“Rüstem krallar gibi, altından yapılmış bir taht üzerine kuruldu. Başında da işlemeli çok kıymetli bir taç vardı, İslam Ordusu Komutanı Sad Bin Ebi Vakkas’a tekrar haber yollayarak yeniden bir elçi istedi. Sad bu kez de Rebi bin Amir adında bir zatı görevlendirerek Rüstem’e yolladı. İslam ordusu komutanının bu elçisi eski ve yıpranmış elbiseler içinde, mütevazı bir silah kuşanarak ve ufak tefek bir at üstünde otağın önüne geldi. Hiç durmadan, otağın dışına kadar uzanan, ipekten yapılmış halıların üzerine kadar atıyla yürüyerek bu nadide sergileri çiğnedi. Sonra atından inip bu ipekli sergilerden birini yırtarak atını onunla bağladı. Silahını çıkarmadan Rüstem’in bulunduğu bölüme doğru yürümeye başladı. Nöbetçiler kendisini durdurup:
‘Silahını burada bırakacaksın!’ ihtarında bulununca:
‘Sizi, ben kendiliğimden ziyarete gelmiş değilim. Bilakis davetiniz üzerine gelmiş bulunuyorum. Dolayısıyla önümden çekilir de böylece Rüstem’le görüşmeme müsaade ederseniz görüşürüm, aksi halde şuracıktan dönerim!’ diye sert bir çıkışta bulundu. Söylediklerini Rüstem’e naklettiler. Rüstem çaresizdi, taviz vererek:
‘Bırakın, gelsin’ diye emir verdi. Elçi Rebi Bin Amir, baston niyetine kullandığı sivri uçlu mızrağına dayanarak ipek halıları dele dele Rüstem’e yaklaştı. O’na:
‘Neden üzerimize geldiniz, bunun gerçek sebebi nedir?’ diyerek açıklama istedi. Rebi şöyle konuştu:
‘Allah Teâlâ, kullarını kullara kulluktan çıkarıp, yalnızca kendine kul yapmak, dünyanın darlık ve perişanlığından çıkarıp onları rahat bir hayata kavuşturmak ve batıl din ve inanışların zulüm ve kötülüklerinden kurtarıp İslam’ın adaletine ulaştırmak için bizleri buraya gönderdi. Allah bizleri, hak dinini insanlara iletmekle görevlendirmiştir ki halkı davet edelim. Kim bu daveti kabul edecek olursa biz de ondan razı ve memnun olur, tekrar geldiğimiz yere gideriz. Ama reddedecek olursa Allah’ın bize vadettiği mükâfatı elde edinceye kadar onunla savaşırız.” (İbni Kesir, El-Bidaye Ve’n-Nihaye.)
Evet, Rebi radıyallahu anh o zamanın bir diğer süper gücü olan İran Sasani İmparatorluğu’nun kurmaylarından en seçkini olan kişiye bu şekilde sesleniyor ve ona böyle muamele ediyordu. Peki, ama düne kadar bu imparatorluğun kölesi durumunda olan bu insanlara bu izzeti getiren asıl şey neydi?
Şüphesiz sahabe, bu eşsiz cesaret ve izzeti Rasûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem öğrenmişti. O sallallahu aleyhi ve sellem risalet görevi kendisine yüklenene kadar Mekke’de sıradan bir koyun çobanıydı. Ancak ne zamanki risalet görevi kendisine yüklendi işte o zaman Mekke’nin ve bütün Arap Yarımadası’nın en fazla konuşulan ismi haline geldi. Artık her evde O’nun sallallahu aleyhi ve sellem adı geçiyordu. Yapılan planlar O hesaba katılarak yapılıyordu. Tehdit olarak O görülüyordu. Kurulu düzeni değiştirebilecek en büyük örgüt(!) olarak o ve yanındaki bir kadın, bir köle, bir çocuktan oluşan tabileri görülüyordu. Müşrikler tedirgindi. Bütün bir Arap Yarımadası’nın bu örgüt(!) sebebi ile kendilerine kılıç çekeceklerini düşünüyorlardı. Peki, bu örgüt(!) mensupları neden müşrikleri bu kadar korkutmuştu ki? Çünkü bu örgütün mensupları müşriklerin daha önce atalarında emsaline rastlamadıkları bir şekilde Allah’a ibadet ediyorlardı. Her şeyleri çok farklıydı. Tam manasıyla marjinal/farklı, aykırı bir örgüttü. Yeni kurulan bu örgüt(!)… Evet, müşrikler endişeliydi. Çünkü düne kadar koyun çobanı olan bu kişi, kendilerine her konuda muhalefet etmeye devam ediyordu. O ve örgütü sistemin kendilerine dayattığı şekliyle Allah’a ibadet etmiyordu. Bu sebeple bu örgüt her türlü baskı ve sindirme harekâtına müstahak görülmüştü. Müşrikler öfkelerinin vermiş olduğu saldırganlıkla, bu yeni dine karşı acziyetlerinin de bir göstergesi olarak bu oluşum üzerine çökmeye başlamışlardı. Zulmün karanlığının zifiri hale geldiği bir dönemde bile bu oluşum müşrikleri çileden çıkartıyordu. Müşrikler ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü asimile edemiyorlardı bu yapıyı. Ama başka yolu yoktu. Ya seveceklerdi ya da terk edeceklerdi.
Müşriklerin bu ‘ya sev ya terk et’ politikaları gereği örgüt(!) terk-i diyar etmek zorunda kalacaktı. Çünkü ya sistemin kendilerine kabul ettirmeye çalıştıkları gibi ibadet edecekler bunun sonucunda imanlarına zulüm bulaştıracaklardı; ya da hür insanlar gibi halisane bir şekilde sadece Allah’a ibadet edeceklerdi. Bu ise Mekke’de mümkün olmuyordu. Örgüt(!) Medine’ye gelmişti. Lakin örgüt olarak geldikleri bu topraklarda bir devlet olmuşlardı; ‘Medine İslam Devleti’. Farklılıklarını bir devlet çizgisinde yaşamaya başlamışlardı. Bu devlet sadece Kur’an’ın kendilerine gösterdiği şekilde idare ediliyordu. Siyasî, sosyal, kültürel, ekonomik her türlü alanda bu böyleydi. Yani Medine’de de farklılıklarından bir şey kaybetmemişlerdi. Lakin burada farklı olarak kitap ehli olan bir kavim vardı; Yahudiler. İlk etapta Peygamber olduğunu söyleyen bu kişinin ve yanındaki tabilerinin farklı yaşantıları Yahudilerin gözüne çarpmıştı. Ne yapıyorsa muhalifti bu yeni oluşum. Bayramlarına varıncaya kadar. Hatta o hale gelmişti ki artık; “Bize muhalefet etmedik tek şey bırakmadı” diye veryansın ediyorlardı. Medine’ye geldiklerinde batıl olarak isimlendirdikleri ne varsa hepsini ortadan kaldırmışlardı. Batılın zerresine tahammülleri yoktu. Bu sebeple o zamana kadar coşku içinde kutlanan Mecusilerden ithal edilmiş ‘Nevruz’ ve ‘Mihrican’ bayramlarını ortadan kaldırmışlardı. Çünkü bunlar kendilerine ait olan şeyler değildi. Bunların yerine ‘Ramazan’ ve ‘Kurban’ bayramlarını getirmişlerdi.
Popülerliklerinin bir sebebi de bu muhalif olan kimlikleriydi. Ancak onların bunu bir popülarite kazanmak için yapmadıkları gayet açıktı. Onlar bu muhalifliği ve başkalarına benzememeyi izzetin bir gereği olarak görüyordu. Onlar kimseye benzemeyecekti, herkes onlara benzemeliydi. İşte heybet ve izzetin kaynağı olarak bunu görüyorlardı. Bu heybet ve izzetin bir sonucu olsa gerek önce bütün Arap Yarımadası’nı daha sonra o dönemin iki süper gücünü dize getirmişlerdi. O dönemin şartlarında at koşturmadıkları tek yer kalmamıştı.
Bu öyle bir izzetti ki; kendilerinden sonra gelenlerde ismen kalan bir izzet olsa da onlara da yetti. Onlarda bu izzetin sadece ismiyle devletleri dize getirdiler. Ancak tersine giden bir şeyler vardı. Dengeler değişiyordu. İzzet taraf mı değiştiriyordu yoksa? Nasıl böyle bir izzet daha sonradan zillete dönüşmüştü?
İzzetin tarifi değişmemişti. Ancak yaşantılar eskisi gibi değildi, kimliklerin eskisiyle alakası yoktu, muhalif kimlik gitmiş yerine mukallit/taklitçi bir kimlik gelmişti, çizgiler değişmişti, renkler bulanıklaşmıştı, aynı isimde farklı bir kimlik oluşturulmaya çalışılıyordu. Muhalif olup izzeti yakalayan insanlar gidip, yerine mukallitlik zilletine boyun eğen insanlar gelmişti. İzzeti artık başka şeylerde arıyorlardı. Bu insanlar bir kompleks içindelerdi. Aşağılık, eksiklik kompleksi. Entegre olmaya çalıştıkları kimlik onları bunalıma sürüklüyordu. Eskiyi reddetmeye çoktan başlamışlardı bile. Kırpıyorlardı eskiyi. Eskiyi yeniye yamamaya çalışıyorlardı. Ancak bir zillet çukurunun içerisine düştüklerinin farkına varamamışlardı. Bir daha o kimliği yakalayamadılar.
Bu bunalım öyle bir bunalımdı ki; günümüze kadar sürdü. Dönüp kendilerine baktıklarında her şeyin başkalarından ithal ve menkul olduğunu gördüler. Ama o izzeti yakalayamadılar bir daha. Giyim-kuşam ithaldi, kanunlar zaten eskisi gibi olamazdı, bayramlar yeni bayramların yanında çok klasik ve geleneksel kalıyordu. Artık benzemeye çalışılan taraf biz değildik, onlardı. Öyle bir noktaya geldi ki onların sevinçleriyle sevinip üzüntüleriyle üzülmeye başladık, onların bayramlarını kutlayıp onların matem günlerinde karalar bağladık. Artık kendimize ait hiçbir şey kalmamıştı. Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem dediği tahakkuk etmişti. Onlar kelerin bile deliğine girseler, biz de izzet oradadır diye girmeye başladık. Oysa “Kim bir kavme benzerse o da onlardandır” (Ebu Davud) diyordu muhalif kimliğe sahip olan izzet sahibi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem… “Kim kâfirleri dost edinirse o da onlardandır” (5/Maide, 51) buyuruyordu Aziz olan Allah…
Artık müşriklerin eski tedirginlikleri yoktu. Çünkü Müslüman isminde olan insanların, yaşantılarında farklı bir şey yoktu. İsimler farklıydı ama hakikat gün gibi ortadaydı. Kimlikte İslam yazıyordu ama yaşantı İslam’la taban tabana zıttı. Uygarlık ve medeniyet adıyla kandırılmıştı bu İslam ismini taşıyan insanlar. İzzet artık eskilerin masalları gibi bir şey oldu bu insanların gözünde. Kimilerinin gözünde hiç gerçekleştirilemeyecek bir ütopya, kimilerine göreyse gerçekleştirilmemesi gereken bir tehlikeydi.
Müslümanlara yaşadıkları müddetçe izzetin kapılarını açan hilafetin ortadan kaldırılmasını kutladı İslam ismini taşıyan bu insanlar, hala izzetli yaşamayı becerebilen Müslümanların zalim tağutlara yaptıkları saldırıları kınar oldu kimliksiz ve kişiliksiz olan bu insanlar. Aynı zalimlerin demokrasi ve insan hakları adına yaptıkları her katliama, yağdırdıkları her bombaya, ateşledikleri her silaha çanak tutmaya başladı zilleti izzete tercih etmiş olan bu insanlar. Bayramın sahiplerinin bile kutlamadığı coşkuyla kâfirlerin bayramlarını kutlamaya başladı bu insanlar. Noel’de bir Hristiyan gibi davranıp, Cuma günü geldiğinde Cuma namazı kıldılar, yılbaşlarını coşkuyla bir Hristiyandan daha şiddetli şekilde kutlayıp, Ramazan geldiğinde oruç tuttular, kurban geldiğinde kurban kestiler bu kimlik bunalımındaki insanlar…
Peki ama nasıl bu hale gelmiştik?
Cevap basit ama bir o kadar da çarpıcı; Terk ettik… Terk edildik…
İlk Yorumu Sen Yap