Bedir dönüşünde çok yorgun düşmüştük. Ben ve arkadaşlarım birkaç gün mescitte buluşamadık. Hatta ben gece boyunca uyumayıp Rasûl’ü izlediğim için o gün ikindi namazına kadar uyumuştum. Aslında yataktan çıkmamamın bir başka sebebi de vardı. Annemden korkuyordum. Ondan izinsiz evden çıkmıştım. Günlerdir de benden hiçbir haber alamamış, korkmuştu. Beni görünce kızmaya pek fırsatı olmamıştı. Bedir’in mutluluğu onu da sarmıştı. Eminim bunun acısını çıkaracaktı.
Bu arada kendimi size tanıtmayı unuttum. Benim adım Rafi. Annem , üvey babam ve iki kız kardeşimle küçük bir evde kalıyorum. Babam Mekke’de Peygamber’e ilk inanan kölelerdenmiş. Daru’l Erkam’da gizlice onunla buluşur, İslam’ı onun ağzından dinlerlermiş. Bu ev çok gizliymiş. Müşriklerden hiç kimse bu evi bilmiyormuş.
Peygamberin açık daveti başlayınca müşrikler müminlere eziyet etmeye başlamış. En çok da köleler zarar görmüş bu durumdan. Ama annemin anlattığına göre yapılan ağır işkencelere rağmen kimse dininden dönmemiş. Babam bu eziyetlere dayanamayarak şehid olmuş. Onun şehadeti ile hep gurur duydum. Fakat ne kadar güçlü görünmeye çalışsam da onu çok özlüyorum.
Müslümanlar hicret etmeye başlayınca annem de bizi alarak kaçmış Mekke’den. Akrabalarımız bırakmak istiyorlarmış bizi. Annemi, sen git oğlumuzun emanetlerini bırak, diyerek tehdit ediyorlarmış. Annem de bir gece gizlice Medine’ye hicret edenlerin peşine takılmış.
Medine… Ne güzel bir şehir… Tertemiz havası, sıra sıra hurma bahçeleri, iyiliksever insanları…Burayı ailecek çok sevdik. Medinelilere ensar deniliyordu. Yardımcı demek ensar. Ama gerçekten o kadar yardımsever ki bu insanlar, bize karşılıksız bir ev verdiler. Tek katlı, bahçeli. İhtiyacımız olan eşyaları da verdiler. Anneme bir de iş buldular. Sonra da bir eş… Ne iyi insanlar…
Çocukları bile iyi Medine’nin. Hiç yabancılık çekmedim. Sokağa çıkar çıkmaz benim yaşımda olan tüm çocuklar etrafımı sardı. Hemen tanışıp kaynaştık. Oyunlar oynamaya başladık. Boyum epey bir kısa olduğu için bana küçük muhacir diyorlardı. Haberim yok, meşhur bile olmuşum. İslam’ın ilk şehidlerinden olan adamın oğlu diye beni birbirlerine tanıtıyorlardı. Çok kısa sürede can ciğer arkadaşlar olduk. Bizi birbirimize bu kadar yaklaştıran şey, aynı inancı paylaşıyor olmamızdı.
Bedir zaferinden kısa bir süre sonra Peygamberimiz ufak seriyeler düzenledi. Bu arada önemli istihbaratlar da almıyor değildi. Peygamber’in amcası Abbas, Mekke’de müşriklerle beraber kalmıştı. Orada olan biten ne varsa hiç vakit kaybetmeden Peygamber’e bildiriyordu. Bedir yenilgisini hazmedemeyen müşrikler, Mekke’ye döner dönmez hazırlıklara girişmişlerdi. Nihayet bir yılın sonunda üç bin kişilik bir ordu hazırlamış, Medine’ye doğru yola çıkmışlardı. Abbas bu bilgiyi de çok kısa sürede Rasûlullah’a bildirmişti.
Rasûlullah ashabıyla mescitte istişare etti. Allah’a ne kadar hamd etsem azdır. Ben ve arkadaşlarım da o sırada mescitteydik. Tüm konuşulanlara şahitlik ettik.
Rasûlullah: ‘Savunma savaşı yapalım. Biz savaşırken kadın ve çocuklar da çatıların üstünden müşrikleri taşlarlar.’ dedi. Buna o kadar sevindik ki, artık bize de cihad yolu açılmıştı.
Çarşıdan aldığım zırhımla tek katlı evimizin çatısındaydım. Annemin kurutulmuş etleri koyduğu bez torbalarına kum doldurarak kendime barikat hazırladım. Önceden hazırladığım taş cephanemi de güzelce dizdim. Son hazırlıklarımı da yaptıktan sonra artık müşriklere karşı çetin bir savaşa hazırdım. Boyum o kadar kısaydı ki zırhın sadece başlığını giymem yeterli olmuştu. Bu hâlimle bile müşrikleri ürkütebilirdim. Kesik baş… Vaaaaaay… Evet, evet. Belki ileride bir efsane dahi olabilirdim. Ayak sesleri geliyor. O da ne, bir fısıltı var… İyi dinlemeliyim, belki de bir düşman olabilirdi…
— Şşşşt ne yapıyorsun Rafi? Yine ayaküstü hayal dünyasına daldın. Kendi kendine ne konuşuyorsun öyle?
— Eee… Ne..ne hayal mi? Zırhım… Cephanem… Çatı…
— Ya ne zırhı ne cephanesi abicim? Mescitteyiz hâlâ. Biz neyin derdindeyiz sen neyin?
— Niye ne oldu ki?
— Uyuklarsan ayaküstü duymazsın tabi. Rasûl’e yalvardı genç sahabiler. Saldırı savaşı yapalım diye. Uhud eteklerinde olacak çatışma. Yani şehirde değil…
— Hadi ya… Ne de heveslenmiştim. Taş atarak müşrikleri helak edecektim.
— Ordu hazırlanıyor. Haydi biz de arkalarından gidelim.
— Yine mi?
— Evet, neden olmasın?
Medine’de seferberlik ilan edildi. Her yer savaşçı askerlerle doluydu. Rasûl’ün evi ve şehrin giriş noktalarında ani baskınlar için nöbet tutuluyordu. Müslümanların birliği tam bin kişi idi. Biz küçükleri de sayarsanız bin beş. Ama ben ve iki arkadaşım yine çürüğe ayrıldık. Adaşım Rafi ok atmakta mahirdi. Rasûl onu birliğe kattı. Semure de ben onu güreşte yeniyorum deyince, Rasûl:”Hadi görelim gücünü.” dedi. Gerçekten de Rafi’yi iki dakikada tuş etti. Onların arkalarından bakakaldık. İş başa düşmüştü. Yine kendi imkanlarımızla savaşa katılacaktık.
İman ordusu yola çıktı. Uhud yakınlarına doğru ilerlediler. Biz de uygun bir takip mesafesindeydik. O da ne ? Büyük bir grup bize doğru yaklaşıyordu. Korkuya kapıldık. Ardına saklanacağımız ne bir ağaç ne de bir kayalık vardı. Ulu orta sahradaydık. Gittikçe yaklaşıyordu kalabalık. Üç yüz kişi kadardı. Yavaş yavaş yüzlerini seçebiliyordum. Aman Allah’ım! Bu Abdullah bin Übeyy bin Selül idi. Münafıkların lideri. Demek Rasûl’ü ve iman ordusunu yüzüstü bırakmışlardı. Hızla şehre yaklaşıyorlardı. Yüzlerinde bir keyif vardı. Orduyu terk edişleriyle Müslümanların direncini kıracaklarını sanıyorlardı.
Yüzümüze dahi bakmadan yanımızdan geçip gittiler. Biz daha da hızlandık. Orduya yetişmeliydik. Üç kişi, üç yüz çürük çarık münafığa bedel olabilirdik.
Nihayet iman ordusu göründü, Uhud dağını arkalarına alacak şekilde konuşlanmışlardı. Elli kadar okçuyu dağa yerleştiriyordu Rasûl. Sesi gürdü. Duyuyorduk:
— ‘Okçular! Bizi koruyun. Savaşı kazansak da kaybetsek de yerinizden ayrılmayın. Ganimeti bölüşsek ya da ölsek, bedenimizi kuşlar kapsa yine tepeyi terk etmeyin.’ diyordu.
Anlaşılan okçuların görevi çok mühimdi. İslam ordusunu arkadan koruyacaklardı.
İki topluluk birbirlerine yaklaşmıştı. Rasûl ashabını savaşa teşvik etti. Onların cesaret ve kahramanlık ruhunu coşturdu. Belli ki savaşa dakikalar kalmıştı. Dağın eteklerine tırmandık. Büyükçe bir kayanın ardına saklandık. Artık savaşı canlı izleyebilirdik. Beslenme çantamızdaki yiyecekleri önümüze koyduk. Birkaç lokma atıştırdıktan sonra cephaneliğimizi hazırladık. Buraya kadar gelmişken attığımız taş ile bir müşrikin gözünü dahi çıkarsak kârdır diye düşünüyorduk. Ama itiraf edeyim, ben ve arkadaşlarım bu sefer biraz korkuyorduk.
Talha bin Ebi Talha çıktı ortaya. Azılı bir müşrik. Şov yapıyor resmen. Gücüne çok güveniyor. Var mı aranızdan bana karşı koyacak, diye bağırıyor. Acaba kim çıkacak?
— Allahu ekber. Zübeyir.
— Evet görüyorum. Nasıl aslan gibi sıçradı gördün mü Hubeyb?
— Ayyyyy ben bakamıyorum Rafi. Ne yapıyor?
— Ne yapacak, kılıcıyla adamın başını gövdesinden ayırıyor. Allahu ekber. Ve savaş başladı.
Uhud dağı titriyor, yer gök inliyordu. Müslümanlar Zübeyr’in hamlesiyle coşkun bir sel gibi müşrikleri önlerine katmış, sürüklüyorlardı. Hep bir ağızdan bağırıyorlardı:
— Emmet, emmet…(Kureyş helak oldu)
Savaş iyice kızışmıştı. Müşrikler dağın ardından geçmek için birkaç hamle yapsa da atılan oklar ve tabi bizim taşlarımız sayesinde geri püskürtüldüler. Attığım onlarca taştan sadece ikisini isabet ettirmiş olsam da ilk deneyimim olduğu için yine de başarılı sayılırdım. Müşriklerin sancağı çok el değiştirmiş, sonunda yere düşmüştü. Ve artık hiç kaldıran olmamıştı. Sancağın yerde olması diğerlerinin de cesaretini kırmış, intikam duygularını dahi unutturmuştu. Silahını bırakan kaçmaya başlamıştı bile. Savaşın bu kadar kolay olacağını ve kazanılacağını tahmin dahi edemezdik. Hepimiz şaşırmıştık. Oysa daha yeni ısınmıştık. Artık ıskalamıyor hemen hemen her taşı isabet ettiriyordum.
Müslümanlar onları kovalamaya başladı, bir yandan da yerdeki ganimetleri topluyorlardı. Müşrikler arkalarına dahi bakmıyorlardı. Bu manzara Müslümanları daha da rahatlatmıştı. Artık kovalamaktan vazgeçip ganimetleri toplamaya yoğunlaştılar. Ben ve arkadaşlarım da bu savaşta çarpıştığımız için ganimetlerde hak sahibiydik. Ancak okçuları beklemeliydik. Rasûl onlara yerinizden asla ayrılmayın demişti. Dünya malı, Peygamberimin sözüne itaatten daha sevimli olamazdı. Bulunduğumuz yerde beklemeye devam ettik. Arkadaşım beni dürterek:
Hey heyyy bakın. Bazı okçular aşağıya iniyor.
Ne, hayııır olamaz. Rasûl’ün kesin emri var. Nereye gidiyorlar?
Nereye olacak ganimet toplamaya.
Hadi biz de gidelim Rafi…
Hayır asla olmaz. Siz gidin. Ben canım Peygamberime itaatsizlik yapamam.
Aman iyi tamam. Eli boş döneceğiz, bize bir şey kalmayacak…
Peygambere itaat edenlerden olma şerefi kalır bize de arkadaşım, dedim ve beklemeye başladık.
Peygamber’in sahabisi nasıl olur da onun sözünü dinlemezlerdi? Buna hem şaşırdık hem de üzüldük doğrusu. O da ne ?
— Aman Allah’ım müşrikler…Atlarıyla arkadan saldırıya geçiyorlar. Haydi arkadaşlar taşlayalıııım…
Halid bin Velid komutasındaki müşrik bir grup sanki bu anı bekliyordu. Mal toplayan Müslümanları gafil avlamışlardı. Kılıçlarını oraya buraya savuruyor, atlarının ayakları altında Müslümanların bedenlerini eziyorlardı. Kaçan müşrikler de tekrar geri dönünce Müslümanlar arasında büyük bir bozgun oldu. Kaçışanlar, müşriklerin arasına karışanlar, birbirini vuranlar…Subhanallah… Ne acı bir manzaraydı. Elimizdeki taşları bırakmış sadece ağlıyor ve Allah’tan yardım istiyorduk… Hele Nebi’nin öldüğünü söyleyen ses Uhud dağında yankılanınca kılıcıyla çarpışanlar da savaştan el çektiler. Artık hiçbir şey duymuyordum. Kulağımda o ses yankılanıyordu sadece… Nebi öldü… Nebi öldü…
Başka bir sesle irkildik her birimiz:
Nebi öldüyse siz niye yaşayacaksınız, diyordu…Enes bin Nadr amca idi bu sesin sahibi… Öyle bir daldı ki müşriklerin arasına, şehid oluncaya kadar çarpıştı. Biz de yeniden taşlamaya başladık müşrikleri. Doğru ya, canım Peygamberim bu yolda hayatını verdiyse biz niye vermeyelim!
Tam da bu arada, dağın eteğinde Peygamberi gördüm sanki. Etrafında dokuz kişi vardı. Gözlerimi iyice ovuşturdum. Yanlış görüyor olmalıydım. Rasûl ölmüştü çünkü. Arkadaşlarıma söyledim. Evet yanılmamıştım, canım Peygamberimdi o. Müşrikler onu fark etmişti, ölümüne saldırıyorlardı. Onu koruyanlardan yedisi şehid olmuştu. Peygamberi müdafaa ederken ölmek…Ne büyük şeref… Talha bin Ubeydullah ile Sad bin Ebi Vakkas amca kalmıştı canım Peygamberimin yanında. Biz de boş durmuyorduk tabi…Yönümüzü o tarafa çevirdik. Peygamber müdafaasıydı bizim işimiz şimdi. Tekbir getirerek taşlıyorduk müşrikleri. Talha amca öyle savaşıyordu ki parmaklarını kaybetti. Bu gün Talha’nın günüydü. Tek başına Uhud’un destanını yazdı o… Canı her birimizin canından daha kıymetli Rasûl’ü korumuştu çünkü. O gün Rasûl’ü koruyan beyaz elbiseli, hiç tanımadığımız iki adam daha vardı. Yıllar sonra bu iki kişinin Cebrail ve Mikail aleyhisselam olduğunu öğrenecektim… İnsan suretinde de olsa namlı iki meleği görme şerefine de erişmiştim.
Müslümanların karşı koyacak gücü kalmadı. Dağa doğru çekildiler. Müşriklerin hücumu biraz daha sürdü. Sonra nedendir bilinmez toplanıp gittiler.
Kısa bir süre Müslümanlar arkalarından bakakaldılar. Bozgunun şokunu atamadılar. Yerde onlarca şehid vardı. Peygamberin amcası Hamza, ilk öğretmen Musab bu şehidlerden ikisiydi.
Peygamberin dişi kırılmış, miğferi yüzüne batmıştı. Tedavisi yapıldıktan sonra şehidler arasında dolaşmaya başladı. Hemen kabirler açılarak defnedildi pak bedenler. Bir kabre iki ya da üç kişi konuluyordu. Kur’an ezberi çok olanı öne geçiriyordu Rasûl. O gün kur’an ayetlerini ezberleme kararı aldım.
Allah’a hamd olsun yıllar sonra bu hedefime de ulaştım. Ezberimi yaparken Uhud savaşının ardından inen ayetler beni çok etkilemişti. Çünkü yenilginin sebebi, geçmişte işlenen günahlardır buyurmuştu Allah. Demek ki günahlarımızın bizi ne zaman ve nerede helake uğratacağı belli değildi.
O gün Müminlerden tam yetmiş şehid vardı. Kafirler ise yirmi iki ölü bırakmıştı. Medine, şehidlerine günlerce ağladı…
İlk Yorumu Sen Yap