayet onlar şirk koşmuş olsaydı muhakkak, yaptıkları her şey boşa giderdi.”[11]
Biz biliyoruz ki; Allah’ın (cc) seçtiği ve hidayet öncüsü kıldığı insanlar Allah’a şirk koşmazlar. Onlar, muhles/arındırılmış kullardır. Hiç şüphesiz; Allah’ın onları ilk arındırdığı da itikadi bir pislik olan şirktir. Ancak buna rağmen “Şayet onlar şirk koşmuş olsaydı…” diyerek, bizleri uyarıyor Allah (cc)… Benzer bir uyarıyı Allah Resûlü (sav) için de görüyoruz:
“Andolsun ki sana ve senden önceki (resûllere): ‘Şayet şirk koşarsan bütün amellerin boşa gider ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursun.’ diye vahyedildi.”[12]
Ayet, ilgi çekici iki üsluba sahiptir:
Bu gerçeğin tüm resûllere vahyedildiğine ant içmektedir. Yani, bu tüm peygamberlere vahyedilen, dinin asıllarından bir asıldır.
Ayette dört ayrı tekid vardır: Kasem, tekid lamı, iki tane de tekid nunu… Bir cümleyi dört ayrı ve her biri sınıfının en kuvvetli tekid edatıyla pekiştirmek, gerçekten dikkat çekicidir.
Allah’ın (cc) bu denli kalın çizgilerle altını çizdiği gerçek şudur:
a. Şirk, amelleri boşa götüren bir itikadi marazdır.
b. Peygamberler kadar ameliniz olsa –ki olabilecek en fazla ameldir- tek bir şirkle boşa gider.
c. Şirk konusunda hiç kimseye tolerans yoktur. Muhammed (sav) veya sair elçiler (as) dahi olsa şirk koşan, Allah’la (cc) tüm bağlarını koparmıştır. Tevbe etmediği takdirde ebedî olarak hüsrana uğrayacaktır.
Amellerin Boşa Gitmesi/Hubut!
Yüce Allah, şirkin amelleri boşa götürmesini “ha-bi-ta/حَبِطَ” fiiliyle ifade etmiştir. Bu fiilin seçimi ilginçtir. Zira bu fiil, ilginç anlamlar barındırmakta ve şirkin, amelleri boşa götürmesine dair dikkat çekici mesajlar vermektedir:
“He-ba-ta” bir şeyin boşa gitmesi ve elem/acı anlamına gelmektedir… Denir ki; Allah, kâfirin amelini ihbat etti; yani boşa götürdü… Habtin acı/elem anlamı ise (şuradan gelir): Hayvan (çok) yer ve karnı şişer… Buna yakın bir anlamı da şudur: Bir ciltte yara olur, iyileşir; fakat yaranın izi kalır…”[13]
Şirk koşan insan, çokça yiyen ve farkında olmadan sınırı aşıp çatlayan bir hayvana benzetilmiştir. Bu benzetmeyle insana şu mesaj verilmiş olsa gerektir: Haddini bil! Allah’ın (cc) sınırlarını çiğneme! Hidayet öncülerinin getirdiği ölçüye tabi ol! Aksi hâlde aştığın/çiğnediğin sınırlar seni şirke sürükler. Çokça yediği için karnı şişen ve gıda zehirlenmesinden çatlayan hayvan gibi, imani olarak telef olursun.
Bu ve benzeri uyarılar, hidayet öncüleri üzerinde derin izler bırakmıştı. Onlar, Allah (cc) tarafından korunmuş olmalarına rağmen şirke düşmekten çekinmiş; bu çekincelerini ümitle harmanlayıp içtenlikle yapılan yakarışlara çevirmişlerdi:
“(Hatırlayın!) Hani İbrahim şöyle demişti: ‘Rabbim! Bu beldeyi güvenli kıl. Beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut.’ ”[14]
“İbrahim, (İslam’ı) oğullarına vasiyet etti. Yakub da böyle yaptı: ‘Ey evlatlarım! Allah sizin için (İslam) dinini seçti! Yalnızca Müslimler/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullar olarak can verin!’ Yoksa siz, Yakub’a ölüm geldiğinde orada hazır mı bulunuyordunuz? O, oğullarına demişti ki: ‘Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?’ Demişlerdi ki: ‘Senin İlah’ına, babaların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilahı olan tek bir İlah’a ibadet edeceğiz ve biz O’na teslim olanlardanız.’ ”[15]
Bizlere düşen, bu hassasiyetlerinde onları örnek almaktır.
[7] .Tevhid Meali, Tevbe Suresi 100. ayet dipnotu
[8] .Fi Zilâli’l Kur‘ân, En‘âm Suresi 84-90. ayetlerin tefsirinden
[9] .”Onlar, dinlerini farklı kitaplar hâlinde parçaladılar. Her grup kendi yanındakiyle sevinmektedir.” (23/Mü’minûn, 53)
Lügat âlimlerinden Zeccac‘ın belirttiği gibi ayette geçen ”زُبُرًا“ kelimesi kitap ve sahife anlamına gelen ”زَبُورٌ“ kelimesinin çoğuludur. Her bir grup daha iyi anlamak ve açıklamak için kitaplar yazmış, sonra da bu kitapları din edinmişlerdir. Vahyi açıklamak için yazılan kitaplar, zamanla asıl olan Kitab‘ın yerini almıştır. Artık ihtilaf edildiğinde onlara başvurulmakta; Kitab‘ın ayetleri onlara göre değerlendirilmekte (!) ve vahiymiş gibi sürekli tilavet edilip, pasajları hıfzedilmekte; üzerinde tefekkür ve tedebbür edilmektedir. (Bk. 2/Bakara, 79)
[10] .”Onlar Allah‘ı bırakıp din bilginlerini, abidlerini ve Meryem oğlu Mesih‘i rabler edindiler. (Oysa) onlar yalnızca bir olan İlah‘a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O‘ndan başka (ibadeti hak eden) hiçbir ilah yoktur. (Allah) onların şirk koştuklarından münezzehtir.” (9/Tevbe, 31)
İlk Yorumu Sen Yap